MAT Yatının Atlantik Gezisi

Teoman Arsay


Yılın her zamanında seyirde görebileceğiniz Teoman (Arsay) abimizin teknesi MAT’ın Karadeniz’den Kızıldeniz’e, oradan Atlantik’e “kayıtlı” yaklaşık 200 bin mil seyri, seyirler boyunca biriktirdiği onlarca anısı, denizciliğe ilişkin sayısız bilgisi/deneyimi var.

MAT’ın uzun seyirlerinden biri olan, 16 Eylül 2002’de başlayan Atlantik gezisi Yelken Dünyası dergisinde “MAT Yatının Atlantik Seferi” üst başlığıyla bölümler halinde yayımlanmıştı (2002-2003). Dokuz ay süren 12 892 millik Atlantik gezisinin fotoğraflar, çizimler ve metin elden geçirilerek tek bölüm haline getirilen seyri “MAT Yatının Atlantik Gezisi” başlığıyla toplu halde ilk kez okuruyla buluşuyor. Teoman abinin seyir notlarına/gözlemlerine toplumsal gidişatımız/geçmişimiz ve amatör denizcilik üzerine düşünceleri de eşlik ediyor. Keyifli okumalar…

S/Y MAT:

Tekne cinsi: ÖZEL YAT İnşa yeri /yılı: İSTANBUL, 1980 Bağlama limanı: İSTANBUL

Tescil boyu: 17,7 m. Tam boy: 19,20 m. Eni: 4,45 m. Derinliği: 2,85 m.

Gros ton: 44,48 Net ton: 25,41 DWT (DWT) Toplam makine gücü: 250 BHP

MAT

12.09.2002

Uzun yolculuğun başlangıcında ilk etap

İSTANBUL’DAN MALTA’YA…

Geçtiğimiz ay ortalarında İstanbul Ataköy Marina’dan başlayan yolculukta 825 Dm (deniz mili) yol kat edip Malta’ya geldik.

Pame! Sabahın 02:30’u, ortalık kapkaranlık. Büyümekte olan mehtap, bulutların arkasına saklanmışken, bizi çeviren Yunan Sahil Güvenlik botu işte bu emirle gazlayıp bir anda yanımızdan ayrıldı ve karanlığın içinde kaybolup gitti.

Pame! Boyu 18-20 metre dolayında, fiber bir bot, üstünde üç kişi ile, içeride belki başkaları da vardı, karanlıktan seyir fenerleri kapalı gelerek Lavrion önlerinde bizi durdurup pasaport kontrolü yaptıktan sonra ayrılırken duyduğumuz son emirdi “pame”, Türkçesi, “gidiyoruz” ya da “gidelim” demek.

Aklım bir anda çook gerilere taa 50’li yıllara gidiverdi. Dört motorlu dansöz Pamela gelmişti İstanbul’a ve gece kulüplerinde sahneye çıkıyordu. Pamela’nın dört motoru dört püskülden ibaretti. İkisini poposunun iki yanağına, diğer ikisini de göğüslerinin uçlarına, sanırım vantuzlarla emdirip -iğne iplikle dikecek hali yok ya- sahnede önce teker teker, sonra ikişer ikişer sonra da dördünü aynı anda aynı veya karşı yönlerde savururken kendisi de ayaklarının ucunda döner dururdu. Pamela 67(!) derece miyoptu, sahne önüne ona yakın oturup kendisine çiçek ya da şampanya gönderen hayranlarını pek seçemezdi ama yine de hepsine sırıtır dururdu. Hayranları ise görülüp beğenildiklerini sanarak kasılırlar da kasılırlar. Pamela’nın motorları ile yer değiştirmeyi düşlerlerdi. İnsan beyninin derinliklerindeki kuzu sıçramala­rından birisiyle Pame’den Pamela’ya gidiverdi düşüncelerim sabahın iki buçuğunda.

YOLCULUK…

İstanbul’dan ayrıldığımız ikinci günün gecesinde oldu bunlar.

Pazartesi 16 Eylül 2002 gününü, çook gecikmiş ve artık gerçekten yılan hikâyesine benzemeye başlamış bir yolculuğun başlangıç günü olarak seçmiştik.

Yuvamız Ataköy Marina’dan aksaksız tamamlayacağımızı umduğumuz Karayip Adaları’na gidip gelme yolculuğumuza saat 13:30’da sağanak beteri bir yağmur ve 30-35 not esen bir rüzgârla başladık. Yakıt almamız tamamlanmak üzereyken, acayip bir yağmur başladı. Baktık olacak gibi değil, yakıt almayı kestik, aceleyle halatlarımızı çözdük, tekneyi mendirek dışına sürdük ve yelkenle­rimizi bastık. Yakıt istasyonunun sa­çakları altında bekleyen sevgili dost ve arkadaşlarımızla son bir defa daha kucaklaşamadan yola çıktık ama hepsinin el sallarken yüzlerinde oluşan biraz üzgün biraz şaşkın ifade hafızalarımızda o şekliyle donup kaldı ve tekrar görüşene kadar da kalacak.

Yılbaşından beri hazırlanıyorduk yola çıkmaya, yaş ortalaması 67 civarında üç kişi ve bu ortalamayı 60’a indiren yardımcım Efendi Kaptan Ahmet’le beraber.

Hazırlıklar son gecenin akşam saatleri­ne kadar sür­müştü. Olduk­ları yerde 23 yıldır duran iki adet alümin­yum balon gön­derinin boyları kısaltılmış ve ana direkteki raylı arabalarına monte edilmiş­lerdi. Yolda ikiz yelken kullan­mayı düşünüyorduk. Yine 23 yıldır evin bodrumunda bekle­yen bir adet Cenova 3, Kaya’nın atölyesinde kesilip biçilerek ıs­kota yakası yükseltilmiş, güngörmez yakasının açısı değiştiril­mişti. Yaklaşık %20’si sarılı kul­lanacağımız orijinal cenova ile flok istralyasında taşıyacağımız bu muaddel yelkenin oluşturdu­ğu 200 metrekareden fazla alan tekneyi pupa seyrinde çekecek­ti. Havuzluğun önündeki açılır kapanır camlı çerçeve, dostu­muz Cengiz Özgülün takibi, Bofor firmasının gayreti ve sab­rı ile yenilenmiş, lastik botu baş üstünde taşırken yararlanmak üzere güvertenin orasına burası­na mapalar ilave edilmişti. Daha bir sürü ufak tefek değişiklikler ve ekler toplam süresi 9 ayı aşa­cak olan yolculuğumuzun gü­venli ve rahat geçmesi için dü­şünülmüştü de ne denli işe yara­yacaklarını zaman gösterecekti.

SEYRİN İLK SAATLERİ…

Camadana vurulmuş ana yelken ve flokla 8 notun üstünde süratle Kumburgaz açıklarına kadar yağmur altında geldik. Yeşilköy yönünde, yağmur altın­da uzaklaşırken, mendirek üze­rinde gidişimizi seyreden Murat Emiralioğlu ile telefonlaştık, “gel” desem, gelecekti sanki, sesinden öyle sezdim.

Güzelce’yi biraz geçince rüz­gâr bermutat bitti, yağmur dur­du, gök parçalı bulutluya dönüş­tü ve yelkenleri sardık, marşa bastık, rotamıza girdik, Çanakkale’ye doğru yol verdik moto­ra. Bu ilk günde vardiya düzeni­ne geçmemek kararındaydık. Bu nedenle de herkes ortalıkta dolaşıp bir şeyler yapmaya çalışı­yordu. Sabah 05:00 sularıydı, Mehmetçik Feneri’ni arkamızda bırakıp Bozcaada’nın batısından 210 derecede yürümeye başla­dık. Saat 07:00 sularında başla­yan poyrazla bir süre yeldümenimiz Şerife’yi denedik ve sergi­lediğim, Şerife’nin bayrak kılıfını yelken bezinden pleksiglasa çe­virmek gibi, çok üstün bir zekâ ürünü buluşumun asla işe yara­mayacağını gördük. Pleksiglası söküp başaltına koyduktan son­ra Şerife’den özür dileyerek ori­jinal fistanını yeniden giydirdik ki, rüzgâr bitti. Şerife, pleksiglas giyimi ile hiç işe yaramadı, tek­neyi bir türlü rotada tutamadık, arkamızdan yılan gelseydi bir yandan bir yana 50 dereceye varan kıvırmalarımızda hayvan­cağız dağılırdı herhalde.

Yeldümen Şerife

Adı İngilizcede “wind vane steering” olan ve rüzgârla çalı­şarak yelkenli teknelere uzun seyirlerde dümen tutturan alete verdiğimiz “yeldümen” ismi­nin telif hakkı sevgili dostum Erol Kepenek’e aittir. Denizciler Sivil Toplum İnisiyatifi DSTİ’nin ilk düzenlediği Esenköy ral­lisinde, düzeneği kurup dener­ken, Erol Kepenek ismini böyle koymuştu, bizde de böyle kala­cak artık. Şerife ismini ise bana bu yolculuk boyunca refakat edecek denizci dostlarım, ama­tör denizciler için Ukrayna ve Karadeniz rehber kitaplarını ya­zan İskoç asıllı İngiliz çift Dore­en ve Archie Annan’dan devşirdik. Yola çıkmadan birkaç gün öncey­di; yeldümen de­nemesi için deni­ze çıkıp, perfor­mansını beğendi­ğimizde, mutlu so­nucu kutlamak için kadeh kaldırırken, Doreen ‘in şivesi ile şerefe kelimesi bir anda Şerife oluverdi ve öyle kaldı. Bu arada belirtmeden geçmeyeyim; Annan çiftinin yazdığı kitaplar Ataköy Marina ve Ataköy Marina Yat Kulü­bü’nün (MAYK) yayınlarındandır ve ikisi­ni de aynı adresten temin et­mek mümkündür. Daha sonra MAYK kısaltmasının içeriği Marmara Açıkdeniz Yat Kulübü olarak değişmiştir.

Şerife’nin mekanizması

BATIYA DOĞRU…

Akşamüstüne doğruydu, Skiros Adası’nı geçiyorduk, birden tepemizde Yunan Deniz Kuv­vetlerine ait bir helikopter belir­di, bilinen tombul burunlu Augusta-Bell tipinden. Neredeyse direk seviyemize kadar alçalıp etrafımızda iki tur attıktan sonra gitti. El salladık ama cevap ala­madık. Gece başladı, bu defa yi­ne bir helikopter tepemizden doğuya doğru bir gitti bir geldi. Belki manevralar vardı da biz bilmiyorduk. Aynı gecenin için­deydi işte Yunan Sahil Güvenlik botun­un gelişi. Andros ve Evya Adala­rı arasındaki kanaldan geçmiş, Lavrion önlerinde batı yönünde ilerliyorduk. Radarda süratle yaklaştığını gördüğümüzde bir an için kendimizi İsrail sularında sandık. Onların da çok süratli, ancak radarda gözükmeyen ve sesi hiç duyulmayan acayip bot­ları var. Gecenin ortasında ani­den teknenin üstüne gelip koca­man bir projektörle ortalığı gün­düze çevirip, insanın yüreğini ağzına getiriyorlar. Gerçekten olabilseydi, insanın yüreği ağzı­na acaba nasıl gelirdi? Neyse, bizi de işte böyle çevirdiler, yol kestik, durduk, son derece ki­bar, kendi usturmaçalarını döşe­mişler, biz de bir iki tane döşe­dik, baştan kıçtan kendi halatla­rını verdiler. Tekneye atlama­dan, bir metre mesafeden pasa­portlarımızı ve teknenin kâğıtla­rını birisi uzanarak aldı, gitti içe­ride kontrol etti, geldi. Nereden gelip nereye gittiğimizi sordu, teşekkür etti, iyi yolculuklar dile­di. Halatları koyuverdik ve komu­tanları Pame! deyince gazlayıp kayboldular, benim de aklıma ancak Pamela gelebildi, Pava­rotti gelemedi. Lavrion ‘da Yu­nanistan’ın en büyük mülteci kampı var. Herhalde o nedenle de denizin üstünü daha sıkı kontrol ediyorlardır diye düşün­dük.

çizim Archie Annan

PİRE VE KORENT KANALI…

Sabah saat 04.00 sularında Pire limanının önünden geçtik. Orada da limanın giriş ve çıkı­şında bir trafik ayırım düzeni var. Adalar arasında çalışan ve yolcularını sabahın ilk saatlerin­de karaya boşaltmak üzere peşpeşe gelen yolcu gemilerinin arasından karşıya, batıya geçtik, Atina’nın ışıkları göğü aydınlatı­yordu. Öğlen saat 12:00’de Korent Kanalı’nın kapısındaydık. Kanal işletmesi özelleştirilmiş. Rıhtım yenilenmiş, tertemiz. Yanaştık, telefonla mazot ısmarlamıştık, küçük bir tanker gelmiş bekliyordu. Liman geçiş ücretini yatırmaya gittim, hesap kitap 295 Euro tuttu, kredi kar­tıyla ödemek mümkün. Yakıtı­mızı aldık, 700 litre harcamışız, hesapladık ki, saatte 18 litre ya­kıyoruz.

Bu arada karşı trafik geçti, kanaldan römorkör yedeğinde bir gemi ile birkaç tane yat geldi, biz de önümüzde Yunan bayraklı bir gulet, arkamızda bir küçük römorkör sırayla kanala daldık. Kanalın genişliği 24 metre, derinliği 8 metre, uzunluğu da 3 mil artı birkaç santi­metre. Batıya bakınca yokuş çıkarmış gibi görünüyor, doğuya bakınca da yokuş inermiş gibi; göz aldanması ama nasıl oluyor çıkaramadık.

Korent Kanalı

YILLAR ÖNCE…

Korent Kanalı’ndan ikinci kez geçiyordum. Birden düşüncelerim 35 yıl geriye kaydı, Denizcilik Bankası’nın Ege gemisiyle Venedik’ten yola çıkmıştık. Tarih herhalde aralık ayının 24’üydü ve 42 saat süreyle keşişlemeden esip bütün Adriyatik Denizi’ni kuzeye kadar sıkıştıran gündönümü fırtınasında dövünüp dövüşüp Patras Körfezi’ne girmiş, sakin sulara kavuşmuştuk. Süvari bey fırtınayı beklediklerini, ancak geciktiğini söylemişti. Koca geminin başı her üçerlemede yarı beline kadar sulara dalıyor, rüzgârın kaldırdığı ağır serpinti ise kaptan köşkünün sürme yan kapılarından yol bu­lup içeri giriyordu. Fırtına sefe­rin ilk sabahında kuvvetlenmişti ve Süvari bey ile belki iki saat süreyle köşkün göğüs camı önünde boylu boyunca uzanan ahşap tutamağı kavramış vazi­yette hem denizi seyretmiş hem de ülke geleceği üzerinde fikir yürütmüştük. Gemide 6 yolcuy­duk ve 200 ton da yük vardı, kesinlikle zararına yapılan bir seferdi, ama denizlerde bayrak gezdiriyorduk. Devam eden fırtı­nadan sıyırıp Patras Körfezi’ne girdikten sonra gece saat 23:00 dolayında Korent Kanalı’nı rö­morkör yedeğinde geçmiştik, kısa kollu gömlekle, mehtapta, kaptan köşkünün kanatlarından hemen 1-1,5 metre dibimizdeki yumuşak kayalardan oluşan du­varlara bakıyorduk. Bugün aynı duvarlarda, su yüzeyine yakın seyrederken bakınca, onlara sürtünmüş gemilerin boya izleri­ni bol bol görmek mümkün. Bi­ze o zaman kocaman gözüken Ege gemisinin ise pek kocaman olmadığını bugün kanaldan ge­çen gemileri görünce daha iyi anlamak olası.

O zamanlar (50’li yıllarda) ülkede Amerikan pazarları var olmaya başlamıştı. İthalat kısıt­lıydı ama Amerikan pazarların­da önceleri kullanılmış daha sonraları ise (60’lı yıllarda) yeni eşyalar satılmaya başlan­mıştı da malların nereden geldiği pek bilinmez sadece tahmin edilirdi. O seferde de bizim ge­mide kimi personel, aileleri için aldıklarını söyledikleri birtakım eşyayı, yalvar yakar gardıropla­rımıza yerleştirmeye kalkışmış­lardı. Gemi İzmir’den Türkiye’ye girecekti, dolayısıyla gümrük iş­lemleri İzmir’de yapılacaktı. Bu nedenle de İzmir-İstanbul arası iç sefer olacaktı. Biz de gümrük­çülere gardıroplardaki eşyanın bize ait olduğunu söyleyecektik. Kabul etmeyince de biraz bozul­muşlardı.

İzmir’de gümrükçüler gelip, gemide bir sürü sahipsiz (!) eşya bulup, tutanağa geçirip gittilerdi. Geminin etlerinin korunduğu dolaptan 300 adet “twin set” (üstüste giyilen ince yün kazak ve yelek takı­mı) çıkmıştı; sahipsiz (!)… Sonra İzmir’de gemiye iç sefer için bir sürü hanım yolcu bindiydi. Yeni yolcular neredeyse bütün kama­raları doldurdulardı. Yola çıktık, restoranda her taraf Murano işi kristal tabak, çanak, biblo ve kül tablaları ile dolmuştu, personel kendisi satıyordu, malların hep­si de Amerikan pazarlarından daha ucuzdu sanki. Anlaşılan bunlar gemide bulunamayan sa­hipsiz (!) mallardandı. Sonra, İs­tanbul’da rıhtıma yanaştık, İz­mir’de gemiye binen hanımlar üçer beşer bavulla indilerdi. Bir kısmının personel aileleri olduk­ları söylendiydi. Personelin ise 24 saat süreyle gemiden çıkma­sı yasaktı. Devletin Denizcilik Bankası’na ait gemisi zararına sefer yaparken ülke ekonomisi­nin gelişmesine bir başka yol­dan katkıda bulunuyordu.

