|

Fırtına Nerede?

Hangi deniz, hangi rüzgâr, hangi “haber” buluşturur bizi?

Denizdeki her olay denizi, denizciliği tanımak, tanıtmak için bir fırsattır ama bunun gerçekleşmesi konuya yaklaşıma ve eklenecek  bilgilere bağlıdır.


 2006’da yaşanmış bir kaza dolayısıyla haberlerin ele alınışını, bilginin kaybolmasını, magazinleştirilmesini ve gittikçe kaybolan amatör ruhu ele alan Yelken Dünyası, Temmuz 2006 sayısında yayımlanmış bir değerlendirme…


Yelken Dünyası, Temmuz 2006

Birçok göstergeye bakarak ülkemizde  denizciliğe olan ilginin, denize açılan insan ve tekne sayısının giderek arttığı söylenebilirse de genel olarak bu artışın denizcilik kültürünü incelttiğini, ona  yeni “değerler” kattığını söylemek oldukça zor.

Denizciliğin daha dar alanlardan çıkıp giderek yaygınlaşmasından söz edeceksek  canlı, ufku açık, her bindiği teknenin şarkısını söylemeyen kendi değerleri ve kimliği billurlaşmış amatör ruhlu bir denizcilik kültürü için  mevcut veya oluşmaya başlayan kimi değerleri sorgulamamız, bu alandaki olumlu mirasa sahip çıkmamız gerekir. Çok sayıda parametreden (tekne, eğitim, kurum, yayın -kitap, dergi, gazete-, sporcu, yarış, sponsor  vb.) farklı örnekler vermek mümkün ama  çok daha sıradan  birkaç örnekle konuya gireyim.

Tekne sayısı arttıkça usturmaçalarını üzüm salkımı gibi sarkıtarak seyreden tekne sayısının artması; liman içinde VHF telsizlerinin 1 watt değil de 25 watt çıkış gücünde kullanılarak herkesin rahatsız edilmesi sıradan bilgilerin bile “içselleştirilemediğini” gösteren örnekler. Bir değerin oluşabilmesi, kalıcılaşması için sadece bilgiye sahip olmak yetmiyor, o bilginin “içselleştirilmesi” de gerekiyor. Doğaldır ki bu alandaki gelişmeler denizdeki yağmurla, fırtınayla gelip yerleşmiyor, ülkenin kültüründeki olumlu ve olumsuz (zaafları, eksiklikleri…) yönleri, gelişmeleri bünyesinde taşıyor, yansıtıyor. Ayrıca denizcilik adına yapılan her şey iyidir gibi ilkesiz, ölçüsüz bir anlayışın yaygınlığı da bunu pekiştiriyor. Örneğin “Türkiye Yelken Açtı” başlığıyla gazetemiz (Milliyet Pazar, 4 Haziran) 2 tam sayfa haber yapıyor ama muhabir yaptığı röportajların yönlendirmesiyle (!) amatör denizci belgesiyle “şilep” kullanılabileceğini yazıyor. 

Denizcilik alanındaki gelişmeleri, tartışmaları her açıdan  değerlendirmek, eleştirmek, denizciliğin ufkunu açacak yerel ve evrensel kuralların, değerlerin, referansların  belirginleştirilmesini,  sindirilmesini sağladığı gibi  amatör bir ruhu kaybetmeden filizlenmekte olan denizcilik dilinin, kimliğinin ve sonucunda kültürünün sınırlarını  çizebilir.

Denizcilik kültürü yanında toplumsal kültüre de bu alandan olumlu katkılar sağlanabilmesi için bu sınırlar üzerinde kafa yormak,  tartışmak gerekir. Bu yazının amacı da bazı güncel örneklerden yola çıkarak mevcut veya oluşan kimi değerleri sorgulayıp bu sınırları tartışabilmektir. Çünkü bu sınırların bulanıklaşması, kaale alınmaması, giderek sınırları belirsizleşen, bulanıklaşan, “olayın sadece denizde geçtiği” gittikçe daralan bir kültürün yayılıp, yerleşmesine, kalıcılaşmasına da neden olabilir. (Örneklerde bizleri ilgilendiren şey kimin, niye yaptığı değil “olayın kendisi”, “oluş biçimi” olduğu için zorunlu kalınmadıkça  isim kullanılmayacaktır)

Örneklere geçmeden “piyasa”nın bu değerlerin oluşumundaki rolünden söz etmek yerinde olacak.