İnsanlara insanca yaşamak hakkını tanımayan, onları; ya­şamlarını sürdürmek için olma­dık yokuşlara koşan bir uyduruk düzenin bugünümüzü ve yarını­mızı neden bu kadar geciktirdi­ğini anlamak için bunları yaşa­mış olmak gerçekten şart mıy­dı? Mesele önünde sonunda ge­lip onun aramızdan erken ayrıl­mış olmasına dayanıyor. Bizi bı­rakıp gitmeseydi, biraz daha di­şini sıksaydı, arada olanların hiçbirisi olmayacaktı, çünkü o akıllıydı, gerçekçiydi, batılıydı, çağdaştı, bizi ve ülkesini seviyor­du, harcadığı onca çabayı heba etmeyecekti.

TRİZONİA ADASI’NDA BULUŞMA…

Öğleden sonra saat 15.00 sıralarında önceden telefonla anlaştığımız üzere Venezuela bayraklı Tunnix yatlarıyla Hırva­tistan gezisinden Antalya’ya dönmekte olan arkadaşlarımız Hans ve Gisela ile buluşmak üzere Trizonia Adası’na ulaştık. Fındık kadar bir ada, sahilden 1 milden az açıkta, Patras Körfezi’­nin kuzey yakasında. Çok güzel bir mendireği var. Belki 40-50 hanelik bir köy ve de önünde bir küçük koy daha. Yamaçta bir restoran, arka yamaçta da bir bar. Deniz suyu sıcaklığı 25 de­rece, limanın içinde yüzülüyor. Schengen vizelerimiz var, Yu­nan bayrağının altına bir de Q bayrağını bastık, ne anlama ge­lirse gelsin artık ve bağlandık. Yani belki de demek istiyoruz ki, her ne kadar ülkeye girmediysek de serbest geçiş istiyo­ruz. Gemimizde hastalık yok, bı­rakın da bir akşam limanda ka­lıp yemek yiyelim, sabah da kal­kar gideriz, dışarıda deniz kötü çünkü. Lokanta çok iyiydi, 6 ki­şi yemek yedik, 2 kılıç şiş, 4 do­muz pirzolası, 3-4 litre de şa­rap, meze ıvır zıvır, Hans dostu­muz hepsine 68 Euro ödedi.

Adaya ekmek bile karşı kıyıdan geliyor. Köy meydanına bir kâ­ğıt asmışlar, herkes önceden gi­dip tekne adını ya da kendi adı­nı yazıp kaç ekmek istediğini belirtiyor. Öğleye doğru ekmek­ler gelince gidilip alınıyor, kimse kimsenin ekmeğini araklamıyor(muş). Barınak sadece yat dolu, aralarında KAYRA’ya ka­tılmış olanlar dahi var. Kışlamak için çok sevilen bir yermiş, ya­bancılar teknelerini kış süresin­ce bağlayıp ülkelerine gidiyor­larmış. Romantik, unutulmuş, mahmur, öylesine bir ada işte, keşke hep öyle kalsa.

KEFALONYA KANALI

Sabah 05:00’de kalktık, yola çıktık. Patras kentinin yakınında Korent Kanalı’nın ana topraktan kopardığı Peloponez yarımada­sını karaya bağlayan yeni bir otoyol köprüsü yapılıyor. Köprü 4 adet beton ayak üzerine yerle­şecek ve yol bir yay gibi 60 met­reye yükselerek geçecek. Avru­palı olmanın getirdiği avantaj­lardan birisi de herhalde bu köp­rüyü yapmak için bulunan paradır.

İnşa halindeki köp­rü ayaklarının ara­sından saat 07:00’de geçtik ve Kefalonya Kanalı’na rota koyduk.

Hava sakin ve sı­cak rüzgâr yok, motorla seyrediyo­ruz. Saat 14:20’de hafif bir KB rüzgâ­rı aldı, makinayı durdurduk, cenova/ana yelken düzeninde 5,5 notla seyre başladık. Şerife’yi ayarladık, hatun bugün çok is­tekli, kapris yapmıyor, fıstık gibi çalışıyor. Saat 18:00 sularında rüzgâr KKB’ya dönmeye başla­dı, bu kez Şerife tekneyi aklına estiği gibi kullandığından rota­dan kuzeye doğru kaçmaya baş­ladık. Malta yerine Sicilya’nın Sirakuz limanına gideceğiz. Şe­rife’yi devreden çıkardık, tekne­yi yoluna koyduk ve yeniden ayarlamaya çalıştık, ama seyir apaza kaçtıkça kız zıvıttı. Laf dinlemiyor ya yükseliyor ya da düşüyor, bir türlü dediğimizi yapmıyor. Vazgeçtik, otopilotla seyre geçtik. MAT’ın otopilotunda dümen hidroliğini çalıştı­ran iki pompa var. Birisi meka­nik ve pervane şaftına bağlı, motorla giderken dümen pis­tonlarına yağ basıyor, diğeri elektrikli. Yelkenle giderken Max-Prop pervanenin kanatları suyun yoluna döndüğü için şaft duruyor, o zaman da elektrikli pompayı çalıştırıyoruz.

Üç saatlik vardiyalar yapıyo­ruz. Her nöbette iki kişi olması şart. Hava karardıktan sonra can yeleklerimizi takıyoruz. Da­ha Marmara’dayken güvertenin iki yanına can halatlarımızı döşemiştik. Yelken seyrimiz saat gece 22:00’ye kadar sürdü ve rüzgâr birden durdu. Yaklaşık 7,5 saatlik yelken seyri ile 135 litre yakıt tasarruf ettik, bu da motor seyri ile ortalama 63 Dm (deniz mili) ediyor. Yakıt harca­ma hanemize 63 Dm’yi alacak yazdık. Jeneratör de çalıştırmadık, dolayısıyla net tasarrufumuz 135 litre. Jeneratör saatte 3,5- 4 litre yakıt harcıyor, karşılığın­da yelken seyrinde vinçlerin hır­paladığı akülerimizi şarj eder­ken, saatte 40-50 litre de su üretebiliyoruz. Kararımız; yolun devamında, yelken seyrinde Şe­rife’yi işe koşmak, jeneratörü ise gündüzleri çalıştırmayarak, yel­kenli gece seyirlerinde hem akü şarjı hem genel elektrik sarfiya­tı hem de tatlı su yapmak için çalıştırmak.

Akşamları güneş batarken yabancıların “happy hours” de­dikleri bizim “vakti kerahet”imiz geliyor. Bugün ikişer adet Küba Libra (Özgür Küba) içtik, formü­lü iki tek ram üstüne bir Coca Cola light, o kadar. Öğlenleri hep salata yiyoruz, Archie çok güzel yapıyor. Bu akşam Ahmet soğan sarımsak soslu penne yaptı. Penne malûm, yamuk ke­silmiş kalın çubuk makarna, İtal­ya’da en iyisi Sicilya usulü yapı­lırmış, kesinlikle ama bizimki daha lezzetliydi. Fazla kaçan so­ğan sabaha kadar biraz ağızları­mızı kavurdu o kadar.

MALTA’YA DOĞRU…

Ayın 20’si cumaya geçtik. Her üç saatte bir kez jurnale ve haritaya mevkimizi iş­liyoruz, Malta’ya 253 Dm kaldı, İstan­bul’dan buraya kadar 565 Dm yol gelmişiz.

Seyahatimizin tahmi­ni toplam mesafesinin henüz %5’i dolayların­da yaptığımız bu yol. Malta Cebel-i Tarık ara­sı 1000 Dm’yi biraz aşıyor, Akdeniz’den çıktığımızda bir Atlan­tik geçişi kadar yol yapmış olacağız, Las Palmas Barbados arası 1900 Dm. Mehtap muhteşem, çevre­de saat 16:00’dan beri bir bü­yük tankerden başka gemi yok, onun da neden bu kadar yavaş gittiğini kestirmek güç; acaba yükü yok da nereye gideceğini bilmiyor, haber mi bekliyor, yok­sa makinası arızalı da onun için mi yavaş gidiyor, yoksa tankları­nı yıkayıp pisliğini denize mi basıyor, kimbilir?

Malta’ya yaklaşırken deniz üzerinde kurulu orkinos ve lev­rek çiftliklerinin ışıklarını gör­dük. Önceleri ne olduklarını an­layamadık ve petrol kulelerine benzettik, balık çiftliği oldukları­nı sonradan öğrendik. Şimdi acaba Assos’ta kurulmakta olan çiftlik de böyle bir şey mi ola­cak? Devasa çiftlikler, 80-100 metre derinlikte sulara kurul­muşlar. Orkinoslar Japonya’ya gidiyor, bir kısmı Suşi olarak ge­ri dönüyorken, levrekler özellik­le İtalya’ya satılıyormuş.

Kefalonya Kanalı’ndan Mal­ta’ya kadar koymuş olduğumuz 246 derece tek rotalı seyrimiz sakin geçti ve 21 Eylül 2002 Cumartesi sabahı saat 08.00’de Malta’nın La Valetta limanının içindeki Viktorioso yarığında, Camper&Nicholson’un mari­na olarak işlettiği rıhtımda kıçtankara bağlanarak son buldu ve baktık ki, Ataköy’den La Va­letta’ya 825 Dm yol gelmişiz. Bu son geceki seyrimizde akın­tı, önceleri süratimizi 7,7 nota düşürürken sonra dönüp bizi it­meye başladıydı. Uzunca bir sü­re 9,6-9,8 not arasında seyret­tik. Bütün gün ve gece sakin bir denizde gidip, kâh NATO kâh İtalyan Deniz Kuvvetleri’ne ait gemilerin radarlarında yerlerini saptadıkları ticaret gemilerine ikide bir “adın ne bayrağın ne mevkiin neresi, süratin ne, ro­tan kaç derece, nereden gelip nereye gidiyorsun, yükün ne?” diye sordukları sualler ve cevap­ları ile önceleri eğlenmiş, sonra da sıkılarak telsizi kapatmıştık.

Malta Limanı

FAHRİ BAŞKONSOLOS!..

Yanaştıktan hemen sonra, gemi acenteliği yapan bir şirke­tin sahibi ve aynı zamanda ülke­mizin Fahri Baş­konsolosu olan beyin kızı, yanın­da bir yardımcısı ile geldi, bir iste­ğimiz olup olma­dığını sordu, tek­neye bir de gü­müşten yapılmış eski gemi biblo­su hediye etti, bizi hayli mahcup etti, anlaşı­lan burada for­sumuz yerinde olacak diye dü­şünmeye başladık. Babası ra­hatsızlandığından beri konsolos­luk işini kendisi yapıyormuş. Geleceğimizin haberini ise İs­tanbullu dostlarından Kenan-Türkantos, DSTİ gönüllüsü, vermiş.

Aynı anda gri renkli bir li­man botu baş tarafımıza kadar geldi, soru cevap yolu ile bir kâ­ğıt doldurdu gitti. Ne imza ne damga. Biraz daha geçti, üni­formalı iki gümrükçü geldi, 5-6 dakikada bir form doldurdular, iki nüsha mürettebat listesi aldı­lar, pasaportlara bakmadılar bi­le, teknenin teknik bilgileri ile yetindiler. Teknede herkes sağ­lıklı mı? diye bir sual sorup ko­caman Sahil Sıhhiye teşkilatının yaptığı işi de yapmış oldular, el sıkıştık, ayrıldılar. Bize gelme­den önce limana aşağı yukarı aynı anda giren iki transatlanti­ğin de işlemlerini yapmışlardı.

Aradan yarım saat geçti, bir minibüsle bu kez sivil 3 kişi da­ha geldi, ikisi rıhtımda bordamı­za yaklaştılar, kimliklerini çıka­rıp gösterdiler, “Gümrükten geliyoruz, teknenizi araya­bilir miyiz?” diye sordular. Ne diyecektik yani, olmaz mı? “Hay hay buyurun gelin” dedik. Tekneye bindiler, ilk söy­ledikleri aşağı yukarı şöyleydi; “Kusura bakmayın, elbette sizin görünüşünüzdeki kişi­lerden şüphe etmeyiz, ama ülkenizin özellikleri nede­niyle emir aldık, müsaade ederseniz teknenizi araya­cağız.” Ben hemen, “Anla­dım, mülteciler meselesi” dedim. Cevap “Yok hayır, uyuşturucu trafiği” şeklinde oldu; ne demeli ki? “Şanımız yürüsün abiler.” Girdiler, baktılar, son derece kibar, her seferinde özür dileyerek dolap­ları ve çekmeceleri açtılar, makina dairesinde akü sandıkları­nın dahi içine baktılar, bütün iş 10-15 dakika sürdü. El sıkıştık, teşekkür edip gittiler ve Malta’ya girişimiz tamamlanmış oldu. Pa­saportlarımızda damga yok, transit log yok, patente yok, yok, yok işte yok.

KURTULUŞ BAYRAMI

Bugün aynı zamanda Malta’nın İngiliz idaresinden kurtu­luşunun bayramıymış, 38 yıl ön­ce paçayı sıyırmışlar. Aynı tek­nede seyahat ediyoruz, 1565 yılında adayı 30-40 bin leventle 3 bin Sen Jan şövalyesi ile 4 bin Maltalı’ya karşı savaşıp alama­yan, üstüne üstlük Turgut Reis’i de şehit verip çekilen Osman­lı’nın torunları bizler ve 1814 yı­lından 1964 yılına kadar burası­nı müstemleke olarak kullanmış İngilizlerin torunları, Doreen ve Archie. Aynı Malta’yı ikinci Dünya Savaşı’nda Almanlar al­mak isteyip çok çaba harcadılardı da alamamışlardı. Halen bağlı bulunduğumuz limanın uçaklar tarafından bombalanır­ken havadan çekilmiş bir fotoğ­rafı gözlerimin önüne geliyor. Bu savaşta, 1942 yılında, İngil­tere kraliçesinin Malta’ya verdi­ği Kahramanlık Nişanı’nın haçı o günden beri milli bayrağın bir köşesini süslüyor. Tarih acayip­liklerle dolu.

Bizim yatlarda ve gemilerde gördüğümüz kırmızı zemin üze­rine yerleşmiş haçlı bayrak ise Malta’nın deniz bayrağı, ulusal bayrağından farklı. Bizim ayrı bir Deniz Bayrağı’mız yok.

Malta lisanının (Maltaca?) %60-70’i Arapça, kalanı İtal­yanca ve İspanyolcadan devşir­me. Örneğin marsa kelimesi Arapça ve liman demekmiş. Oturmuş akşama balık yiyeceği­miz lokantayı düşünüyoruz, Marsaxlokk Koyu’ndaymış, Marsaşlok okunuyor.

Malta’nın nüfusu 350 bin ki­şi. Malta Lirasının değeri yük­sek, 1 Lira, 2,30-2.40 ABD Doları’na eşit. Yılda bir milyon turist geliyormuş. Ülkenin ana geliri turizmden. Oransal olarak düşünsek ülkemize yılda 210 milyon turist gelmeliydi, olmaz ama! Devlete ait devamlı zarar eden bir tersaneleri var, 3000 kişi çalışıyor (herhalde dörtte biri çalışıp, dörtte biri yatıyordur). Aşırı personeli tasfiye etmek için bir plan hazırlamış­lar, birileri erken emekli edile­cek, paraları da diğer vatandaş­lar ödeyecek, besbelli. Devleti ekonomide aktif kullanmış her yönetim, sonunda öyle ya da böyle kendi vatandaşının canını yakmakla yükümlü oluyor, bu bir doğa kanunu olsa gerek.

Önemli olan konunun hâlâ anlaşılamamış olması. Sovyet Rusya’nın var olduğu dönemde Almanya’da Erivan radyosu ile ilgili üretilen seri fıkralardan bir tanesi konunun anlaşılamamazlığı için belki bir örnek teşkil eder; Erivan Radyosu her pazar sabahı bir “dinleyici soruları ve cevaplar” programı yayınmlarmış, isteyen dinleyici mektup­la soru sorar, ertesi pazar günü de radyodan cevabı yayımlanır­mış. Örnek sorulardan birisi şöyle: Erkekler çocuk doğurabi­lir mi?

Haftaya Pazar’a alınan ce­vap ise aynen şöyle: Sayın din­leyici, sorunuzun cevabı için de­ğerli bilim adamlarımıza ve dok­torlarımıza danıştık, bir hayli de kitap karıştırdık, aldığımız sonu­ca göre bu maalesef mümkün değil, ancak insanlığın tarihi ile başlayan denemelere hâlâ ısrar­la devam edilmekte.

MALTA’DAN CEBELİTARIK’A

Malta’dan çıktıktan sonra Sardinya’nın Cagliari limanına gelip, buradan da Akdeniz’in batıdaki sonu Cebel-i Tarık’a vardık.

İstanbul’dan yola çıkmadan ön­ceydi, Kemal Ayata dostum, adı Board Terminal olan bir bilgisa­yar programı ısmarlamıştı. Yükle­dikten sonra, bilgisayarı bir kablo ile SSB alıcısının kulaklık girişi­ne bağlayınca seçilen istasyondan gidilecek bölgenin RTTY (Radio Tele Type) metin veya (Weatherfax) harita halinde hava raporlarını almak mümkün. Şimdiye kadar ba­tı Akdeniz’i de kuzey Atlantik’i de en iyi Almanya’nın Offenbach is­tasyonundan alıyoruz, Romanın raporları da çok iyi. Ne var ki, bu yavaş öğrenme yeteneğimle prog­ramın işleyişini doğru dürüst anla­yıncaya kadar herhalde karşı kıyıla­ra ulaşmış olacağız. MAT’ta bir de Furuno marka hava haritası çıka­ran Weatherfax alıcısı var. Arada onu da kullanıyoruz. Ne var ki, bi­zim Ragıp Uluğ cep takviminin ha­va tahminleri buralara kadar da ulaşabiliyor. Temel kural şöyle; her ayın üçüncü haftası sonlarından başlayarak ilk beş gün süresince, yani gün dönümlerinde, hava ko­şulları genellikle mevsim normalle­rinden farklı oluyor. Burçların deği­şimine rastlayan bu tarihlerde bir hikmet olsa gerek. SSB ve Navteks ile aldığımız hava raporları yanında biz şimdi cep takviminden de ya­rarlanıyoruz.

MALTA’DAN ÇIKIŞ…

Nitekim bugün Eylül ayının 24’ü ve Malta’dan ayrılıyoruz. Hava biraz alengirli, rüzgâr önceleri KB sonraları tam B olacak. İki gündür esen lodosun etkisiyle soluğan G’den geliyor. Demek ki, yelken çalıştırabilirsek rotamız önce B ola­cak, sonra rüzgâr B’ya gelince biz K’ye yöneleceğiz. Batı Akdeniz ge­çişimiz için (İngilizler Gibraltar’ı kısaltarak GİB diyorlar) Cebel-i Tarık’a kadar üç ayrı rota sapta­dık. Birincisi doğru rota ve harita üzerinde 1002 Dm topluyor. İkin­cisi İspanya’nın Cartagena limanı tarikiyle GİB. Üçüncüsü de önce Balear Adaları, sonra kıyı boyunca GİB. Bakalım hangisini tutturabile­ceğiz. Bu seçeneklerde mesafeler elbette biraz daha uzun olacak. İs­tanbul’dan Malta’ya beş gün bir gece­de gelmiştik. Bakalım bu etabımız ne kadar sürecek? Sekiz günü aşacağı­mızı sanıyorum.

Eskiler “liman götü büyük­tür” derlerdi. Bir gemi limana gir­dikten sonra yeniden denize çıkın­caya kadar geçen süre çok uzarsa, mürettebat rahata alışır, eğlene tı­kına Agop’un kazına döner, yerin­den kalkmak, yola çıkmak istemez­miş. Onun için liman sürelerini, he­le de hava koşulları çok zorlamıyor­sa, fazla uzatmamak gerek. Aksi halde onu da göreyim, şunu da yi­yeyim diyerek pantalonlarımıza sığmayacağız, Bodrumca “yetti gari” dedik ve yol hazırlıklarımıza başladık.

Burada göz aşinası olduğumuz iki gulete rastladık. Her ikisi de Malta bayrağında çalışıyorlar. Birisi Alevok; geçmiş yıllarda bir gündü, Ekincik’ten kalkmış Kadırga Koyu’­na gidiyorduk ve bir süre yanyana gitmiştik de iskelemize gelip açığa çıkmak istediğini korna çalarak el kol hareketleriyle anlatmaya çalış­mış, yol kesmemizi istemişti. O za­manki kaptanı; kendisini tarlada traktör kullanırken görüyordu her­halde. O anda çektiğimiz bir fotoğ­raf Efendi Kaptan Ahmet’in albü­münde hâlâ duruyor. Biz de kendi­sine, sürati yetmiyorsa, yol kesip pupamızdan geçmesi gerektiğini telsizle bildirdiydik. Diğeri ise Hera; onunla da iki gün süreyle Marmaris Netsel Marina’da, ana mendireğin en ucunda yanyana yatmıştık. O zamanlar septik tanklar henüz kul­lanılmaya başlanmıştı. Kimsenin de tank nefesliklerine koku filtresi takılması gerektiğinden ha­beri yoktu. Hera hayli yüksek bordalı bir gulet­ti ve nefeslikleri de tam bizim lombozlar hizasındaydı. İki ge­ce süreyle kendimi­zi fosseptikte yatı­yor sandıydık. Kolay değil dört ton dolayında dışkıyı koklayarak uyuma­ya çalışmak.

Tekneyi toparlar­ken, Archie ve Ahmet botla liman başkanlığına ve gümrüğe gidip, tamamı iki adet mürettebat listesi ve­rilmesinden ibaret olan, çıkış iş­lemlerini yaptılar. Saat 11:30’da da palamarlarımızı çözdük, demiri­mizi aldık ve mendireklerin arasına doğru yol verdik. Dışarı çıktığımız­da KB’dan hafif bir soluğan, GB’dan de hafif bir rüzgâr bulduk. Yelken taşıtmıyor, demek ki, mo­torla seyredeceğiz. Nöbet düzenine girdik; sabah 08:00, akşam 20:00 arası nöbetlerimiz 4 saatlik, akşam 20:00, sabah 08:00 arası 3 saat­lik. Malta’nın batısında bir de Gozo Adası var. İki ada arasında deniz yüzmek için çok güzelmiş ama ar­tık durmamıza olanak yok, yolcu yolunda gerek.

HAVA DEĞİŞİNCE!..

Gece oldu, iskele baş omuzluğumuzda Pantelleria Adası’nın fenerini görüyor ve yön değiştiren akıntıyla 7,4-9,4 arasında bir süratle iler­liyoruz. Bu Pantelleria Adası’na İtal­yan film yıldızları çok rağbet eder­lermiş. Belediye başkanının mafyacılık oynadığı için görev­den alındığı ile ilgili bir haberi gaze­telerde okuduğumu sanıyorum. Si­cilya’nın batı ucunda hayli geniş bir sığlık alan var, rotamızı bu sığlığın dışında, derin suda seyredecek şe­kilde koymuştuk. Gece yarısından sonraydı çoook uzaklarda ve yine iskele baş omuzlukta Tunus’un Bon Burnu fenerinin huzmesi göğü tarı­yordu ki, rüzgâr artmaya ve tam kafadan gelmeye başladı, soluğanı da beraberinde tabii. Yeni programımızla Offenbach’ın son raporla­rına baktık, Tiren Denizi’nin doğusu da Balear Adaları’nın civarı da kötü gözüküyor. Aradaki boş alan ise Sardinya Adası’na kadar yükseliyor; rotamızı değiştirdik. Zaten denizin tam ortasında bulunan bir kayadan da açık geçmek istiyorduk ve Cag­liari limanına yol verdik. Önceden planladığımız üç rota da işimize ya­ramayacak. Cagliari, Sardinya Ada­sı’nın G-ucunda ve ağzı tamamıyla güneye açık geniş bir körfezin en K-noktasına yerleşmiş bir liman. Rüzgâr var, yelken seyrine geçtik, flok ve camadanlı ana yelkenle apazlama 8 mil yürüyoruz ama bir­kaç saat sonra yürüyemez olduk. Önce Pantelleria, sonraları Paler­mo deniz radyo istasyonları 15 da­kikada bir, fırtına ihbarı vermeye başladılar. Gerek Yunanistan ge­rekse İtalyan istasyonları hava ra­porlarında hep kendi denizlerinden bahsediyorlar, Yunanistan ne varsa hepsine Hellenic Seas, İtalya da Italian Seas diyor. Biz neden hava raporu yayımlarken Türk denizleri demeyiz ki? Yoksa onlar bizim de­ğil mi? İtalyan hava raporları Akde­niz’i baştan sona, batıda Alboran Denizi dedikleri aynı isimli adanın bulunduğu alandan, doğuda Girit’e kadar veriyor.

Bu rüzgârla bu rotayı tutmamı­za olanak yok, teknenin başını aç­tık ve neredeyse Ağa Han’ın Porto Cervo marinasını tutabileceğimiz bir ro­taya girdik. Yani Sardinya’nın KD sahillerine doğru yüksele­ceğiz. Rüzgâr da iyice azıt­tı, 45 not vakayı adiyeden, 50 ve çok kısa bir süre de olsa 60 not vakayı hususiden ol­maya başladı. Süra­timiz çok düştü, faz­la yelken büyütemi­yoruz, teknenin ba­şı devamlı rüzgâr­dan kaçıyor, dalga araları büyüdü, pek dalmıyoruz ama ser­pinti zaten yetiyor, teknenin tamamı örtülü­yor. Bir iki dalgayı iskele­den aldık, kıç güvertede bağ­lı halatları ve ıskotaları dağıtıp kısmen denize sürükledi, çımaları teknedeydi de öylesine toplayıp bağladık. Bir ara çok sert bir “taaak” sesi ve kuvvetli bir silkele­meyle irkildik. Önce direkte yukarı­larda bir şey oldu sandık. Fakat sonra gördük ki, flokun 16 mm. sancak ıskotası, yakasına 1,5 met­re mesafeden kopmuş. İskele ısko­ta ile abrayıp yelkeni sardık, sarkan parçayı kopuk bedene karşılıklı izbarço bağları ile ekledik, iskeleye aktardık, iskele ıskotayı makaralarından alıp sancak tarafa yeniden dö­şedik, yelkeni açtık ve yola devam ettik.

Güverteye güvenlik kemeri tak­madan çıkmıyoruz, zaten çıkamı­yoruz da. Birden Takvim-i Ragıp’a bakmak geldi aklıma, heyhaaat! Meğer Kestane Karası fırtınası bu­ralarda da esermiş ve gelip bizi bulmuş. Belki de biz kaşınmışız.

Aca­ba adı buralarda nedir? Örneğin Black Chestnut Gale mi? Tekne 20 derece ve daha fazla yatınca, süra­ti de 4 notun altına düştükçe iyice rotadan kaçıyoruz; motoru çalıştır­dık, 1200 devirde destek çıkmaya başladık ve rotaya oturduk. Bir ara baktık, mizana yelkenin üst çapraz çarmıhlarında karşılıklı bağlı iki ra­dar reflektöründen birisinin yerinde gerçekten yeller esiyor. Deli rüzgâr onu da alıp götürmüş, sadece iki başlığını bize bırakmış. Bu uzun tip boru gibi reflektörlerin iki başını uzunlamasına bir inceyle bağlamak lazım demek ki. Gece bir ara tekne­yi yoğun bir tentürdiyot veya baka­lit yanığı kokusu benzeri bir koku kapladı. Kablo yanığı kokusu gibi de geliyordu burunlarımıza. Tabii heyecanlandık, önce koku dışarı­dan geliyor sandık, çünkü hayli ça­buk kayboldu. Belki gemilerden de­nize bir şeyler dökülmüştü, biz de içinden geçmiştik. Teknenin içinde orada burada, kuytu köşelerde aynı kokuyu ertesi gün daha bir koklar olduk ama ne olduğunu çözemedik.

CAGLİARİ LİMANINA DOĞRU

Sabah saat 09:00’da bir tramola attık ve GB yönünde seyirle Sardinya Adası’nın güney ucunun 20 mil aşağısına yönlendik. Öğleden biraz sonraydı rüzgâr kırılmaya baş­ladı, denizler hâlâ büyük, yelkenle yürünmez oldu. Boş kova gibi sallanıyoruz, makinanın biraz devrini yükselttik ve 268 dereceye paldır küldür yürüyüşe geçtik. Adanın kuy­tusuna yaklaştıkça denizler küçüldü ama rüzgâr yine artmaya başladı. Sonuçta saat 19:30’da Cagliari li­manına vasıl olduk. Bu etapta top­lam seyrimizi 56 saat, fırtına içinde geçen süremizi de temizinden 30 saat olarak jurnalimize işledik. Bü­tün seyir süresince yemeklerimizi hep düzenli yemeye gayret ettik. Gerçi sofra kurup keyif edecek ha­limiz hiç yoktu ama, saatlerimizi şa­şırmadık. Daha ziyade kuru şeyler, örneğin tost, bisküvi, arada fırsat buldukça salata yedik, bol bol çay içtik. Fırsat buldukça da vakti kerahetimizi ihmal etmedik, mideleri­mizi hiç bomboş bırakmadık, ken­dimizi de hep iyi hissettik.

Cagliari kocaman bir körfezin içinde bir liman. Hayli gemi trafiği var. Büyük tankerler, kimyevi mad­de gemileri, demirde yatıyorlar, yük bekliyor olsalar gerek. Adada bir de rafineri var. Limanın içinde 4 adet marina var. Yaklaşırken telsiz­le aradığımız Liman Başkanlı­ğından “Cep telefonunuz varsa şu şu numarayı arayın, marinayla konuşun” dediler. Yani bi­ze pek yüz vermediler. Telefona önce bir hanım çıktı, başka bir nu­mara verdi, aradık. Cevap veren bey “Mendirekten içeri girince sağdaki ilk marinaya gelin, ben size el feneri ile yanaşaca­ğınız yeri göstereceğim” dedi. Dediği gibi yaptık, liman içine ka­dar balık sıkıştırmış bir yunus sürü­sünün arasından geçip pontonu­muza baştan tonoz alıp kıçtanka­ra bağlandık. Çevremiz boyları 10 metre ve altında yatlarla dolu. Tonozlar da pek zayıf gözüküyor. Yapacak fazla bir şey yok. Umdu­ğumuzu değil, bulduğumuzu yiye­ceğiz. MAT ve 16-18 metre arası iki tekne ile birlikte üçümüz Hoş Memo’lar gibi duruyoruz. Yer gös­teren adama giriş işlemlerini sor­duk, “Şimdi boş verin, yarın ya­parsınız, şart da değil zaten” gibi laflar etti. Sabah oldu, 09:30’da bir taksi çağırıp önce gümrüğe gittik, bizi adam yerine koymadılar. Yapacak bir muamele yok, “Sarı bayrağınızı da indi­rebilirsiniz, hoş gelmişsiniz, keyfinize bakın” dediler. Hâlâ işin doğru olduğunu sanmıyorum, birisi dalga geçti ve görevini yerine getirmedi ama kim? Ne var ki, biz­den sonra gelen bir İngiliz’i de aynı şekilde sepetlemişler. Marinaya döndük, bizim adama durumu an­lattık, “Eee ne olacak yani, siz de boş verin, gezin eğlenin” de­di, biz de şimdi işte o durumdayız. Sanıyorum olay şöyle değerlendiril­meli; gümrükte Malta’dan geldiği­mizi söyledik, bayrak ve milliyet sormadılar. Bizden sonra gelen İn­giliz de Malta’dan geliyormuş, ona da aynı şekilde davranılmış. Avru­pa Birliği ile anlaşılan bir şeyler te­melden değişiyor. İnsanlar çok da­ha özgür, görevliler çok daha anla­yışlı oluyorlar ve tek düşünceleri gelir sağlamak olmuş sanki. Gel, alışveriş et, para bırak, ne yapar­san yap, hepimiz aynı çatı altında­yız, amacımız aynı. İşin felsefesi böyle olsa gerek.

TURİZM VE YATLAR…

Nitekim bugün Akdeniz’de ger­çekten 400 bin yat dolaşıyorsa (bu sayı tam belli değil anlaşılan, 250 bin diyen de var, 700 bin diyen de), idareler ve görevliler olarak yapacak fazla bir şeyiniz kal­mamış olabilir. Bu yatların çoğun­luğu devamlı aynı bölgede barını­yor ve fazla gezmiyor olsa dahi, bir kısmı kesinlikle ülkelerarası hareket halinde. Böyle bir trafiğin içinden çıkmak için tek yok herhalde yatla­ra ve yatçılara bulaşmamaktan ge­çiyor. Aksi halde kadroları genişle­tip devleti büyütmeniz ge­rekecektir ki, o da Avrupa Birliği’nin amaçlarına aykı­rı. Ticaret gemilerinin işi ise çok daha kolay; nere­den geldiği, nereye gidece­ği, ne kadar yükleyip bo­şaltacağı belli, günde gelse gelse 1-2 haydi haydi 5-6 gemi gelir, o kadar. Yatlar­da durum değişik, 400 bin adet yatın herhalde %10’u o limandan bu limana ge­zip duruyordur. Monaco’da halen yürütülmekte olan ve 24 metre boya kadar yatların Ak­deniz içinde serbest dolaşmalarını öngören toplantılar dizisi sonucun­da ortaya çıkacak anlaşma bu ge­reksinimin cevabı olacak, besbelli.

Dünya denizlerinde artık ticaret gemisinden fazla yat var ve bu yat­larla gemilerdekilerin sayıca çok üzerinde insan seyahat ediyor. Asıl gerçek bu. Yat sahibi olmayı yasaklamayacağınıza, insanların seyahat özgürlüklerini kısıtlayamayacağınıza göre, hiç olmazsa belli bölgelerde serbest seyretmelidirler ki, turizm de sanayi de ticaret de gelişsin. Yurtdışına çıkışların kısıt­lanması, çıkarken fon ödemek, her konuda binbir çeşit bürokratik ön­lem ve işlem gibi düzenlemeler bize has bir davranış olsa gerek. Ne var ki, özgürlüğü öğreneceğimiz ya da bizlere zorla öğretileceği günler ar­tık herhalde fazla uzak değil. Cagliari’de üç tane yat malzemesi satan dükkân var. Malzeme bolluğunu görmek gerek, inanılır gibi değil, yok yok. En çok göze çarpan mal­zeme can güvenliği ile ilgili. Ve bu­rası öyle pek aşırı turistik bir liman da değil, ama Sardinya haftası yel­ken yarışlarını herkes biliyor.