İşbitiricilik Karşısında Amatör Ruh

Giderek artan bir ilgiden  söz ediyorsak “öğrenme” süreci içindeki referanslar, semboller, öğrenme biçimleri, bilgiye ulaşabilme, kurumlar, tartışmalar, sunumlar, örnekler, seçimler… denizcilik dilinin, kimliğinin omurgasını oluşturur. Şüphesiz bir talep söz konusu olduğu için de tüm bu alanlarda giderek “ticaretin” “piyasanın” etkisi daha fazla hissedilecektir. Bu etkiden “yararlanmak” kadar, bu etkinin “büyüsünün” ufkumuzu “daraltmasına” karşı uyanık olmak, ne kadar profesyonelleşsek, uzmanlaşsak da amatör ruhu yitirmemek, giderek zenginleştirmek önemlidir. Eğer kendi rotanız yok ve nereye gideceğinizi bilmiyorsanız, her esen rüzgârda piyasa kendi kurallarını dayattıkça amatör bir ruhun korunabilmesi güçleşecek, profesyonelleşme, uzmanlaşma giderek “işbilirlik, işbitiricilik” yönünde yol alacaktır. Yeri gelmişken kısaca   “amatörlüğün insanın yaptığı işin sonucunda para ya da başka bir ödül almaması değil,  sadece işin başlangıcında böylesi bir güdünün, işin özüne ait olmayan bir güdünün devrede olmaması hali”( Nostalji ile Ütopya Arasında, Şükrü Argın, Birikim Yay. İstanbul 2003, s. 23) olduğunu belirteyim. Genel olarak “olayın denizde geçmesi” insanı “nesneleştiren” ticaretin, piyasanın dili ve ölçüsü için yeterliyken, insanı, ve  tekneyi “özne” olarak kabul eden; doğanın, denizin kurallarına uyma, yardımlaşma,  dayanışma iddiasındaki amatör ruhlu bir denizcilik kültürünün zemini, ölçüsü hayli farklı olmalıdır.  

Neyi Kazandığınız Kadar Nasıl Kazandığınız da Önemlidir

Mayıs ayında İstanbul’da iki ayrı  yat yarışında yaşanmış iki farklı örnekle konuya gireyim. Birinci örnekte yarışta şamandıra dönmeden yarışı sürdüren tekneye yapılan protesto süresi içinde yapılmadığı için reddediliyor. İkinci örnekte  Boğaz’daki uluslararası yarışta, yarış talimatında balon deklarasyonu olmadan balon kullanan teknelerin  diskalifiye edileceği (DSQ) açıklandığı halde destek sınıfında deklarasyonu olmadan balon kullanan iki tekne 1. ve 2. olurken, bir tekne yarışta protesto bayrağını çekiyor ve  yarış sonrası protesto veriliyor.

 Ortaköy’deki ödül töreninde konuşan yarışın sponsorlarından  bankanın yetkilisi kendi personellerinin de destek sınıfında iki tekne ile yarıştıklarını (1. ve 2. olan tekneler) ancak protesto olduğu için durumun karara bağlanamadığını söylüyor ve gelecek yıl kendi tekneleri ile yarışacaklarını müjdeliyor (halbuki organizasyon sponsorlarının aynı organizasyonda kendi tekneleri ile yarışmamaları dünyada genel bir teammüldür…).