Büyük liman içinde marina de­dikleri yerler, düzenli yerleştirilmiş pontonlardan ibaret. Belki de bun­lara sadece yanaşma yeri veya yat iskelesi demek daha doğru olacak. Bağlama alanının kara tarafı tel ör­gü ile sınırlandırılmış, tek kapıdan girilip çıkılıyor ve her türlü hizmet şehirden sağlanıyor. İlla da her şe­yin marinadan temin edilmesi söz konusu değil. Sanıyorum bir kav­ram farkı var, biz marina adı altın­da içinde her türlü hizmeti alabile­ceğimiz bir özel yat limanı anlıyor ve örneğin Rize limanı bomboş du­rurken bir köşesine birkaç ponton yerleştirerek bir marina yapmak yerine, gidip biraz ilerisine Rize Yat Limanı’nı inşa etmeye başlıyoruz. Bu örnekte elbette politika asıl ve tek neden. Siyasi iktidar, ortak pa­ramızı, bütçeden alıp bölgeye bu gibi yollarla aktarıyor. Gerek var mı? Yok mu? Ne soran var ne eden. Oysa bir Rize yat limanı ma­liyetinin kimbilir kaçta kaçı ile Ka­radeniz’deki bütün barınaklarda 3- 5 pontonla birer yat köşesi (mari­na) yaratmak olası.

Burada MAT için gecelik bağla­ma ücreti 40 Euro’dan hesaplanı­yor. Türkiye’de biz amatörlerin, ba­lıkçı barınaklarının yatların kullanı­mına verilmesi yönünde giderek yaygınlaşan ve taraftar toplayan düşünce ve isteklerimiz anlaşılsa, aynı durum bizde de oluşacak ve 5 yıldızlı oteller yerine pansiyonların sayısının artması gibi, her barınak­ta birkaç pontondan oluşan bir ma­rina doğacak. O zaman ucuza tek­ne bağlamak mümkün olacak. O zaman tekne adedi artacak. O za­man amatör denizcilikte gelişme hızlanacak. O zaman kulüpler ve kulüpçülük anlayışı değişecek. O zaman yat turizmi gelişecek. O za­man bakın daha neler olacak, cek cak, cak mı? Kırk dokuz adet balık­çı barınağı olan İstanbul için düşü­nüyorum; Yenikapı’daki limanın içinde neden yatlar için 3 pontonlu bir marina(!) olmaz? Neden Ye­şilköy ve Zeytinburnu Koyu’na her türlü havaya kapalı olabilecek bir yat limanı yapılmaz? Hem de Yedikule surlarının muhteşem kulisi önünde. Şu anda, aynı yerde, de­nizden doldurularak elde edilmiş alanı bezeyen gezi ve spor parkur­ları, basketbol sahaları çok mu kö­tü ki? Neden hâlâ Kalamış Koyu, Moda ve Fenerbahçe Bu­runları arasından karşılıklı iki mendirekle kapatılıp mücevher gibi dev bir, ya da birkaç marinaya dönüş­türülmez. Kurbağalı Dere kanalla mendirek dışına akıtılıp koy temizlenmez. İnsanların hem karadan hem denizden gözleri ok­şanmaz, ruhları zenginleştirilmez, yaşamlarına renk katılmaz? Neden Haliç’in bir kesiminde, rıhtımlar özellikle motoryatlara hiz­met verecek şekilde düzen­lenmez?

Denizi olsa da olmasa da deniz­de veya denizle yaşayan ülkelerin hiçbirisinde yat sahipliği zengin sporu olarak görülmüyor. Tam tersine her keseye uygun spor ve seyahat olanaklarından birisi olarak görülüyor. Bu hep böyleymiş de biz anlamamışız, gezmediğimiz, gör­mediğimiz, bilgilenemediğimiz için yamuk yumuk düşünmüşüz. Üç ta­rafımız denizlerle çevrili ya, en iyisini biz bileceğiz!..

Cagliari’ de kaldığımız ikinci gündü, ana kamara ile kuzineyi ayı­ran perdenin sancak öksüz güverte ile birleştiği köşede bir şey arıyo­rum. Birden burnuma 3 gece önce tekneyi saran koku geldi. Av köpe­ği gibi koklaya koklaya aranmaya başladım. Sonunda da burnum sey­yar telefonun ahşap perdeye bağlı şarj kutusunu besleyen kablonun ucundaki mini fişe takıldı. Yanan oymuş, neden yandığını ise saptayamadık; ne burun ama değil mi?!..

CAGLİARİ’DEN AYRILIŞ…

Hava düzeldi, raporlar D ve GD eseceğini söylüyor, tam bize göre, artık yolcu yolunda gerek dedik ve 4’üncü günümüz olan 29 Eylül 2002 Pa­zar günü, Cagliari limanının kuzey yakası rıhtımlarından birisinde ter­temiz beyaz usturmaçalı iskelesi olan yakıt istasyonuna yanaşıp 800 litre mazotumuzu bir çırpıda aldık. Bir çırpıda aldık diyorum, çünkü böyle süratli basan bir pom­pa ilk defa görüyorduk. Burada ya­kıt tuzlu, litresi 98 Eurocent, bir hayli canımız yandı, Malta’da ise 35 Eurocent ödemiştik. Saat 10:45 civarıydı, limandan çıktık, çıkış işlemi de yok. Ama izleri­miz bağlı bulunduğumuz marina kayıtlarında var. Ne oldu yani, geldik, gördük, kendimize göre masraf ettik ve gittik.

Dışarıda, beklediğimizin ak­sine, pek hafif bir KB rüzgârı, önünde belki 100 dolayında tekne, kimi yarışıyor, kimi gezi­niyor, aralarından geçecek GB’ya ilerlemeye başladık. Kör­fezin en güney ucunda bir ufak ada var, onun hizasına kadar mo­tor, yelken-motor ve sade yel­ken denemeleri ile rota tuttur­maya çalıştık. Raporlara göre rüzgârın GD’den gelmesi gerek, oysa ada ortalığı karıştırıyor. Bir süre sonra, Sardinya’nın kuytu­sundan çıkınca, rüzgâr oturdu ve geceyarısına kadar yelkenle seyrettik. Sabah saatleriydi, rüz­gâr iyice doğuya döndü, biz de önceleri biraz cenova-mizana dü­zeninde yol aldık. Daha sonra da flok ve yarısı sarılı cenovamızı bumbalarımızla ayı bacağı açıp dümeni Şerife kızımıza terk ey­ledik. Kız bugün bir çalışkan, bir çalışkan, harıl harıl koşturuyor, tekneyi de neredeyse ip üstün­de götürüyor, sağ tarafından kalktı herhalde. Galiba Şerife’nin sırrını çözdük, gönlünü kazandık. Tek rotamız var, 256 dereceye gideceğiz. Bu kadar az yelkenle süratimiz yine de iyi, 5,5-7,5 not arasında oy­nayıp duruyor.

O gün ve sonraki günlerimiz­de rüzgâr hep doğudan, yani tam istediğimiz yönden esti, çok düştüğü zamanlarda motor kul­landık. Ama, yolun epeyi bir bö­lümü hep yelken seyriyle geçti. İki gece süreyle herhalde Güney Afrika-Avrupa uçuş yolu olsa gerek tepemizden uçaklar geçti. Deniz elbette biraz sallıyor. He­le de bumbalı ayı bacağı seyirde yalpayı önlemeye olanak yok, sallanıp yuvarlanıyoruz.

Seyir jurnalimizi 3 saatte bir işliyoruz, mevki koyuyoruz, bir ara artık boylamları E yeri­ne W yazmaya başladık. Sanki Ekvator geçiyormuş gibi bir sulu eğlence düzenleyelim de­dik ama hava hep bulutlu ve rutubetli, keyifli olmayacak, vazgeçtik.

Yemeklerimizi bu kez tabak ye­rine derin çanaklardan elde yemek zorundayız. Bir büyük lüksümüz var o da ekmek makinamız. Şimdi buradan bütün amatör denizcilere ve özellikle denizci hanımlarına ses­lenmek istiyorum; bu ekmek makinası denizde “olmazsa olmaz” lardan birisi. Gerçi biraz uzun sürüyor, 3-4 saat arası, ama de­vamlı taze ve lezzetli ekmeğiniz var. İşin zor tarafı ise 220 volt akımla çalışması. Tekne limandayken problem yok, jeneratörlü tekneler­de ise meselenin çözümü kolay. Jeneratörsüz teknelerde seyirde du­rum tabii yetersiz. Ne var ki, bunla­ra da bir şaft jeneratörü takılabilir; bunun için de motorun 35-40 BG’den güçlü olması yeterli. Bu je­neratör krank kayış kasnağına bağ­lanan bir alternatör ile onun üretti­ği akımı düzenleyen bir kutudan ibaret, 2 ve 3,5 kW gücünde olanları var. MAT‘ın motor gücü yeterli olduğu için 3,5 kW’lığını takmıştım. Örne­ğin Volvo her ikisini de satıyor. Ne yazık ki, son İstanbul Boat Show’da bir örneğini sergilememişlerdi, bel­ki bu yıl yaparlar.

Seyirde ekmek yaparken makinayı salıncaklı (yarı kardan askılı) fı­rının üstüne yerleştiriyoruz, aksi halde hamur çanağın içinde bir kö­şeye kayabiliyor. Salıncaklı fırın de­yince aklıma geldi; Amerikan Sahil Güvenlik’i (USCG) açıkdenize çıka­cak teknelerde bulunan fırın ya da ocakların salıncaklı (gimballed) ol­malarını istemeye başlamış. Ka­nımca gerçek ve önemli bir güven­lik önlemi işte böyle olmalıdır. Ay­rıca herhangi bir fırın ya da ocağı yenisi ile değiştirmeden bu amaçla tadil etmek kolaydır, ucuzdur. Bu özellik, kuzineleri baş kıç yönünde düzenlenmiş yatlarda, hem ocak alevinin yön değiştirmesini ve hem de, asıl önemlisi, sıcak malzemenin yalpalarda ocak önünde duran kişi­nin üstüne dökülmesini önleyecek­tir. Bu kişi bir de kendisini kayışla yalpalarda kuzinenin bankosundan uzaklaşmayacak şekilde güvence altına almışsa yandı gülüm keten helva.

Aynı makinayla değişik türde hamurlar da yapmak olası. Kulla­nacağınız maya, kuru mayanın “instant” cinsi olacak. Pakmaya yapıyor, biz Gima’dan aldık. Nor­mal kuru maya ile de yapmak mümkün galiba ama, markadan markaya makinaların huyları değiş­tiği için, işin o tarafının biraz araştı­rılması gerekir.

CEBEL-İ TARIK…

Sonuç itibariyle Cagliari-GİB arası 742 millik olaysız seyrimiz 4 gün, 20 saat, 5 dakika veya toplam 116 saat sonra meşhur kayayı sa­hile bağlayan alana inşa edilmiş doğu-batı yönlü uçuş pistinin hemen KB köşesinde 4 Ekim sabahı saat 06;50’de demirlememizle son bul­du. Limana yaklaşırken birkaç kez “port control”u (liman idaresi) telsizle çağırmamıza rağmen hiç cevap alamadık, adamlar duvar sanki, oysa gemilere cevap veriyor­lardı. Anlaşılan burada da yatlar ve yatçılara pek önem verilmiyor. Yo­lunu bilmelisin ya da bulmalısın, “ben seninle uğraşamam abicim” demek istiyorlar sanki.

Jurnalimize baktık, 34 saat mo­tor ve motor-yelken seyrine karşılık 82 saat yelken seyri yapmışız, ehh pek de kötü sayılmaz, ortalama sü­ratimiz 6.4 not. Yol boyunca nöbet ve uyku düzenimizi biraz sosyalleş­tirmek için günde üç saatimizi hep birlikte olmaya ayırmıştık ve böyle de devam edeceğiz. Bu saatler 8-9, 12-13 ve 20-21 arası. Hem kah­valtı hem öğle yemeği hem de ak­şam yemeklerimizi birlikte yiyoruz. Sonra nöbetçiler nöbete, uykucular ranzalarına. Ranza dedim de aklı­ma geldi; genel olarak tekneleri­mizle uzun yol yapmayan bizler ve bizlerin yanında tekne üretenlerin de çoğunluğu, ranza genişliklerini olabildiğince fazla tutmaya çalışıyo­ruz. Bir bakımdan doğru da bıra­kın sadece sezonluk gezileri, örne­ğin dört yıl süren bir dünya turunda dahi yolda geçen süre sekiz ayı fazla geçmezken, limanda geçen süre üç yılı topluyor. Bu durumda insanla­rın daha geniş ranzalarda veya ya­taklarda yatmak istemeleri doğal. Ne var ki, bol yalpalı seyirlerde in­san bu geniş yataklarda bir yandan ötekine, salatalık gibi savrulup du­ruyor ve tabii zor uyuyor. Bazı tek­nelerde bu yatakların çift kişilik olanları var, onlarda durum kanım­ca çok daha vahim, Tanrı korusun kötü kazalar(!), kafa kafaya tokuş­malar dahi olabilir. Çift kişilik ya­taklarda herhalde daima birisi nö­bette, diğeri uykuda olursa kazasız yatmak mümkün olmalı. Ya da araya geçme bir parampet koya­caksınız.

Bir kitaptan hatırlıyorum, ranza genişlikleri 55 santimi aşmamalıymış. Nedeni belli; yorulmadan uyu­mak. Önlem almak mümkün; ör­neğin benim yaptığım gibi 90 dere­ce kıvrık, yani L harfi gibi yatarsa­nız, ya da sağınıza solunuza yorgan yastık sıkıştırıp kendinizi kundaklar­sanız mis gibi uyunuyor. MAT‘ın ranzalarına “lee sail” veya “lee cloth” denilen yalpa bezleri yap­mıştık. Bunlar çok işe yarıyor, yu­karı doğru gerdikçe şilteyi de biraz topladığı için çocuk salıncağı ben­zeri bir şey oluşuyor. Bir diğer çö­züm de bu fazla geniş yatakların boş taraflarına şilteyi yaklaşık 50-60 santim genişlikte daraltması. Erkekler dikkaaat! Özellikle gece seyrinde bu ahşap yalpalıklar üzerinden aşıp inerken sakatlan­mak olasılığı yüksek, attan düşmüş gibi olabilirsiniz. Her neyse, tekne­de bazı değişiklikler yapacağım ke­sinleşti de “bir dahaki sefere” diye düşünüyorum.

Yalpalı seyirde dolapların ve özellikle kuzine dolaplarının içleri­nin çok iyi yerleştirilmiş olması ge­rekiyor. Aksi halde bir langırtı ve lungurtu yükseliyor ki, tekne parça­lanıyor sanırsınız. Bu nedenle kuzi­nede, dolap tabanlarının yıkanabilir kaymaz bir malzemeyle kaplanmış olması, alabandalara bakan tarafla­rına ince de olsa sünger döşenmiş olması, ön taraflarına gergi lastikle­ri takılması, ya da kapakların iç yü­zeylerinin de süngerle kaplanması, buzdolabı önden kapaklıysa içine konacak malzemenin kesinlikle boy boy plastik kap ya da sepetler içine yerleştirilmiş olması, devri­lip dökülmeleri, dökülüp kırılmala­rı, yağlanmaları geniş çapta önle­yecektir.

Bu yalpalı seyirlerin bir özelliği daha var. Yakıt tankınızda eğer tor­tu varsa hepsi ayaklanıyor ve filtrenizi sıklıkla temizlemek ya da değiştir­mek zorunda kalabiliyorsunuz. Bu­nun için de en doğru yol, üzerinde aktarma vanası ve vakum ölçeri bu­lunan filtreler kullanmak. O zaman seyir esnasında motoru durdurma­dan kirlilik oranını görmek, bir filt­reden diğerine geçmek, kirleneni değiştirmek ya da yıkamak kolaylık­la olası. Almanya’ya bir adet ıs­marladım, Kanarya Adaları’na gönderecekler, orada takarız dedik. Aksi halde liman ağzın­da ya da kritik bir durumda, motorsuz kalmak tehlikesi var. MAT‘ın eskiden çift olan filtrelerini bu kış, daha mo­dern ve küçük boyutlu tekli ile değiştirmiştim, hata etmi­şim.

MARİNALAR…

GİB’de 4 marina var. En lüksüne girmek istedik (sanki sadrazam torunuyuz), yakla­şırken telefon ettik, dolu olduklarını söylediler. İstanbul’dan Kenan, acentesi aracılığı ile yardımcı oldu, bir başkasında yer bulduk. Önce ama demir yerinde tekneyi neta et­tikten sonra varışımızı saat 07:00’de ıslak kutlayıp 2 saat ka­dar uykuya yattık, ortalık zifiri ka­ranlık hâlâ. Saat 09:00’da “Mari­na Bay Marina” ile VHF teması kurduk, yerimizin hazır olduğunu öğrendik.

Marina Bay ve Sheppard’s Ma­rina aynı girintinin içinde yer alı­yorlar. Kuzey yönünde uçuş pisti sanki mendirek, güney yönünde de denizden dolma arazi üzerinde ye­ni yapılar ve rıhtımlar. İçeri girer­ken sağ tarafta bir ponton var, ya­naşıyorsunuz, bir konteyner ofiste işlemleriniz yapılı­yor, ki ne işlem. Büro 24 saat çalı­şıyor. Yanında iki de yakıt istasyonu var. Yanaşırken yardım eden yok, kendiniz pontona atlayıp halatları­nızı bağlayacaksınız. Büronun adı da “Reporting Office” yani bildi­rim bürosu gibi bir şey. Nitekim öy­le oldu, Archie evrakımızla gitti, 6- 7 dakika sonra da döndü. Görevli adam bir tek benim açık adresimi istemiş. Kendisinde bulunan bir belgeye isimlerimizi ve teknenin adını sanını yazmış hepsi bu kadar. Ne damgalar ve imzalar, oradan oraya koşturmalar ne gümrük mu­ayene ne gümrükler muhafaza ne pasaport polisi ne liman başkanlı­ğı ne sahil sıhhiye; ya da hepsi bir arada, tek adam, belge yok, bir şey yok. Bir yerde okumuştum; bir devletin gücü ülke dışında belli olur, ülke içinde değil, diyordu yazar. Bu sözlerden bir şeyler çıkartmak mümkün mü acaba? Düşünmeliyiz ve birileri daha düşünmeliler. Mu­kayeselerle haksızlık etmek kolay­lıkla mümkün; burası bir şehir dev­let, bir nokta, tek liman, işler çok kolay olabilir. Bu özelliklere rağ­men, fazla formalitenin, aşırı bü­rokrasinin kime ne yarar sağladığı­nın yine de düşünülmesi gerekliği­ne inanıyorum.