 Ödül töreninde destek sınıfındaki durum karara bağlanamadığı için bu sınıfın ödülleri verilemiyor, hatta olay çıkmasın diye ödül töreninde açıklamanın yapılmadığı bile söyleniyor! İki gün sonra verilen yarım sayfalık Hürriyet gazetesi ilanında diğer tüm sınıflarda ödül alan ilk üç tekne açıklanırken destek sınıfı sonuçları belirtilmediği gibi “henüz açıklanmadı” “ gibi bir ibare bile düşülmeyerek katılan 15 tekneye saygısızlık yapılıp bu tekneler yok sayılıyor. Yazı yazılana dek 1. ve 2. teknenin durumu değişmemişti ama değişse de yarışanlar açısından ilk tepkiler, davranışlar daha önemli. Ayrıntısına girmeyeyim iki olayda da sonuç yarış talimatlarına, kurallarına uyar, ya da uydurulur. Ancak her iki olay da “yasal” kılıfa uysa veya sponsorlar nedeniyle  işgüzarlık edilip uydurulsa  da “hukuka” uygun değil. Çünkü ikisi de yol hakkı vb. gibi “yarış içi” örnekler değil.  “Bu tür bir örneğe” talimat vb. açısından bakmadığım açıktır.

Doping yapmış bir atletin yarış kazanması veya  yelken yarışında  motor basmış bir yelkenlinin ödül alması ne kadar “lekeliyse” bu örnekler de o kadar “lekeli”. Böyle lekeli bir ödülü alsan kaç yazar? İster bilin, ister bilmeyin ne şekilde yapmış, ya da kullanmış olursanız olun centilmenlik, sportmenlik, durumu “öğrendiğiniz andan itibaren”  talimatlara sığınmadan “evet biz bir hata ettik!” demeyi gerektirir. Aksi halde “olay denizde geçebilir” ama buradan  ufkumuzu açacak, küçük, büyük tüm yarışçılara, kulüplere, sponsorlara  örnek olacak  bir “değer” “sembol” çıkmaz.

Kalıcı bir değer oluşması için neyin kazanıldığı kadar, neyin “nasıl kazanıldığının” da “önemsenmesi” gerekir. Bu tür “işbitiriciliğe” karşı denizi temiz tutmak isteyen bir zihniyetin de bunları kabul edilemez davranışlar olarak görüp, ilan edip, talimat dışı “farklı” yaptırımlar geliştirmesi yerinde olur. Örneğin talimatlara sığınarak bu tür yollarla yarışı bitirenleri centilmenlik dışı davrandığı gerekçesiyle bir sonraki “yarışa kabul etmemek” veya bu tür davranışlarda talimatlara sığınarak “hiçbir şey yapmayan” kulüplerin, sponsorların  “yarışlarına katılmamak” ve bunu da kamuoyuna deklare etmek gibi…

Haberde Bilginin Kayboluşu

Haberde magazinleşme, hafifleşme Batı medyasının kötü yanlarını örnek alan esas motifi “satış” olan Türk basınının pek yabancı olduğu bir konu değil. Görünen o ki denizcilik dergilerindeki rekabet arttıkça “denizi köpürten” bu tür bir habercilik anlayışının örnekleriyle  bu alanda da karşılaşır olacağız.  Geçtiğimiz aylarda ünlü denizci ve kılavuz kitaplar yazarı Rod Heikel’in, Temuçin Tüzecan’la röportajında Batı’daki yelken dergilerinin yöneticilerini “yelkene yeterince zaman ayırmamakla,  yelkeni popülerleştirmek ve satış yapmak uğruna denizi hafifleten yayın politikaları nedeniyle” eleştirmesini de seyir defterimize  yazalım. (Hürriyet 29 Ekim 2005).

Haberdeki bilgi kayboldukça haberin  hafifleştirilmesi, magazinleştirilmesi kolaylaşır. Haberin “köpürtülmesi” öncelikle başlık ve spot aracılığıyla  gerçekleştirilir.  Okuyucu da çoğunlukla başlık ve spottan haberi değerlendirir. Örneğin G.Saray- Beşiktaş maçı sonrası Hürriyet gazetesinin 1. sayfadan verdiği “G.saray’a asist Cordoba’yı yaktı” başlığı (9 Mayıs) spotuyla birlikte buna güzel bir örnektir. Gazete sansasyonel bir biçimde olayı farklı bir boyuta taşır ve spotta “…kale atışında kullandığı top cimboma gol pası olan Kolombiyalı kaleciden” söz ederek şüphe uyandırır. Amaç doğru olup olmadığına bakılmaksızın  sansasyon değeri yüksek gazete başlığının konuşulması, gazetenin birinci sayfasına çıkarılan bu tartışmanın spor gündemini,  hatta gündemi “belirlemesidir.”  