Burada bir “yacht chandler” var, gırtlağına kadar malzeme dolu, bir de atölyesi var. Şerife’yi, kullanma kitabındaki tavsiyeye uyarak ufak bir otopilotla takviye edeceğiz. Nedeni; bütün yeldümenlerin çok hafif rüzgârda iş görmedikleri bir gerçek, bu biiir; bu takdirde dümen elde gideceksiniz, ya da normal otopilotunuzu çalıştıracak, pompa ya da motor sesini devamlı duya­cak ve akülerinizden daha fazla amper çekmeyi kabulleneceksiniz, bu da ikiii. MAT‘ta Şerife doğrudan dümen palasına kumanda ettiği için küçük bir otopilot hem sessiz hem de az amper harcayarak işimi­zi görecek. Bir Autohelm 1000 al­dık, Archie’nin mühendislik damarı azdı, teknik resimleri çizdi, 7 Ekim Pazartesi atölyede yaptıracağız. Gel de canım insanlarımızı, kromcu Ali ve Cengiz kardeşleri anma, geceyarısı telefon etsem, atölyeyi açar, sabaha da malı teslim eder­lerdi. Hem de ne sanatla, pırıl pırıl!.. Bakalım burada işler na­sıl olacak?

Bir de inverter almamız gerekti, hava raporları için yolda kompüteri açık bırak­mamız gerekiyor, o esnada da birisi gerek kalmadı diye gidip jeneratörü durdurur­sa, yarım saat sonra farkı­na vardığınızda rapor za­manı geçmiş oluyor.

ŞEHİR TURU…

GİB İngiltere’nin bir sömür­gesi, eskiden bir ada imiş. Ko­caman bir kaya parçası, yaklaşık 450 metre yüksekliği var. Bir taksi tutup gezdik. Burada bütün taksi şoförleri aynı zamanda turist reh­beri, organize tur aramaya gerek yok. Kadıköy tarafından gelip de Taksim’den müşteri alınca Bakır­köy’e nasıl gideceğini bilmemek ve de semtleri ya da camileri ayırt ede­memek gibi özellikleri yok adamca­ğızların. Olamaz ki, toplam nüfus 30.000 kişi, bir de 300 dolayında kuyruksuz Makak (Macaca Sylvanus Gibraltar) maymunu yaşıyor koskoca­man kayanın üstünde. Makakların buraya nereden geldikleri biliniyor­sa da birine göre, Avrupa ile Afri­ka’yı birbirinden ayıran milyonlarca yıl önceki depremden önce burada da yaşıyorlardı, kara yırtılıp boğaz açılınca bir kısmı bu tarafta kaldı, bir diğerine göre bütün İspanyol yarımadası Arapların (Morlar) işgalindeyken Afrika’dan getirildiler, bir diğerine göre de İngilizler tarafın­dan ev hayvanı olarak getirildiler sonra terk edildiler ve yabanileştiler. Bilinen o ki, sayıları azalıyor, onun için de bugün iyice koruma altındalar, özel diyetle besleniyorlar vs. Churchill dahi azalmalarının önlen­mesini istemiş. Eski bir kabule göre de maymunların soyu burada tüke­nirse, İngiltere’nin kaya üzerindeki hakimiyeti de bitecekmiş, onun için de maymunları yaşatmaya devam ediyorlarmış; palavra, palavra, pa­lavra. Araba durunca bazen şofö­rün penceresinin kenarına sıçrayıp, bana öyle geldi ki, içerisini gözle kolaçan ediyorlar. İnsan soyunun maymundan geldiği iddiası ne ka­dar doğrudur belli değil de onlar bizleri hiç kendilerinin devamı gibi görmüyorlar.

Makak maymunu

Kayanın içinde iki tabii mağara var, birisinde bir de ufak göl var, her taraf sarkıt ve dikitlerle dolu. Mağaranın içinde bir büyük boşluk tiyatro gibi düzenlenmiş, oturma setleri var ve yılda 70 dolayında konser veriliyormuş. Kentte bir ca­mi, üç sinagog, akla gelen bütün ki­liseler var ve bütün dinlerin men­supları birlikte yaşıyorlar. Ayrıca 1782 yılında adayı korumak için kayaların içine tüneller kazılıp maz­gallar yapılmış, daha sonraları ve özellikle II. Dünya Savaşı’nda bu tü­neller uzatılarak adanın, kaya de­mek daha doğru, içi termit yuvası­na döndürülmüş, stratejik özelliği olan bir yer. Gelecek yıldan itiba­ren II. Dünya Savaşı’nda yapılan tü­nelleri de turistlere gezdirmeye baş­layacaklarmış.

Adayı kara ile birleştirip yarıma­da haline getiren boğaz kısmında havaalanı ve uçuş pisti var. İspan­yayı GİB’e bağlayan karayolu da bu pisti tam 90 derece kesiyor. Arada bir duyulan ince düdük sesi ile yol­daki trafik kesiliyor, uçaklar iniyor ya da kalkıyor, sonra trafik tekrar açılıyor. Kalkan uçaklara uzaklığı­mız 300 metre dolayında.

Cebel-i Tarık, pist ve liman…

Muazzam bir süpermarket var, her şey vergisiz, onun için de gide­rek zenginleşiyorlarmış. Nitekim Archie ve Doreen buraya ilk geldik­leri 12 yıl öncesine göre her şeyi çok değişmiş, güzelleşmiş ve temiz­lenmiş buldular. Serbest bölge ol­duğu için banka ve şirket faaliyetle­ri tam gaz gidiyor. Bir rıhtımda yüzlerce otomobil gördük, Japon malı. Bir firma bunları burada arka­larını uzatarak ambulansa dönüştü­rüyor, altlarına bir de mayınlara karşı koruyucu çelik plaka takıp Kosova’da kullanılmak üzere Birleş­miş Milletler’e satıyormuş, gidi seni gidii, akıllı adam!..

İstanbul’dan buraya kadar olan yolumuzda neredeyse her sabah Yunanistan’dan Türkiye’ye geçen Hans ve Gisela çifti, Ataköy’den Murat, Ali ve Kemal ile SSB’ de konuşuyorken, burada tık yok, birbiri­mizi duyamıyoruz. Sonradan dü­şündük, doğuya bakan tarafımız ta­mamen kaya duvar, tepesinde bir sürü özel anten döşeli, her tarafı dinliyorlar. Hemen yanımızda ha­vaalanı, onun da telsiz trafiği çok, herhalde bizi bastırıyorlardı dedik ve işin ucunu bıraktık, GSM çalışı­yor ya, şimdilik yeter.

TEKNEMİZ VE GEÇEN GÜNLER…

Ataköy’den ayrıldığımızdan beri 3 hafta geçmiş, 4’üncü hafta bugün başlıyor. Motoryatlarla yelkenli yat­ları mukayese ederken söylenen bir şey vardır, derler ki; motoryatta ta­til demir atınca, yelkenli yatta ise yola çıkınca başlar. Çok yanlış bir tespit olmadığını sanıyorum. Bura­ya gelirken karşılaştığımız büyücek bir özel motoryat doğu yönünde dalgalara karşı, fakat çok ağır yolla yürüyordu ve görünüşe göre de içinde mürettebattan başka kimse yoktu. Mal sahibinin böylesine konforsuz bir gidişe pek itibar et­meyeceğini sanıyorum. Kaldı ki, gördüğümüz deplasman tipi bir tekneydi. Bir de kayar veya yarı ka­yarları düşünürsek, seyirde herhal­de yatmaktan başka bir şey pek mümkün olamaz sanıyorum. Yel­kenin yumuşaklığı ve doğallığı en kötü hava şartlarında dahi insanı kesinlikle daha az yoruyor. Genel olarak denizde geçen zamanla ilgili de kendime göre bir saptamam var. Deniz yolculuğunda zaman çok çabuk geçiyor, nitekim İstan­bul’dan yola çıkalı 3 hafta geçivermiş bile, ama bu sürenin içinde pame’ den maymunlara kadar neler var neler. Oysa aynı yolda bir uçak yolculuğunu düşünsek, zaman de­ğil, yolculuk çabuk geçecek, iki içki içip bir de yemek yediniz mi İstan­bul’dan GİB’e ulaştınız bile, uçuş sü­resince değişiklik yaşamak olanak­sız. Elma ile armudu kıyaslamaya çalışmak saçmadır herhalde ama öylesine içimden geldi işte. Belki de maceramızın yeni başlayacak etabının hazırlığındandır. Her ilkin kendine özgü heyecanı olsa gerek. Çarşamba ya da perşembe günü Atlas Okyanusu’na ilk adımımızı atacağız, hedef önce Madeira ta­kım adaları, çok yol değil, ancak 615 DM, sonra da 283 Dm gü­neyde Kanarya Adaları. Kumanya­mızı tazelemeye başladık bile. Bu­rada bir dükkânda İngiliz malı olan ve 58 dakikada 1 kiloluk ekmek yapan bir makina bulduk, aldık, ederi 100 Sterlin. Sirkeci’de satı­lanlar 1,7 milyar liraymış.

BİZE ULAŞAN PAKETTEN ÇIKANLAR…

Bu arada İstanbul’dan UPS ile filtre elemanı ve ufak bir iki yedek parça getirttik. Aynı marka filtrele­ri burada bulmak olanağı yok, İspanya’da aramamız gerekecekti. Aynı paketten iki de “Yelken Dünyası” çıktı. İlahi Mesut Baran, Ataköy’den yola çıkışımızda hava­nın berbatlığını anlattığım yazıya kattığın MAT fotoğrafı günlük güneşlik havada çekilmiş, şimdi bi­zimki de avcı hikayesi gibi oldu? Günahı boynuna. (Yelken Dünyası-Editörün no­tu: Yazıda kullanılan fotoğraf gerçekten yağmurlu çıkış gü­nünde çekildi. Ama teknoloji onu güneşlik yaptı. Hepsi bu kadar.)

Koylarda vakit geçiren yatlar­dan para alınması yönündeki dü­şüncelerimi paylaşan ve örneklerle katkıda bulunan, öneriler getiren değerli insan, deneyimli denizci, dostum İlkay Bilgişin’ in Yelken Dünyası’nda yayınlanan mektubun­dan öğrenilecek çok şey var. Ben, İlkay beyin önerilerinden yola çı­kıp, önce en yakınımızdaki cennet­lerden birisi, Çam Limanı için ücret belirlemek gerekseydi eğer, ne ka­dar olmalıydı diye düşündüğümde, adadaki herhangi bir lokantada standart bir balıklı yemeğin kişi ba­şına 20 milyondan az olmayacağı varsayımı ile örneğin “Milli Park Girişi” adı altında 12 metrenin al­tındaki teknelerden 5, 16 metreye kadar olanlardan 10, 16 metrenin üstündekilerden de 15 Euro karşılı­ğı TL. alınmasını uygun görürdüm. Çam Limanı sadece bir model, ay­nı husus bütün adalarda ve kıyıla­rında geçerli olmalıydı.

Ayrıca ve hele da Çam Limanı’nda, herkes karada ve denizde huzur ararken, tekneler arasında lastik botları veya jet-skileri veya güçlü sürat motorları ile gürültü, dalga ve tehlike üreterek çevre kir­liliği yaratan deniz görmüş ama an­lamamış, anlayacaklarını da pek beklemememiz gereken, ilk defa eline futbol topu geçirmiş yamya­mın günlerce çöllerde koşturması benzeri sözüm ona fiyaka yapan ki­şilerin, her defasında en yüksek üc­retin 10 belki de 20 katını ödemek­le yükümlü kılınmalarını düşlerdim. Benzer bir uygulama adaları gez­mek üzere vapurla gelenler için de geçerli olmalıydı. Özellikle günübir­likçi haftasonu konuklarının yanla­rında tüp gaz getirip çamlıklarda ye­mek pişirmeleri önlenmeli, adala­rın iskân bölümleri dışında kalan kı­sımları gerçekten Milli Park ilan edilmeliydi. Adaları gezmeye ge­lenler de Milli Park’ı gezecekleri için daha vapurdan inerken bilet al­malı, kişi başına 1 Euro karşılığı TL ödemeliydiler. Sağlanacak gelir ne­relere ulaşırdı tahmin etmek zor ama herhalde devamlı tüten, kokan ve çevreyi zehirleyen yüzkarası çöplükler ortadan kalkar, çöplerin Kartal’a taşınması belki mümkün olurdu. Mevzuat elverseydi, uygulamaya başlansaydı, bir popülist yaygara kesinlikle kopardı ama ona göğüs gerecek yiğit idareciler, ada aşıkları, sivil toplumcular, yarınları düşünen gerçek vatandaşlar da kesinlikle bulu­nurdu. Her şey hayal etmekle başlı­yor. Dünyanın en güzel kentlerin­den birisini bozuk para gibi harca­mış olmanın bedelini, önlem al­makta geciktikçe, daha da yüksek ödeyeceğimiz kesin.

Yelken Dünyası’nda bir de Sahil Güvenlik Komutanlığı Bülteni ya­yımlanmış. Uzun zamandan beri beklediğimiz bir bülten, çok ge­rekliydi, sağ olsunlar, bizleri sevin­dirdiler. Komutanlığı dergilerimizin sayfalarında daha çok görmek iste­riz. Açık seçik konuşup tartışabilmeliyiz, dertlerimizi söyleyebilmeliyiz. Hemen bir örnek vermek isti­yorum; bültenin “önce insan” bölümünde yer alan görevler sırala­masında denetimlerin sağlıkla ilgili olarak da sürdürüldüğü belirtilmiş; benim bundan anladığım patente kontrolüdür. Metindeki söylem her ne kadar bir genelleme gibi gözük­se de kanımca özel tekne ve yatla­rın uygulama dışında oldukları be­lirtilmeliydi.

Konu her nedense dönüp dola­şıp öyle ya da böyle hep şu haksız, kanunsuz uygulamaya, dayatmaya gelip takılıyor, takıldık bir kere, ko­pamıyoruz. Konunun amatör tek­neler ve özel yatlar açısından çözül­mesi, hem de vatandaşın devleti ile mahkemelik olmadan çözülmesi, artık şart oldu. Her ne kadar kuru­luş kanununun Sahil Güvenlik Ko­mutanlığı için saydığı görevler ara­sında (Madde 4, Bölüm C/10) Ge­mi Sağlık Resmi Kanunu’na aykırı davranışları denetlemek bulunsa da­hi, özel tekne ve yat sahiplerini doğrudan ilgilendiren, her türlü ya­sal dayanaktan yoksun bir uygula­manın denetlenmesini Komutanlı­ğın yoruma gerek kalmaksızın yine de görev olarak kabullenmediğini ve amatör denizcilerin bunu öğren­mek hakkına saygı duyduğuna inanmak istiyorum.

Yedek subaylık yaptığım yıllar­dan aklımda kaldığı kadarı ile, emirlerin yerine getirilmesi için em­ri alanın, emri verenden, emrin kendisine yazılı yerilmesini istemek hakkı, Askeri İç Hizmet Yasası hükmüdür (değişmediyse eğer). Sa­hil Güvenlik Komutanlığı, nereye bağlı olursa olsun, asker kökenlidir, kendi başına iş yapamaz, görevleri­ni emir-kumanda düzeni içinde ye­rine getirir. Bu nedenle de patente denetlemesinin neden ve nereden Sahil Güvenlik Komutanlığı görev alanı içine girdiğini de vatandaşın bilmek hakkı vardır sanırım. Paten­te uygulamasında kendi başına yo­rumla yola çıkıp, bütün tekneleri aynı kefeye koyan bir Genel Mü­dürlüğün, Sahil Güvenlik Komu­tanlığı’na “denetlemelerinde özel tekne ve yatlarda da patente ara, olmayanların sefere devamını önle, cezalandırılmaları için ilgili mercile­re sevk et” dediğini, diyebilmiş ola­cağını düşünmek dahi istemem.

Bu dönem emekliye ayrılan Sa­hil Güvenlik Komutanı Tümamiral Sayın Yalçın Ertuna’ya, bir ziyareti­mizde, Sahil Güvenlik’in neden bayrakların yanlış yerlerde taşın­maması konusunda tekne sahiple­rini veya kaptanlarını uyarmadığını sorduğumda, aldığım cevap “Biz uygulayıcı birimiz, kanun ne derse onu yaparız, bayrak da kanuna göre taşınır; sizler, Sivil Toplum İnisiyatifçileri uğ­raşacak, kapı kapı dolaşacak ve kanunları değiştireceksiniz ki, bizler uygulayabilelim” de­mişti. Nitekim değerli paşamın dö­neminde yayımlanan bir Sahil Gü­venlik broşüründe de bayrağın de­nizde nasıl taşınacağı, kanunda yer alan şekliyle basılmıştı. İşte bütün bu ve bunun gibi nedenlerle Sahil Güvenlik Komutanlığı’nı dergi say­falarımızda daha sık ve daha konu yoğun görmeye ihtiyacımız var. En güzel koylarımızdan birisinde 15 gündür teknesini denizde raspala­yan, bütün pisliğini denize döken ve boyayan İstanbul limanına kayıt­lı bir balıkçı motorunu, geçtiğimiz haziran ayında Komutanlığa tele­fonla ben şikâyet ettim. Yöre halkı çekiniyor, bilinmek istemiyordu (nedendir acaba?). Bir saat sürmedi bir SG timi karadan geldi, başka bir motorla raspa işine devam eden tekneye çıktı, tutanak düzenledi, iş­lemi başlattı, raspa işi durdu, 4-5 gün sonra da balıkçı motoru pılını pırtısını topladı o koyu terk etti. Gi­dip bir başka koyda çevreyi pislet­meye devam etti mi, bilinmez?