Sunum nasıl yapılırsa haberin akışı da oraya doğru yönlenir, yönlendirilir. Maçı seyretmemiş, futbolun yanına yanaşmamış, sadece başlık ve spottaki haberle yetinen okuyucu için bu bir şike haberi gibidir. Spotta da bazı unsurlar öne çıkarılarak başlık desteklenir: “fatura… kaleci Cordoba’ya kesildi”. Gerçekte olayın oluşumuyla (Cordoba’dan sonra topun kaç ayak değiştirdiği, gol vuruşunun güzelliği, olayın maçın son 15 saniyesinde oluşu vb…) başlık /spot bağlantısının ilgisi yoktur. Ama haberin bir “amacı” vardır ve tüm ayrıntılar gazete için “malzeme”dir. Gazete satış uğruna dilediği malzemeyi öne çıkarır, dilediğini atar, olayı müphemleştirerek farklı boyutlara taşır, asıl ayrıntılar da (tabii verilirse…) ancak haberin satır aralarında verilir.

Haberciliğin ilkeleri, haberin başlıkla/spotla çelişen bilgileri veya haberde olmayan (sonraki günlerde verilen…) bilgiler böyle bir habercilik anlayışı için pek sorun değildir. Bu tür habercilikle beslenen ve dünyayı çoğunlukla bu yolla “algılayan” okuyucu kitlesinin esas müşterisi olduğunun bilincinde olan haberci de çoğunlukla sadece başlığın okunduğunu bilir. Tv, dergi vb. gibi başka kanallarla haberin etkisi büyütülmeye çalışılır. Haber pek sahici olmadığı için de çoğunlukla aynı grup medyasında kullanılabilir.(Yazı için de faydalandığım farklı bir örnek için  bkz. Alper Görmüş, Aktüel sayı: 44, 11-17 Mayıs 2006)

Habercilik, Eğitim, Eğitmen

Yelken Dünyası okurları Mayıs sayısındaki Hasan Basri Sarvan’ın kaleminden Atlantik geçişinde yaşanan olayları ve Haziran sayısında Cumhur Gökova’nın yine aynı seyirle ilgili yazısını hatırlayacaklardır. Konu farklı kaynaklarda da yer aldı. Hem olayın kendisini hem de ele alınış biçimini  değerlendirebilmek için diğer kaynaklara da bakmak gerek.

Konu Mayıs ayında başka bir denizcilik dergimizde de “Türk Yapımı Kusursuz Fırtına” başlığı, derginin sunumu ve diğer bütün katılımcıların (hatta Hasan Basri Sarvan’ın tıpkıbasım yazısı ile…) anlatımı ile  yer aldı. Ancak ne yazık ki haberin başlığı ve spotları, ele alınış biçimi yukarıda söz ettiğimiz habercilik anlayışının izlerini taşıyor.

Aynı derginin  Nisan sayısında 10 sene önceki Deniz Kuvvetleri Kupası’nda 30-35 mil esen havada, bir kişinin de hastaneye kaldırıldığı gece denize düşme olayı  “Zor Anlar” bölümünde “hikaye” edilirken, okuyucuya düşen kişinin can yeleği olup olmadığı bilgisi bile aktarılmazken (ben olmadığını aktarayım…) bir ay sonra aynı kalem propaganda değeri yüksek bir habere ulaşınca bunun da denizde herkesin başına gelebilecek zor bir an olduğunu unutup “Denizciliğe güven mi, maceraperest ruh mu, cahil cesareti mi” diye editörün notuna başlık  atabiliyor.

İlk olay “Devrilen bir yelkenlinin altında kalmak” gibi gayet ağırbaşlı ve olması gereken bir başlıkla sunulurken, ikincisi bir film afişi eşliğinde kocaman kırmızı puntolarla “Türk Yapımı Kusursuz Fırtına” olarak gösterime giriyor… yazı ve röportajlar İnternette de okumaya açılıyor, gazetede (haber Sabah gazetesinde tam sayfa yer aldı), alışveriş merkezinde tanıklarla birlikte sohbet toplantılarıyla, etkileyici sunumlarla  gösteri devam ediyor…

Oysa denizcilik açısından bakıldığında denizde her an herkesin başına koşulları, güçlüğü farklı olmak kaydıyla birçok tatsız olay gelebilir ve sorun ister Çanakkale Boğazı’nda ister okyanusta ortaya çıksın sonuçları bir felaket olabilir : “Okyanus asla affetmez… Durum kötüleştiğinde ve okyanusta fırtına patlak verdiğinde yalnızca deneyim ve yetenek ve belki de biraz şans unsuru hayatta kalmanızı sağlayabilir” diyor Heavy Weather Cruising  (Ağır Havada Seyir)kitabının yazarı Jeff Toghill. Ve ekliyor “Kıyıdan ister bir mil açıkta olun, ister 100 mil. Sorunlar hep benzerdir fakat tıpa tıp aynı değildir, gerçi kıyıdan bir mil açıkta olmak 100 mil açıkta olmaktan daha tehlikelidir…İstatistikler teknelerin kıyıdan biraz uzaktaki sularda açık okyanus sularından daha fazla felakete uğradıklarını göstermektedir ki bu da  kıyıdan uzaktaki seyrin az bilinmesi kadar önemlidir… Ama sorun nerede ortaya çıkarsa çıksın sonuçları bir felaket olabilir ve bir kez daha denizcinin hayatta kalması yeteneğine ve deneyimine ayrıca okyanusun sakladıkları ile baş edilmesine bağlıdır” (Çeviri Çiğdem Zabcı).

Dergi spotta “fırtına mevsimi olarak bilinen Mart ayına” vurgu yapıyor. Ve editörün notunda “yazılanları okuduktan sonra kolay kolay bir daha hiçbir Türk teknesinin Mart ayında Atlantik Okyanusu’nu bu rotada geçmeye kalkışacağını sanmıyorum” deniyor . (Aynı yanlış Yelken Dünyası’ndaki yazının spotunda da “Atlantik’te geçilmemesi gereken dönem” şeklinde yer alıyor).

 Yukarıda asıl kaybolanın haberdeki bilgi, ayrıntı olduğunu söylemiştik. Burada kastedilen fırtına acaba kaç kuvvettir ? (7, 8, 9, 10,11,12, 12+1 ???) Bermuda-Azor rotasında Mart ayının fırtına mevsimi olarak bilindiği, bu mevsimde bu rotanın geçilemeyeceği nerede yazıyor? gibi soruların cevapları tabii ki havada kalıyor. Çünkü bu soruların cevapları yani “bilgi” atılan başlıkla çelişiyor. Aslında olan biten basitçe olayın “sorun” olarak görülmesi ile “malzeme” olarak görülmesi arasındaki farktır. Sorun olarak görürseniz “bilgi” hayati önemdedir. Belki “medyatik cazibesi” yoktur ama vereceğiniz her bilgi denizin daha fazla tanınmasına, denizciliğin gelişmesine yarar.

Yazının sonunda meraklısı için bilebildiğim bazı referansları sıralayacağım ama kabaca aktarayım sadece bu rota için (Bermuda Azor)  baktığım kitaplarda tavsiye edilen en iyi geçiş zamanı “Mayıs- Haziran” aylarıdır.  Örneğin Jimmy Cornell “World Crusing Routes”da Haziran’daki orkan riskinden de söz etmesine rağmen en iyi geçiş zamanı olarak Mayıs- Haziran aylarını veriyor. (Cumhur Hoca geçen ayki röportajında Nisan- Mayıs olduğunu söylüyor…)