HAVA VE YOL DURUMU…

Bugün 10 Ekim Perşembe, biz hâlâ GİB’dan hareket edemedik. Hem hava döndü, sert bir batı esi­yor, bütün yatlar limanda, hem de Şerife’ye yaptırdığımız ilave hafif hava yekesi ve ona kumanda ede­cek yeke (tiller) tipi otopilotun bağlanması işleri ancak bu akşama bitecek. Bu­ranın bazı rüzgârı anlaşılan biraz sert oluyor, Atlantik’ten üfürüp gel­diği ve boğazda sıkışıp hızlandığı için rüzgâr göstergemizin ibresi 35-40 nota kadar dayanıyor. Aborda yattığımız ve “hava ha kaldı, ha kalacak” diye tekneyi yerinden oynatmaya üşendiğimiz için ustur­maçalarımızı ovalayıp duruyoruz. Zaten eskiyen kılıfları yavaş yavaş dökülmeye başladı. Burada Gel-Git (Med-Cezir) de var. Sular 6 saatlik aralıklarla 80 santimetre dolayında yükselip alçalıyor. İlginç olacağını sandığım bir başka bilgi aktarmak istiyorum; bilindiği üzere Karadeniz’in su yüze­yi Ege’den 13,5 santimetre daha yüksek; burada durum biraz daha farklı, Atlantik yüzeyi Akdeniz’inkinden bir metre(!) daha yüksek. Yola çıktığımızda yokuş yukarı tırmana­cağız anlaşılan. Burada, bu nokta devlette, içme suyu deniz suyundan elde ediliyor, elektrik enerjisi ise je­neratörlerle sağlanıyor, yani iki çok pahalı yöntem söz konusu. Dün ak­şamüstü bir süpermarketten 15 günlük kumanya düzdük, ülkemiz­den ucuza geldi, vergi yokluğundan oldu­ğunu sanıyorum. Diğer taraftan da taksi işletmesi devletin elinde, her­halde sübvansiyon meselesi.

Doreen ve Archie bu kumanya meselesinde çok tecrübeliler. Dore­en aldığımız her şeyi bir deftere iş­liyor, dolayısıyla teknede her za­man ne ve ne kadar var biliyoruz. Harcamalarımızı böylelikle sapta­yabildiğimiz için örneğin önümüz­deki 15 gün içinde ne kadar ku­manya harcayacağımızı hayli has­sas bir şekilde bilebiliyoruz, bu ara­da tabii kimin canının daha çok ne­leri çektiğini de öğreniyoruz. Ben kumanya düzmeye kalkışsaydım çoktaaan ya aç kalmıştık ya da malları bozmuştuk, öğrenmenin gerçekten sonu yok. Bu arada Ataköy Marina’dayken, Tuluğ Edige’den aldığımız 4 adet su geçirmez plastik Plastimo kanisterlerimizi de Tanrı korusun, gemiyi terk etmek gerekirse olduğu gibi can salına aktarabileceğimiz şekilde doldurduk. İçlerine maytapları, işa­ret aynası, ilaçlarımız, az miktarda para, el feneri, Leathermen çok amaçlı çakı, ince halat, pasaportla­rımızın fotokopileri, bisküvi, bir el telsizi vs. yerleştirdik; malum her deniz yolculuğu bir maceradır ve her yolculuğun aksaksız geçmiş ol­ması onun maceralık özelliğini kal­dırmaz.

Hava raporları konusunda Cebel-i Tarık’tan çıktıktan sonra güneye yöneleceğimiz için Almanya’nın Offenbach istasyonu ile işimiz biti­yor. Sanırım bundan sonra Made­ira ve Kanarya takım adalarının Navtex yayınları dışında Lizbon ve Dakar’ı kaydetmeye çalışacağız. Şimdiye kadarki çabalarımız boşu­na oldu, ikisinde de tık yok. Belki bulunduğumuz yer kör alandır.

Hava bayağı serinledi, hafif ka­zak veya eşofman üstü giymeksizin tekneden dışarı pek çıkılmıyor. Arada bir yağmur da gelip geçiyor. Ümidimiz şöyle yakışıklı frişka bir K veya KB rüzgârı önünde geniş apaz yokuş aşağı kaptırıp yürü­mek. Şerife’ye de iş çıkacak bu vesi­leyle, hamaratlığını gösterecek. Şe­rife Amerikan malı. Satıcısının söy­lediğine göre 60 ayaktan uzun ve/veya kıçında mataforası olan teknelerde kullanılabilen dünyadaki tek tip. Kuruluşu da işleyişi de son derece basit. Dikey ekseni üzerinde rüzgâra göre dönen bir yaprak ya da palet, altında teknenin aynasın­dan yaklaşık 80 santimetre uzakta asılı duran bir boru ve bu borunun ucunda özel dizayn bir kü­çük pala ya da kürek gibi bir şey (fin), suya yaklaşık 50 santimetre dalı­yor. Devamında, teknenin dümen palasının iki yanına geçen, boru­dan bükülmüş firkete şeklinde tersi­ne bir yeke. Yukarıdan sarkan ve ucunda fin bulunan boruyu firkete­nin içinden denize daldırınca, tek­ne yelkenle giderken elle de çevir­seniz o minik fin, yekeyi kaptığı gibi istediğiniz yöne çekmeye, dolayısıyla da asıl dümen palasını oynat­maya başlıyor, tabii hidrolik dü­menlerde bypass vanasını açmak, mekaniklerde de kadranı boşlamak koşuluyla. İş kalıyor, tekneyi yoluna oturtup, yelken trimini de olabildi­ğince az dümen ister şekilde ayar­lamaya. Bunlar tamam olunca yu­karıdaki rüzgâr paleti çok basit bir mekanizmayla ucunda fin olan bo­ruya kilitleniyor. Paletin daha çok rüzgâr gören yüzü itildikçe kendi ekseni üzerinde dönmeye başlıyor ki, rüzgâra karşı asgari yüzey gös­terebilsin, yani kılıcına dursun; dö­nerken bu kez firketeyi alıp sü­rüklemeye başlıyor, firkete dümen palasını kendi gideceği yönde çek­meye başlıyor, pala dönünce tekne dönüyor. Fakat bu kez rüzgâr yap­rağının diğer yüzü daha çok rüzgâr görmeye başladığı için yine yoluna gelmek istiyor ve karşı yöne dön­meye başlıyor ki, oyun da yön de­ğiştirerek yineleniyor, bilmem anla­tabildim mi? Aksi halde bakınız re­sim 1 ve 2. Yeldümen’i Kaliforniya’da yerleşik Scanmar şirketi üretiyor (İs­kandinav bağlantılı olsa gerek ve tipi de “Saye’s Rig”).

RESİM 1 VE RESİM 2

Kaç gündür faks ve telefonla Kanarya Adaları’nda bir marinada yaklaşık bir ay kalabilecek yer bul­maya çalışıyoruz, imkânsız, hepsi dolu. Bu doluluğun iki nedeni var­mış: Birinci neden; Kasım ayının 24’ünde başlayacak olan ARC ralli­sine (Atlantic Rally for Cruisers) ka­tılacak teknelere yer lazım, şaka değil 200’ün üzerinde tekne söz konusu. Hasan Kaçmaz’ın kulakları çınlasın, bir EMYR’de 127 tekney­dik ve hepsini Girne’de eski limana yerleştirebilmiştik, birkaç tekne sa­dece ticari limana gitmişti. Bu yıl yaklaşık aynı tarihlerde Atlantik’i geçecek ve Antigua’da bitecek bir ralli daha düzenlenmiş, onun da teknelerine bağlama yeri gerek. İkinci neden; Kanarya Adaları’nda ev alıp yerleşenlerin sayısı giderek artıyormuş ve çoğunluğu da tekne sahibiymiş, dolayısıyla onlar marinaları devamlı işgal eder olmuşlar. Sonunda Lanzarote adasında bir marinada galiba yer bulabildik, faksla teyidini bekliyoruz. Madeira’da Funchal limanı içindeki mari­nada yer yok, dolayısıyla orada da ortada de­mirde yatacağız.

GİB siyasi açıdan biraz problem­li bir yer. İspanya kendisine ait ol­masını istiyor, kanalın üzerinden yapılan kaçakçılığı önleyebileceğini düşünüyormuş. Asıl körfezde batı­da tam karşımızda İspanya’nın Ca­diz şehri var, bizdeki eski adı El Ce­zire olsa gerek. Rafineri var, tan­kerler boy boy kapıda bekliyor. GİB’in yerlisi ise ya statükonun ko­runmasını, yani müstemlekeliğin devamını, ya da bağımsız devlet ol­mayı istiyormuş. Yakında halk oy­laması ile karar alınacakmış. Bu minik ülkelerde halk oylaması çok matrak bir şey olsa gerek, herhalde birisi yüksek bir taşın üstüne çıkıp bağıra çağıra “vatandaşlar, söyleyin bu derdimizi nasıl çözelim, şöyle mi, yoksa böyle mi?” diye soruyor, herkes düşüncesine göre elini kal­dırıyor, çoğunluğun kararı uygula­nıyor. Böyle olmasa bile buna ya­kın bir şey olmalı yine de. Aynen bizim kulüplerde karar alındığı gibi, Diyojen Salih Zeki, hatırla geçen yılın kongresini.

YOLA ÇIKIŞ

Havayı bekleye bekleye sonuç­ta geldik Ekim ayının 12’sine. Bu­gün cumartesi ve hava biraz kaldı, yola çıkmaya karar verdik. Marina ücretini ödedik; 8 gece, elektrik, su herşey dahil 172 İngiliz Lirası, çöz­dük tekneyi, kalktık ve saat 12:05 yerel saatle yola çıktık. Çıkarken hiçbir formalite yok. Birilerine ha­ber dahi vermek gerekmiyor. Sa­dece mürettebat değişikliği olduysa haber veriyorsunuz. Yine de asıl formaliteleri öğrenmek için Archie girişte yanaştığımız konteyner-büroya gitti. Bir deklarasyon (beyan­name) doldurmuşuz girerken, daha doğrusu görevli doldurmuş, Archie’ye imzalatmıştı, teknenin adı, boyu, eni, derinliği, bayrağı gibi tanıtıcı bilgileri içeriyor; bir belge da­ha var, aborda yatarken gemiye fa­re giremesin diye halatlarınıza huni takacağınızı bildiğinize dair beyan­name, hepsi bu. Eğer, gümrük şüp­helenir, ya da ihbar alırsa, o zaman size önce özel bir gümrük beyanname­sini doldurtuyorlar, sonra da merkezden görevliler gelip tekneye bakıyorlarmış. Beyannameyi dol­durtan ile tekneye gelen aynı kişiler değil!

Uzun yolculuğun üçüncü etabı

CEBELİTARIK’TAN MADEIRA VE KANARYA ADALARI

Cebel-i Tarık’tan Okyanus’a açılırken uygun hava ve deniz koşullarını bekledik ve 12 Ekim günü “Vira Haydi” dedik.

Cebel-i Tarık arkamızda, hoş bulduk Atlantik…

Bugün 12 Ekim 2002 Cumartesi, hareket günümüz. Cebel-i Tarık’tan yola çıkmadan önce akıntının saatini ve yönünü kitaptan öğrenmiş­tik, çıkışta bizi itekleyecekti. Ancak hava yeniden sertlemeye başlayınca, yüzey akıntısı ters döndü ve yolumu­zu tutmaya başladı, ola ki, biz kitaba yanlış baktık, süratimiz kimi zaman 4 nota düştü.

Yapacak bir şey yok, yelken ça­lıştırmaya kalkışsak volta vura vura iki günde ancak çıkarız Boğaz’dan; motorla önce İspanya sahili boyunca seyrettik. Sonra, gemi rotasını 90 derece açıyla keserek Afrika’ya, Tan­ca açıklarına geçtik ve tekrar batıya döndük. Daha İspanya sahili boyun­ca seyrederken Akdeniz’den çık­makta olan ve yat taşıyan bir gemi bizi geçti. Saymadık ama herhalde üstünde çoğunluğu motoryat olmak üzere 8-10 tekne vardı. Gemi de özel gemi, yüzer havuz gibi bir şey, önce batıp yatları üstüne alıyor ve sonra çı­kıp yola koyuluyor. Bu yöntem şimdi moda, özellikle Amerikalılar yaz ba­şında yatlarını gemiye koyup Akde­niz’e, Balear Adaları’na veya Riviera’ya gönderiyor. Kendileri uçakla gelip tatillerini geçiriyor, bir iki yıl sonra da yatlar aynı usülle Ameri­ka’ya geri döndürülüyormuş. Nite­kim, son KAYRA’ya katılan Ame­rikan bayraklı bir yat da dönüş yo­lunda bu kez Fransa’nın Toulon li­manından kalkan böyle bir gemiy­le okyanusu aralık ayında aşacak, üstelik sahibi ile eşi yol boyunca teknelerinde uyuyacak, yemekleri­ni de geminin salonunda mürette­batla birlikte yiyeceklermiş. Yani biz Atlan­tik’i geçmek için yanlış bir yol mu seçtik?…

MADEİRA ADASI’NA DOĞRU

Madeira Adası’na 250° ile 617 Dm yolumuz var. Akşam saat 23.00 dolayında Doreen’le birlikte nöbetteyken güzel bir KB rüzgârı çıktı, temiz 20 not esiyor. Makine­yi durdurduk, camadanlı Cenova-anayelken düzeninde 7,5 ile 8,8 arasında değişen süratle başladık 15 derece yatarak yağ gibi kaymaya. Denizler ufak, gece bol yıldızlı, mehtap yarıya gelmiş, kitaplarda an­latıldığı gibi bir seyir, ya da yola çı­karken dilerler ya; “pruvanız neta, rüzgârınız bol, denizleriniz sa­kin olsun”, işte aynısının tıpkısı. Özellikle gece seyirlerinde yelkenle giderken bir jeneratörümüz mutlaka çalışıyor; seyir fenerleri, vinçler, ra­dar, buzdolapları ile aküler hayli hır­palandığı için şarjın devam etmesi gerekli. Yeni ekmek makinemiz de bu arada ilk sınavını başarıyla ta­mamladı ve bir kiloluk ilk “gemi ek­meğimiz” hazır.

Atlantik’te ilk ekmeğimiz…

Hans arkadaşımız Antalya’dan telefon etti, durumu sordu, söyledik; “Hava değişecek, önce G sonra GB esecek, rotanızı daha G’ye kaydırın ki, sonra Madeira’ya yelkenle iyi çıkarsınız, benim kompüterimde bir animasyon programı var, öyle diyor” dedi. Düşündük taşındık, öyle de böyle de motorsuz gitmek mümkün olmaya­cak, boşuna fazla zaman harcayaca­ğız; rotamızda kalmaya karar ver­dik. İlk kez de bu kadar uzun bir ayağı Büyük Dairesel Eğri (Great Circle) üzerinde seyrediyoruz. GPS 250° rotamızı önce 253° olarak de­ğiştirdi ve sonra yol boyunca ortala­ma 80-90 Dm aralıklarla birer dere­ce düşürerek 248°’ye kadar getirip karşılattı. Toplam tasarrufumuz 600 milde 7 mil. Ehh, şükürler olsun, hiç yoktan iyidir dedik.

Bütün gece süren muhteşem yel­ken seyrimiz ayın 13’ü pazar günü saat 12:00’de kesilen rüzgârla birlik­te bitiverdi. KB’dan yakışıklı bir solu­ğan alıyoruz. Hep söylerlerdi Atlan­tik’in soluğanını, demek ki, böyle olurmuş. Dalga yüksekliği her­halde 3 metre­den fazla ama dalga boyları uzun, 100 metre­yi aşıyor kesinlikle. Motor sey­ri için de hava hep böyle gide­cekse eğer, ra­hatsız etmeye­cektir, diye dü­şünüyoruz. An­cak, Hans’ın söyledikleri hep kulaklarımızda.

İngiltere’de MetWorks isimli bir servis var. Ço­ğunluğu emekli kaptanlardan oluşan bir kadro. Ellerinde 100 yılı aşkın istatistiki bilgiler var, devamlı havayı takip ediyorlar. Başkaları da var, ama biz bunu seçtik. Telefon edip kendinizin ve teknenizin adını, bulun­duğunuz yeri, gitmek istediğiniz yö­nü, bölgenizdeki havayı bildiriyorsu­nuz, onlar da size neyiniz varsa, SSB-telsiz, telefon, faks veya teleksle genel hava durumunu ve önerilerini iletiyorlar. Bunun bir bedeli var, ister­seniz kredi kartı ile de ödeyebiliyor­sunuz. Pazar günü olmasına rağmen nöbetçi kaptandan aldığımız rapor Hans’ı teyit ediyor, ne yapalım başa gelen çekilir, esecekse esecek, yapa­cak bir şeyimiz yok. Buraya kadarki seyrimizde arkadaşlarımızla devamlı temas halinde olmamız nedeniyle hiç yalnızlık yaşamadık. Ataköy Marina’dan arkadaşlarımız Yalçın, Faruk, Murat, Ayda, Kemal, Ali, DSTİ ‘den Erol, Haluk, Selma, Kaan ile nere­deyse her gün GSM, Satcom veya SSB ile, hangisi o gün iyi çalışırsa, temas halindeyiz. Aynı hava raporla­rını onlar da alıyorlar, yolu hep birlik­te adım adım gidiyoruz. Bu da bir başka seyahat türü sayılmalı kanım­ca. Murat antenlerini ayarlamakla meşgul, asıl 2000 millik Cape Verde-Barbados ayağında SSB’ye çok iş düşecek.