 Yine istatistiklere göre rotada Haziran-Kasım arası tropikal fırtına riski var (fırtına riski nedeniyle geçilmesi “önerilmeyen” veya geçilecekse bu fırtınalara dikkat edilmesi gereken dönem!), Temmuz sonrası orkan riski artıyor ve Eylül’de en yüksek noktasına ulaşıyor. Neredeyse bir asırlık ortalamalara göre her mevsim 9-10 tropikal fırtına (rüzgâr hızı olarak söylersek 34-63 knot arasına tekabül eder) meydana gelir ve bunlardan 5-6 tanesi rüzgâr hızı 64 knottan fazla olan orkana (hurricane) dönüşür. Aslında rota yıl boyu değişken rüzgârların olduğu bir bölgedir.

Ortalıkta korku filmi gibi fırtına sözü uçuşurken örneğin bir bilgi olarak Kuzey Atlantik’te aylara göre “fırtına dağılımından ” da söz edilmesi, bunların istatistiklerinin verilmesi  gerekmez mi? Şüphesiz gerekir ama konuya ilişkin farklı bilgiler sunmak  “Türk yapımı kusursuz fırtına” argümanını ve iddiasını havada bırakır. Okyanus geçmiş Hülya Leigh Mavi Güzel’de (Naviga Yay. İst. 2005, s. 247) “Okyanus bu, her şeye hazır olmak, her şeyi beklemek lazım” diye yazıyor. Sadun Boro Pupa Yelken’de “…rüzgâr haritasında Kanarya ile Cape Verde Adaları arasında fırtına ihtimali %1 olarak gösterilir. Gerçi bu %1’de bize rastladı ya, artık o da şans…” (s. 34) diyor. Yani okyanusta çok garantili istatistiklerle yola çıktığınız seyirlerdeki hava durumunun bile bir garantisi yok. Yukarıda uzun yıllara dayanan ortalamalar vermiştim ama  kısa vadeli ortalamalar hiç buna uymayabiliyor, örneğin bölgede 2000-2004 ortalaması 13 orkan!

Haberciliğin temel ilkeleri açısından bakıldığında taraflardan birine ulaşılamıyorsa -ve onun söyleyecekleri de olmazsa olmaz ise- haber yorumsuz aktarılır. Zaten 2. aydaki röportaj (ki onda farklı “bilgiler” var…) ilk ay olsaydı başlık kadar, yukarıda belirttiğim spottaki iddialar da sırıtır, olay eğitimci, katılımcı zihniyeti gibi çok farklı yönleriyle incelenmeyi de gerektirirdi….

Fırtınadır o yolcunun aradığı sanki fırtınada huzur bulacak

Bu seyre katılıp, bu fırtınayı atlatanlara öncelikle geçmiş olsun diyelim. Dileriz olayın travmasını tez zamanda atlatıp daha güvenli seyirlerle denize açılırlar. Artık onlar da sohbet toplantılarına katılabildiklerine, merak edilen sorulara cevap verebildiklerine göre olanı biteni daha rahat sorgulayabiliriz. Bence buradan ilk planda çıkarılacak ders, sorgulanacak yön bu işin teknik detayları, ya da ihmaller zinciri, denizcilik bilgisi vb.  değil. Bu nasıl bir öğrenme biçimidir, öğrenme isteğidir? Katılımcılar böyle bir seyirde 1800 mil boyunca Okyanus’un ortasında günde en azından 8-12 saat vardiyada olacaklarını, dümen tutacaklarını bunu da iki kişilik ekipler halinde yapacaklarını yani yolcu değil mürettebat olduklarını bildiklerine göre kendilerini buralara getiren “rüzgâr” hakkında düşünmelidirler. Yaşananlardan sonra “çok şey öğrendim, ama başka şekilde öğrenmeyi tercih ederdim” deniyor ama normal bir seyirle Atlantik aşılsaydı eminiz ki herhangi bir sorgulama, pişmanlık söz konusu olmayacak, bu sefer de sayfalarca başarılı bir geçişin öyküsü anlatılacaktı. Yarım asra yakın denizlerde dolaşmış bir amatör denizci  bilgesinin (Marcel Bardiaux) oldukça tartışmalı da olsa “bir konudaki” görüşleri  bizi uyarıyor: “Günümüzde yelken yapanların çoğu kendileri için yapmıyorlar. Bu işte samimi değiller… Bugünkü yatçılığın temel motifi, başardığınız şeyleri evde anlatmaktır. Onlar ün yapmak için yelken yapıyorlar. Gazetede adlarını okuyabilmek için yarışmalara katılıyorlar. …bugünün yelkencileri, yelken yapmaktan mutlu oldukları için bu işi yapmıyorlar.”  Fırtınalar Diyarında, Bobby Schenk, çev. Hakan Toğluk, AMYC Yayınları, Temmuz’da çıkacak )

Denizcinin Günlüğü’ndeki (ADF Yayınları, 2006) Sadun Boro’nun Açık Deniz Tutkusu’nu (Temmuz 3. hafta), Osman Atasoy’un Uzunyol Denizciliğinin Sırları’nı (Ağustos 4. hafta) anlattığı satırları bir de bu gözle okumakta (daha iyisi Boro’nun, Atasoylar’ın, Hülya Leigh’in kitaplarını okumakta)  fayda var.

Fırtına Sadece Denizde mi?

Cumhur Hoca’nın bu seyri ve “ ben yine bu yolu seçerim, benimle geliyorsanız her an maceraya hazır olun ve hiçbir zaman kolay yolu seçmeyeceğim” mealindeki sözleri için söylenecek çok şey var ama kısaca sözlerin hayli “manidar” olduğunu söylemekle yetineyim.

Hoca aynı ekiple aynı yola tekrar giderim diyor ama ekibin o yolu bir daha gitmeye ne yazık ki niyeti, isteği yok! Fırtına boyunca neredeyse “hatim” indiren ekibin “hayatı boyunca anlatacak travmatik bir hikayesi” var…ama anlaşılan Hoca’nın buradan çıkardığı  kıssadan hisse  hayli farklı. Şüphesiz herkes her zaman böylesine şanslı olmayabilir. Hoca’nın biraz travmatik de olsa “uygulamalı” denizde canlı kalma kursu da verdiğini önceden ilan etmesinde fayda var, böylece belki katılımcıların da seçme şansı olur!  Kitaplar 10 kuvvet ve fazlası havadaki seyri “survival storm” , yani bir hayatta kalma mücadelesi olarak adlandırıyor.  Atasoy’un yukarıda sözünü ettiğimiz satırlarından kısa bir alıntı: “Bir kez okyanusa çıkıldı mı tekne ve denizci kaderleriyle baş başa kalırlar. Başları sıkıştığında… etraflarında yardımlarına koşacak kimse yoktur. Bazen sığınılabilecek en yakın liman binlerce mil uzaktadır. Denizci yıllardır denizlerde dolaşmış olsa bile, tecrübesinin bir yere kadar işe yarayabileceğini ancak o zaman fark eder. Denizin ne muazzam bir güç olduğunu, ne kadar iyi donatılmış olursa olsun teknesini ve kendini nasıl kolayca yok edebileceğini idrak eder.”

Amatör olarak bilmemiz gereken denizde emniyet  kurallarının kimsenin bilgisine, görgüsüne, insafına, iddiasına, fıkrasına terk edilecek kurallar olmadığıdır. Denizciliğin kurallarının, sınırlarının bulanıklaşmaması için dümenin ne yana alabanda edildiğine bakmamız, o manevrada kendi sorumluluğumuzun da olduğunu “bilmemiz” gerekir. “Sağduyu denizcinin kılavuzudur” diye biten  Amatör Denizci Elkitabı’nın (ADF Yayınları) giriş yazısı “Amatör Denizcilik ve Denize Açılmak” bölümü konuya ilişkin   uyarılarla doludur.