HAVA DEĞİŞİNCE…

Pazar günü geçti, gece de pek farklı olmadı. Pazartesi sabah saat 06:00’dan itibaren GB’dan esmeye başladı. Yani neredeyse tam kafadan alıyoruz, şimdilik 3-4 kuvvetinde. Ak­şam saat 19:00’dan sonra rüzgâr art­maya, KB’dan gelen soluğanın üstü­ne çapraz bir dalga bindirmeye başladı ve tüm konforumuz gidiverdi. Başladık sallanıp yuvarlanmaya, tabii alışılıyor da ilk saatler güzel değil. Tu­tamaklara asılmadan tekne içinde ha­reket etmek çok güçleşti. Tavanda, yanda, orada burada ne kadar tuta­mak varsa o kadar iyi. Uzun süren eğik düzen sallantılı seyirlerde insan tutamaklara çeşitli açılardan asılıyor, bazen elini kolunu ters çevirmesi dahi gerekebiliyor ve bir süre sonra el ve ayak bilekleri ağrımaya başlıyor; iş in­sanın başına denizde geldiği için he­men de romatizmaya (ya da yaşa!!) yormamak lazım, bir süre sonra bu çarpık jimnastiğe alışılıyor, ağrılar da kayboluyor.

Gece seyirlerinde bir radarı daima HAZIROL’da (stand-by) tutuyoruz ve arada sırada 12 ve 24 millik alanları tarıyoruz. Ge­mi yollarından pek uzak değiliz, gece 5-6 gemi görebiliyoruz, kimini radar­da, kimini çıplak gözle. Yelken-motor seyrediyoruz ya, arada iki kez filtre­miz tıkandı, tekneyi yelkenle rüzgâra yatırıp, değiştirdik, sonra yine yol ver­dik. Süratimiz 6 notu geçemiyor. Dal­gaya saplandığımızda 4 nota dönü­yor, anayelken yarım camadanlı, tek­neyi gayet iyi tutuyor, kalan yolumu­zu ölçe biçe gidiyoruz.

GİB’den buraya kadar altımızdaki derinlikler 4000 metre civarında ve bu derinlikte deniz dibindeki bir ova­nın üstünden geçiyoruz, adı da var; Abyssal Zone. Sonra bu ovanın ora­sında burasında birtakım deniz dağları (seamount) var, kimisi yüzeyin 20 metre altına kadar yükseliyor. Gemi­ler buraları daima açık geçerlermiş, çünkü bu dağların tepelerine yakın yerlerde soluğanın yönü de boyu da değişir, hatta kimi zaman dalgalar çatlarmış. Nasıl uçakla dağların ya da düzlüklerin üzerinden uçarken yeryü­zü yapısına göre kimi yerde türbülans oluşup uçağı sallar, işte aynen öyle de süratlerimiz farklı bittabi. Bizim de yolumuzun üzerinde böyle bir dağ var, adi; Seine Seamount, 4900 met­re dolayında derinliklerden yüzeyin 86 metre altına kadar yükseliyor, ba­yağı sarp bir dağ. Rotamızı bu dağın güneyinden geçecek şekilde koymuş­tuk. Dağın zirvesi ile aramızda 20 Dm mesafe olacak. Açık denizin ya­şattığı özgürlük duygusu bambaşka bir şey, Sadun Boro’yu anmamak el­de değil, sohbetlerinde de yazılarında da ne güzel anlatır bu düzenli ve ciddi başı boşluğu; Atlantik’in sihri gerçek­ten başka, yaşamadan anlaşılmıyor.

PORTO SANTO…

Gittik gittik, az gittik uz gittik, de­re tepe (dalga dalga) düz gittik, itiştik kakıştık, hava açtı kapattı, yağmur yağdı, sonra güneş bunalttı, hayaller kurduk denize gireceğiz diye ve salı günü saat 16:00 sularında bulutlar arasından Porto Santo Adası, onun da biraz iskelesinde Madeira arz-ı en­dam etmeye başladılar. Her ikisini de uzunca bir süredir aramamıza rağ­men radarda görememiştik. Hava bütün gün rüzgârlı, bulutlu ve yağış­lıydı. Bulutlar da hayli elektrik yüklüy­düler ve herhalde bir cins perde oluş­turuyorlardı. Rotamızı birkaç saat ön­ce Porto Santo’ya değiştirmiştik; bu ada rotamızda Madeira’dan önce ge­liyor. Değerli ağabeyimiz Kristof Kolomb buraya sık sık gelirmiş, hatta bu adadan evlenmiş. Akrabaları görür müyüz diye düşündük?

Güneş, kapkara bulutların altına sıyrılıp, adanın köpek dişini andıran kayalık tepelerini yalayarak kızıllıklar içinde battı, biz de ancak hava karar­dıktan sonra, saat 19:40’da limana girip 5 metre suya demirimizi koyuverdik.

Burada med-cezir nedeniyle sular 2 metre oynuyormuş, göreceğiz. De­mir yerini dikkatli seçmek gerek. De­mirlediğimizde “cezir” (doğrusu cezr) haliydi, yani sular çekikti. Yarın Ata­köy Marina’dan ayrılışımızın 30’uncu günü, buraya kadarki programı­mızda fazla aksa­ma yok; GİB’den buraya kadar olan 600 dola­yında Dm’lik yolu 3,5 günde geldik.

Porto Santo liman ve marina

Adada 3000 kişi yaşıyor, li­man güneye ba­kan yüzünde, ay­rıca da upuzun bir kumsalı var, yarın oradan de­nize girmeyi düşlüyoruz. Kuzey kıyısı ise tama­men sarp ve ka­yalık. Akşam efendi kaptan Ahmet nefis bir soya­lı, patatesli tavuk döktürdü. Bu ye­meği sevgili arkadaşımız Bülent Tu­ran’dan öğrendik ama boynuz kula­ğı çoktaaan geçti.

Gece yağmurluydu; oysa burada neredeyse hiç yağmur yağmazmış da yağmuru bu kez herhalde biz ge­tirdik. Sabah giriş işlemlerimiz için sahile çıkmak üzere botu indirmiştik ki, birisi kayıkla geldi, kendisini tanıt­tı. Marina liman amiri Nelson’muş; Madeira’dan gelecek feribotun ma­nevra alanına demirlemişiz, kıyıya gelmemizi ve rıhtıma yanaşmamızı önerdi. Burada da limanın içinde bir marina var. Karada kışlayan bir sürü yat görünüyor. Yanaştık, elekt­rik ve su bağlandı, Archie ve Doreen işlemler için belgeleri alıp marina yö­netim binasına gittiler. İşlemleri tek kişi yürütüyor. Bir beyanname doldu­rulmuş, pasaportlara damga yok, bi­zim Şengen vizelerine bakılmış, sade­ce kaç gün kalınacağını sormuşlar, hepsi bu kadar. Baktıkları en ve tek önemli şey teknenin sigortası; sigor­tasız bir tekneyle Portekiz sularında seyretmek dahi yasak.

ŞUNDAN BUNDAN…

Burada bir çıkma yapmak istiyo­rum; Almanya’da açıkdeniz seyrini teşvik ve geliştirme amacı ile kurul­muş bir dernek var, adı Trans-Ocean, 50 ülkeden 6000’den fazla üyesi var. Dernek üyelerine gönderdiği bülteninde denizlerdeki ve ülkelerde­ki son değişiklikleri ve yenilikleri tanı­tır. Örneğin Ekim 2002 bülteninde Türkiye’nin yeni Transit-Log uygula­masına da hayli güzel ifadelerle yer verilmiş, memnun olmamak elde de­ğil, ancak daha iyisine varmak için ne yazıyor: Bağlama ücretlerini “Assistencia Nautica” (marina işlet­mesinin adı) tahsil ediyor. Bir ücret listesi vermelerini kesinlikle iste­yin. Ücretlere %13 oranında KDV eklenecektir. Gerek basında çıkan haberler gerekse derneğimizin “Gouverno Regional da Madeira” (Madeira Bölgesi Valiliği) nezdindeki girişimleri sonucunda liman dışında demirlemek artık ücrete ta­bi değil…

Porto Santo AB-Dış hududa ol­duğu için aynı zamanda Gümrük­leme limanı, bu nedenle de giriş-çıkış işlemleri biraz sıkıntılı oluyor. Ne var ki, uyuşturucu aramaları sa­dece şüphe üzerine yapılıyor.

Ge­minin “Senhor Comandante”si (kaptan) tam takım gemi belgeleri, mürettebatın pasaportları veya nü­fus cüzdanları ile “Servicio de est rangheiros e fronteiras” (Yabancılar ve hudutlar servisi) ve “Brigade fiscal”a (mali şube) müracaat etmekle yükümlü. Her iki masa da aynı bi­nanın içindeler. İşlemler esnasında “şimdi bunlar ne demek oluyor, so­nuçta biz burada AB içinde değil miyiz?” benzeri sözler sarf etmekten kaçınınız. Çünkü çoğunluğu Almanca bilen görevliler bu gibi ifadelere karşı çok hassasiyet gös­teriyor ve sonuçta da işlemleriniz hayli uzayabiliyor. Buna karşın gü­lerek “bom dia” (iyi günler) diyerek işe başlarsanız işlemleriniz en çok 5 dakikada tamamlanıyor.

Yorum yok!..

İşlemler bitince “hoş geldiniz, ilk gelen Türk bayraklı yat sizinki” de­mişler veee yanlış demişler. Çünkü mendirek üzerine yapılmış hatıra re­simleri arasında Haluk Karamanoğlu’nun “Deriska”sını, yanında Tanıl Tuncel’in “Kelebek“ini, biraz ileride, “Deniz K” isimli Türk gemisini bul­mak mümkün. Kesinlikle başkaları da vardır ama biz göremedik. Haluk Karamanoğlu buraya 1988 yılında gelmiş.

Onlar önce gelmişlerdi…

O zamanlar herhalde daha lima­nın içine marina yapılmamıştı. Men­direğin limana bakan yüzü boydan boya buraya uğrayan yat ve gemile­rin mürettebatının yaptıkları resim­lerle dolu.

Biz de bir resim attıracağız, Arc­hie taslak hazırlamaya başladı bile. Sevgili Nilgün Gündüz şimdi burada olsaydı kimbilir neler döktürürdü du­varlara. Dönüşte Azorlar’a uğradığı­mızda bu görev onun olacak; en kö­tüsü uçakla gelir, boyar ve döner. Bu arada limanın ortasında tekneden denize girdik, İstanbul’dan beri ilk de­fa yüzüyoruz, yol gitmekten olamadı işte, ne yapalım.

Madeira takımadaları arasında milli park olan iki de yassı ada var, özel izinle gidiliyor iki günden fazla izin vermiyorlar. Herkes bu yıl hava­ların anormalliğinden şikayetçi. Bize göre de kitaplarla gerçek birbirini tut­muyor. Nitekim cuma (18.10) gü­nünden başlayarak 8 kuvvetine kadar sertleşecek bir GD rüzgârı bekleni­yor, Madeira’ da limanda ve marinada yer yok, çaresiz burada kalıp havanın geçmesini bekleyeceğiz. Yanaştığı­mız rıhtımdan ayrılarak liman içinde bir yere demirlememiz gerekecek, çünkü limana soluğan giriyormuş.

Öğleye doğruydu, bir taksi çağırt­tık ve kasabaya gittik. Taksilerin ta­mamı Mercedes. Kasaba ise minicik, tertemiz, bir yerleşim yeri. Besbelli önceleri bi­raz dökülüyormuş, şimdilerde topar­lamaya başlamışlar, AB’nin üyelerini refaha götüren adımları ve izleri her yerde görülüyor. Bütün yıl boyunca turist geliyor, öncelikle de Alman tu­ristlerin uğrak yeri haline gelmiş. Bir­kaç tane otel, bu arada Thalassoterapy merkezi bile var, Almanlar çok ilgi gösteriyormuş, artık her yer AB ya!

Avrupa Birliğine ilk adım 1958’de atılırken Portekiz’in adı dahi anılmıyordu, dünyada yoktu sanki. Türkiye ve hatırladığım kadarıyla İs­panya, assosiye üyeydiler, yani aday ya da yanaşık üye gibi bir şeydiler. Bizim tam üyeli­ğimizi garantileyen bu kapıyı 1974 yılında bir anda kapadık, konuyu ra­fa kaldırdık, Avrupa’nın ekmeğine yağ sürdük ve kendimizi dışlattık. El­bette bunu yapmak için güçlü ve hak­lı bir nedenimiz vardı, ama bugün, 28 yıl sonra düşününce, insanın ak­lından “o zaman da mı hiç becerikli devlet adamımız yoktu da iki oyunu bir arada oynayamadık?” diye de sor­mak geçiyor. Kaderimiz böyleymiş demek yeterli mi şimdi? Atı alan Üs­küdar’ı geçti, biz hâlâ kıvrak zekâ ve üstün beceri övünmeleri ile herkesi uyutmaya, üstüne üstlük başarılı ol­duğumuza da kendimizi inandırma­ya çalışıyoruz. Oysa o günlerden bu­güne nüfusumuz 30 milyonlu rakam­lardan 70’lilere ulaştı bile. Her şey gi­derek ne kadar da zorlaşıyor!.. Ne di­ye bırakıp gitti bizi bu kadar erken, ne diye tamamlamadı misyonunu? Bizden sıkıldı herhalde, kendisini an­layamayacağımızı sezmiş olmalı. Şimdi artık sadece 10 Kasımlarda anmakla kendimizi hatırlatmaya çalı­şıyoruz.

Marinanın çekek yerinde barınan birçok tekne var. Bu teknelerin bir kısmı iki yılda bir tekrarlanan Nice-Martinique yarışına katılıyormuş. Fransızlar bir süredir böyle bir yarış düzenliyorlarmış; birinci etap Nice-Porto Santo, tekneler burada mevsi­mi beklemek üzere bırakılıyor, ikinci etap ‘da Porto Santo-Martinique Adası, Karayip Denizi; yarışıyorlar ama aralarında normal gezi tekneleri de var. Malta’da, ülkemizin Fahri Konsolosu Hanım “Neden İstan­bul’dan Malta’ya bir yarış dü­zenlemiyorsunuz?” diye sormuş­tu. Al sana, jeton ancak böyle düşü­yor işte, sahi neden düzenlemiyoruz ki? Bak başkaları neler yapabiliyor?

Arkadaki yüksek tepeden liman ve marina olduğu gibi görünüyor. Aynı limanın içine feribot iskelesinin devamındaki çimento silosu hizasın­dan ortalara doğru yeni bir mendirek döşenerek marinanın büyütülmesi söz konusuymuş. Yeni mendirek ay­nı anda güneyden gelen soluğanın marina içine girmesini de önleyecek­miş. Bir liman böylelikle hem feribot­lara hem yük gemilerine hem balıkçılara hem de yatlara hizmet vere­cek şekilde daha da geliştirilecek.

İnsanın aklı yine sayıları 360’ı aşan balıkçı barınaklarımıza ve bir sü­rü çalışmayan boş limanımıza gidiyor. Şile’de yat limanı yapılmasını Tarım Bakanlığı önledi, oysa yer uygundu; nedendir acaba bu hazımsızlık? Geç­mişte bir gündü, Kapıdağ Yarımada­sı’nın İlhanköy barınağında 7-8 tekne masumane bir şekilde, huzur içinde yatıyorduk da rıhtımdan kocaman bir transformatörü yükleyip Marmara Adası’na geçirmek üzere gelen iri kı­yım hantal bir balıkçı motorunun ay­nı yapıdaki kaptanı, korna, düdük, bağırtı, çağırtı, el kol hareketleri ile rıhtımı boşaltmamızı emrederken, bir tek anacıklarımızı rahat bırakmıştı; yerini işgal ettiğimize gerçekten ina­nıyordu. Bu tekelciliğin so­nu bir gün kesinlikle gele­cek.

Porto Santo Adası’nın boyu 11, genişliği ise 6 km. En büyük özelliği gü­ney kıyısındaki upuzun plajı. Burası aynı zamanda Madeira’lıların yazlık me­kanı, çünkü orada kumsal yok, kıyıları sarp, kayalık, falez. Porto Santo 1418 yılında Portekizliler tara­fından keşfedilmiş, Madeira’ nın keşfi ise daha son­ra. Adanın ilk valisi de Kristof Kolomb ağabeyi­miz gibi Cenevizli, dolayı­sıyla da iyi ahbap olmuş­lar. Kendisi o zamanlar Lizbonlu bir şeker tüccarının yanında çalışırken adaya ilk olarak 1478 yılın­da gelmiş; bir yıl sonraki gelişinde ise valinin kızı Felipa Moniz ile evlenmiş. Söylentilere göre ağabeyimiz, adada 1484 yılına kadar yaşamış, akıntı ve dalgaların ada sahillerine yığdığı bir­takım tohumlarla ağaç dallarından daha batıda da kara parçaları bulun­ması gerektiği yönünde ilhamlanmış. Sonrası bilinen şeyler; Lizbon kendi­sine destek çıkmayınca bu kez seya­hatinin sponsorluğunu İspanya üst­lenmiş ve 1492 yılında, Palos lima­nından yola çıkarak, üç aylık bir se­yirden sonra ulaşmak üzere, bugünkü Amerika kıtasına, Hindistan sandığı bölgeye, bugün de kullanılan ismi ile Batı Hint Adaları’na yelken açmış; fil­minin müziği de bir başka romantik­tir ya ve şöyle başlar; lay la lay, lay lay lay la lay, lay la lay lay lay lay notala­rı ise sevgili Nilgün Gündüz verdi; sol-fadiez-mi-rediez-mi-fadiez-rediez-si.