Bir konuyu ele alırken onu “malzeme” değil “sorun” olarak görürsek paylaşacağımız, ekleyeceğimiz, soracağımız, öğreneceğimiz, ders çıkaracağımız, aktaracağımız  çok şey vardır. Bu sayede kişisel kanaatler (bkz. spotlar ve katılımcı anlatımları) ile nesnel bilgileri birbirinden ayırabilir “bilgi”ye dayalı, insanları cesaretlendirici, hataları giderici, ufuk açıcı, olayın arka planına da göz atan, haddini bilen ve en önemlisi  “giderek daha fazla her koşulda denizi tanıyan, tanıtan bir denizcilik anlayışına” doğru rota tutabiliriz. Fırtına sadece denizde mi? Olayın kendisi kadar buradaki eğitimci anlayışı, katılımcı zihniyeti önemli değil midir?  Ama maalesef sunum nasıl yapılırsa haber de öyle gelişiyor. Mazruf değil zarf önemli olduğunda denizi tanıtmak da ikinci planda kalıyor. Anlatımlarda olanı biteni karşılaştıracak, değerlendirecek, donanımımızı arttıracak “nesnel” bir bilgi yoksa hangi “tecrübeyi” paylaşacağız? Siz siz olun okyanusu geçmeyin diyerek mi denizlerde çoğalacağız? Korkuya, dehşete düşürmek, kimi küçültücü sıfatlarla anmak, “mart ayında geçilmez” gibi efsaneler yaratmak yerine bilgi vererek, konuyu “her yönüyle” tartışmak, tartıştırmak daha  denizci bir duruş olmaz mı?

Üstadımız Sadun Boro 1952’de Atlantik Okyanusu’nu ilk geçişinde 24 yaşındaydı. 10.5 metrelik Ling kotrasıyla fırtınalara karşı koyarak 38 günde bu geçişi yaptığında yanında yelkencilik bilmeyen birisi vardı…

Fırtına ve Atlantik Geçişi ile İlgili Bazı Kaynaklar

Yıllar önce  sert hava seyri, fırtına taktikleri vb. ile ilgili bir referans kitabın basılması için uğraştım, hatta 2000 yılında konunun en çok bilinen ve en iyi yazılmış temel kitabını  (K.Adlard Coles,  Heavy Weather Sailing)  iki bölüm halinde basmak konusunda A. Coles Nautical ile de anlaşmıştık ama bastırabilmek kısmet olmadı. Ama AMYC yayınlarının programında  bu konunun temel kitaplarından birinin basılması var, dilerim gerçekleşir. Yukarıda sözünü ettiğim, okyanus geçmiş denizcilerimizin kitaplarında da konu ile ilgili hayli öğretici bölümler var. Örneğin Sadun Boro  Pupa Yelken’de (s.36) fırtınayı atlatmak için kullandığı deniz demirinden söz eder. Okyanustaki fırtınalarda karşılaşılabilecek durumlar (ör. kırılan/kırılmayan dalga, tekne içi kaza sıklığı…), alınacak tedbirler (ör. paraşüt demiri/drog farkı…) konusunda daha  farklı bilgiler bulunabilecek bakabildiğim bazı referans kitaplarını da yazayım:

  1. Heavy Weather Sailing /Adlard Coles’, Peter Bruce (der.) AD Nautical.
  2. A Manual Of Heavy Weather Cruising, Jeff Toghill, AD Nautical.
  3. Heavy Weather Tactics, Earl Hinz, PC Publications.
  4.  How to Cope With Storm, Dietrich von Haeften, Sheridan H.
  5.  Heavy Weather Cruising, Tom Cunliffe, Fernhurst.
  6. Sailing in Heavy Weather (DVD) J. Neal & S. Dashew, A Ben. Mar.

Seyirler için önerebileceğim üç kitap:

1.  The Atlantic Crossing Guide, Philip Allen, Adlard Coles.

2.  World Cruising Routes, Jimmy Cornell, Adlard Coles.

3.  Handbook Offshore Cruising, Jim Howard, AD Nautical.

On ikisi fırtınayla/havayla ile ilgili kırk deniz kazasının anlatıldığı bir kitap:

1.  Total Loss, Jack H. Coote, AD Nautical.

(Yelken Dünyası, Temmuz 2006)

Similar Posts