Kristof Kolomb’un çizdiği dünya haritası (mappa mondo) sonraları Pi­ri Reis’imizin haritasının temelini oluşturmuş. Piri Reis’imizin haritası­nın ise mahzenlerden çıkarılıp bizlerin eline ulaşması Atatürk’ümüzün eseri, kadere bak, kadere!

FIRTINALI GÜNLER...

MetWorks’dan faksla 4 günlük hava tahminini aldık veee tekneyi sağlama almak için hazırlıklarımızı yapmaya başladık, görünen o ki, ge­len, pek parlak bir şey değil. Halen Azor Adaları’na yaklaşan ve doğuya seyretmekte olan 975 mb’lık (mb = milibar) bir al­çak basınç merkezi, bizim alanımızı da etkisi altına alacakmış. Azor Ada­ları ile aramızda 500 mil mesafe var!.. Bu alçak ba­sınç merkezinin en güney kanadı ise Kanarya Adala­rı’nın altına kadar sarkıyor. Kanarya Adaları 300 mil dolayında güneyi­mizde, yani güney kanadı 800 Dm’yi bulacak. Alçak ba­sınç merkezi, pa­zartesi akşamına kadar Avrupa kıta­sına ulaşacakmış ama o zamana ka­dar da buraları dağıtmak niyetindey­miş. Kasım ayı sonuna kadar bu tro­pikal kökenli hava bozuklukları At­lantik’i etkilemeye devam edecek. Kasım sonundan sonra da hava ko­şulları kış düzeninde yeniden biçimle­necekler ki, biz de Kanaryalardan yola çıkıp Cape Verde Adaları’na uğ­radıktan sonra karşı kıyıya geçebile­lim. Doğa ana! Sen ne kadar da gü­zelsin, güçlüsün, düzenlisin.

Nitekim Nelson geldi ve yerimizi değiştirmemizi önerdi. Dediklerine göre bu geceden başlayarak pazar öğleden sonraya kadar güney fırtına­sı esecek, 8 kuvvetine kadar çıkacak ve limanın içine de iyice dalga soka­cakmış. Beklenen dalga yüksekliği dı­şarıda 5 metreyi aşacakmış, Nelson’a göre de liman içinde 3 metreyi bula­bilirmiş, uuhhh?!.. Tekneyi aborda yattığımız ve marinanın güney sınırı­nı oluşturan beton iskeleden kaldır­dık, bu kez çift demir atıp aynı rıhtı­ma kıçtankara bağlandık, ama 10 metreden fazla açık tut­tuk. Sancak baş omuzluktan da limanı kısa ba­tı mendireğine, rüzgârın asıl eseceği yöne 80 metreden fazla bir halat aldık. İskelemize içi İsviç­reli gençlerle dolu, GİB kayıtlı randa uskuna ar­malı sac bir okul teknesi, boyu herhalde 30 met­reden fazla, bizden 20 metre açık, aynı düzen­de bağlandı. Marinadaki bütün tekneler bağlarını tazelediler, balıkçı tekne­lerinin neredeyse hepsi marinaya sığındı, sadece iki tekne kısa mendireğe paralel, demir üstüne çeker halde açık bağlandılar, hazırlıklar yapıldı, bekliyoruz.

Bu arada boş durmamak için de marinanın atölyesinde ekmek makinemize yeni bir salıncak yaptırmak üzere harekete geçtik. Yaptırabilirsek, yolda ekmek yaparken, fırının üs­tünü bloke etmekten kurtu­lacağız. Yolda motorla gelir­ken tekne dalgalara her gö­müldüğünde ve sancağa yat­tığında pervane alışılmadık şeilde silkeliyordu. Bu yıl yeniden taktığım 3 kanatlı MaxProp’un bu denli hassas olacağını hiç düşünmeyip önce şaftı ve bağlantılarını birkaç kez kontrol ettik.

Mat‘ın bütün motor, şaft, pervane bakım, tamir tadil­lerini 23 yıldan beri yapan Sultan Usta ve oğulları Ah­met ile Aziz’in elinden hiçbir işte sorun yaşamamıştım; olur ya insan hali, onlar da yanılabilirlerdi. Tam tersi, şafta yaptıkları baskı bilyası ve yatakları, mafsallı ara şaft, her şey dümdüz çalışı­yor, şanjmana ilave edilen PTO (power take-off) çıkı­şında da bir şey yok. Yok da bu silkeleme neden? Liman­da fırtınayı beklerken Archie bir ara denize girdi ve perva­ne kanatlarının iki yüzlerinin de 2’şer santim kekamozla kaplı olduğunu gördü. Bun­lar da nereden geldi, bu hay­vanlar dönen pervaneye de yapışabi­liyorlar demek ki. Kendimiz de temizleyebilirdik ama bir dalgıç bulmak daha işimize geldi, marina idaresin­den istedik, 130-140 kilo ağırlığında birisini gönderdiler. Adam teknenin altını bir saatten fazla süre içinde ter­temiz etti. Kontrol ettik, pervane ne­redeyse parlayacak, artık silkelemez, üstünden hayli ağırlık kalktı, yüzeyi de su tutar hale geldi diye düşündük.

Yaklaşan hava ile ilgili taze bilgi­ler şöyle; tropikal fırtınalardan (hurri­cane) bir tanesinin, adı galiba Keil’mış, artığı olan bir alçak basınç, ba­tıdan doğuya seyrediyor, 500 mil ku­zeyimizde olan Azor Adaları’nın üze­rinden geçecek. Yarın 975 mb’lık merkezi K 39° ve B 27° mevkiinde bulunacakmış. Rüzgâr alçak basınç merkezinin çevresine saatin aksi yö­nünde (sağdan sola) dönerek estiği için de bizim bulunduğumuz yere ön­ce G’den, sonra GB’den sonra da B ve KB’den hafifleyerek gelecek. Mer­kezin seyir sürati ile havanın düşme­si ancak 2-2,5 gün sonra olacak, asıl kuvvetli eseceği dönem ise bu gece yarısından başlayarak yarın bütün gün ve kısmen de pazar gününü kapsayacak. Ancak sistemin yayıldığı alanı düşününce işin ciddiyeti daha iyi anlaşılıyor. Beklenen şiddetli rüz­gâr, artık fırtına demek daha doğru olacak, güneye doğru neredeyse 800 millik bir alanı etkiliyor.

Bu arada madem adadayız, saat­ler boş geçmesin diye uyduruk da ol­sa kimi düşüncelerle oyalanmak ola­sı. Şu anda bir adadayız ve örneğin batı lisanlarında “ada” için isla, isola, island, insel gibi isimler kullanılıyor. Üç aşağı beş yukarı hepsi aynı kök­ten geliyor “tecrit” ya da “ayrık” anla­mında, yani izole. Biz ise ada diyo­ruz. Belki de Orta Asya’da yaşarken hiç adamız olmadığı, hiç de ada gör­mediğimiz için lisanımızda uygun bir kelimemiz yoktu. Sonraları başlayan at sırtındaki yolculuğumuzda deniz kıyısına ulaşıp karşımızda ilk adayı gördüğümüzde ağzımızdan hayretle “aaaa dağ” sözleri döküldü de adaya ada dedik, kimbilir? Pankreas bezinin hücreleri arasında minik adacıklara benzeyen değişik türde hücre toplu­luklarını mikroskopta ilk defa görüp bunları “adalar = Almancada Inseln” ola­rak isimlendiren Alman bilim insanı Langerhans, bu hücrelerin ne işe yaradıkla­rını anlayamamıştı. Bu hücrelerin insan vücudu­nun şeker dengesini dü­zenleyen bir hormon üret­tikleri daha sonraları sap­tanınca da bu hormona, hücrelere verilmiş isme sa­dık kalınarak Insulin (Ensü­lin) adı verilmişti. Kristof Kolomb’un Amerika’yı bil­meden keşfi ile bilerek keş­feden Amerigo Vespucci’nin isminin yeni kıtaya verilmesi de icatlar ve keşifler yarışında birbirini kova­layan olayların değişik bi­rer örneği değil mi? Hava­nın gelişmesini beklerken tavla oynamak da var ama, aklımıza gelmedi işte, bun­larla oyalanıyoruz.

Burada taze balık bul­mak kolay değil. Hepsi donmuş satılıyor, temizlen­miş, ayıklanmış balıklar. Yerel olarak çıkan balık ise ton (tombik veya orkinos yavrusu), iskorpit vs, bir de son derece çirkin suratlı, si­yah renkli, yılana benze­yen gövdesi olan, canavar görünüm­lü, bol beyaz etli bir balık. Bütün yol boyunca daha arkamızdan hiç olta sürmedik. Neme lazım bir tombik at­lar da Port Said dönüşünde olduğu gibi koca hayvanla boğuşurken bütün güverteyi yine kana bularız diye çe­kindik hep. Ne biçim telef etmiştik zavallıyı! Kanarya Adaları’ndan sonra bizim de oltamız ve balığımız olacak, kesinlikle. O zaman Nesrin ve Ke­mal’in katılımı ile teknede 6 kişi ola­cağız, nöbet sürelerimiz kısalacak, havalar sıcak ve güneşlenilebilir ola­cak. Günlerle ıskotalarımızla hiç oy­namayacağız, öylesine yalpalı, sallan yuvarlan giderken ola ki, balık da tu­tacağız. Şimdilik hayallerimiz böyle.

Başladı esmeye…

Nihayet beklemenin sonu geldi ve hava esmeye başladı. Önce 20 notlarda oyalanırken yavaş yavaş 25, 30, 35, 40, 45 ha babam yükseli­yor. Öğle sularıydı, birden Madeira feribotu geldi, yolcu ve araba indirdi, bindirdi ve hemen kaçtı. Şimdi olsa artık gelemez, içeri giremez, girse de çıkamazdı. Kıç halatlarımızı dörtledik, sonra beşledik. Sancak baş omuzluktan kısa mendireğe iki halat daha alıp üçledik, iki de demir atmı­şız, eh yani. Yanımızdaki İsviçre okul gemisi de önlemlerini aldı. Gök ka­rardı, sancağımızdaki kısa mendire­ğin karaya ulaştığı yerde önce kum bulutları sonra ise deniz suyu uçuş­maya başladı. Hava sıcak, sıkıntılı, her şeye rağmen tekneyi güvencede hissettik ve bir taksi çağırıp şehirdeki Internet Cafe’ye gittik, 2-3 saat son­ra döndüğümüzde limanın içi karış­maya başlamıştı bile. Tekne olduğu yerde ütü gibi gelip gidiyor, bir kıç halatlarına asılıyor, bir baş halatlarına ve de iki demirine. Arkamızda­ki rıhtım, dalgaya bakan yü­zünde 3 sıra halinde kocaman delikler olan içi boş beton ku­tulardan yapılmış. Deliklerden giren su içerideki ikinci perde­yi de aştıkça acayip sesler çı­kartıyor ama soluğanın hızı ke­siliyor.

Giderek büyüyen solu­ğan bu susturucu tekniği ile ya­pılmış rıhtımın içinde gücünü kaybetmese kötü tepecek an­laşılan. Rıhtımın delikleri, med-cezir’e göre düzenlenmiş, ancak suyun en düşük ve en yüksek zamanlarında soluğan boyları da sanki daha değişik oluyor. Cumartesi gecesiydi, solu­ğanların birisinde üzerine gelen yükü karşılamak için tekneyi iyice kasan bir halatın tepemde uzayan gerilme sesi ile uyanıyordum ki, koparken çı­kardığı gürültü ile hepimiz yatakları­mızdan fırladık; rıhtımdaki babanın kenarından kesmişti. Ekledik, bir da­ha koptu. Bu kez ambarda taşıdığı­mız 32 mm çapındaki yedekleme ha­latımızı çıkarıp döşedik ve yine yattık. Bu sallantıda yataktayken insan tek­neyi gider gibi algılıyor. Dalgalar san­ki kıç omuzluktan geliyor da biz de yuvarlanıp duruyoruz, oysa baştan geliyorlar ama rıhtımın yutamadıkları tekneyi devamlı kıçtan iteliyor.

Gece birkaç kez daha kalktık, bir ara demir nöbeti tutmayı düşündük, vazgeçtik, iyi bağlıydık. Bu arada komşu İsviçreli’nin baş halatı da ekinden koptu, onlar da daha kalını ile takviye ettiler. Dalgalar limanın ağzından içeri dö­nüp mendirek rıhtımı boyunca iler­lerken kaba taslak boylarını tahmin etmek olası; 1-1,5 metre olsalar ge­rek.

Rüzgâr birkaç defacık da olsa 50-55 notlara çıktı. Saatler saatleri ko­valadı. Havayı hem aldığımız rapor­lardan hem de İstanbul’dan arkadaş­larımızdan cep telefonu ile adım adım takip ettik ve nihayet Pazar öğ­leden sonra 2 saatten fazla süren sı­kı bir yağmuru takiben ortalık yatış­maya başladı.

Fırtına uyarısı…

Pazartesi günü öğleye doğruydu, feribot geldi. Demek ki, dışarısı gidile­bilecek gibi. Bu arada Archie mendi­rek duvarına çizdiği taslağa göre ha­zırladığı şablonu kullanarak hatıra res­mimizi boyadı. Sarı bir çerçeve içinde kırmızı beyaz zemin üzerine, ülke bayraklarımızı, Türk ve İskoç çağrış­tıran motifler yerleştirdi. Teknenin ve dördümüzün isimleri ile tarihi yazdı, bakalım kaç yıl yerinde duracak.

Sonra biz geldik…

İngiltere’ye, MetWorks’a telefon ettik, salı akşamından önce yola çık­mamızı önerdiler. Her ne kadar al­çak basınç doğuya kaydıysa da dışa­rıda dalga boylarının 8 metrelerde olacağını ve ancak salı akşamından sonra normale, 4-5 metreye, ineceği­ni söylediler. Bu tabii tam kuzeyimiz, adanın diğer yüzü için geçerli, aksi halde feribot gelemezdi. Yine de öne­rilere uyduk ve yola çıkmak için salı akşamını, hatta çarşamba sabahını beklemeye karar verdik.

Bu arada radyo haberlerinden (BBC) Porte­kiz’in neredeyse bütün Atlantik liman­larını trafiğe kapattığını öğrendik. Azorlar’dan sıyrılan hava şimdi orala­rı dövüyor, kimbilir ne korkular yaşanıyordur. Efendi kaptan Ahmet ise GİB’dan aldığımız çok dalgalı radyo­dan Türkiye’nin Sesi’ni dinliyor, ülke­de haberler farklı. Bu arada BBC’den, bir gün önce Azorlar’da bir yatın fırtı­nada denizde terk edildiğini, yatçıların helikopterlerle denizden alındığını öğ­rendik. Hazin bir durum, bir tekneyi terk etmeye karar vermek kimbilir ne kadar zor iştir. Dikkatli olmak gerek, hem de çok dikkatli olmak. Büyük de konuşmamak gerek, her deniz yolcu­luğu bir ayrı macera çünkü.

OKUL GEMİSİ?!..

Havanın iyice kalmasını beklerken yanımızdaki okul gemisinin de ne menem bir şey olduğunu anlama­ya çalışıyoruz. Birisi hanım olmak üzere 4 büyük ve yaşları 18’e ulaş­mamış 9 genç var. Kimi zaman işleri birlikte yapıyorlar, kimi zaman da gençler baş üstünde sıraya dizilip üst baş kontrolünden geçiriliyorlar. Açık­ta sabunlanıp yıkanıyorlar, hep birlik­te teknenin etrafında 10-15 tur yüz­dürülüyorlar. Biraz garip bir okul ge­misi. Archie duvara resim boyarken görmüş, gençlerden birisi, eğitmen olduğunu zannettiğimiz adama karşı gelmiş ve derhal sert bir şekilde tar­taklanmış; bu ne biçim okul?

Bir ara bütün gençler mendire­ğin rıhtımına çıktılar ve 2 saat süreyle dolap beygiri gibi aynı tempoda koşup durdular. Eğit­men başlarında bekliyor, son­ra da puşap yaptılar, bir cins cezalandırmaydı bu, nedenini anlayamadık. Oysa aynı genç­ler bir ara yine karaya çıktıkla­rında, bu kez eğitmensiz, marinayı koruyan delikli iskele üze­rinden mendirek duvarına doğru hızla koşup düz duvara taa tepesine kadar tırmanıp tekrar geriye aşağıya atlayıp oynuyorlardı. Görmeden inan­mazdım. Ataköy Marina’nın mendi­rek duvarı yüksekliğinde bir dik yüze­ye hiçbir yere tutunmadan koşarak çıkıyorlardı, kaykaycıların yuvarlak yüzeylerde yaptıkları gibi. Bir ikisi ile konuştuk, son derece kibardılar.

Okul gemisi hakkında doğru bilgi­leri ise çarşamba günü çıkış işlemle­rimizi yaptırdıktan sonra tekneye dö­nerken marinanın kahvesinde rastla­dığımız kaptanından aldık. Gemi okul gemisi ama, problemli gençlerin eğitimi ve cemiyete kazandırılmaları için kullanılıyormuş. Her seferinde 12 genç toplam 7 eğitmenin kontro­lünde 9 ay süre ile gemide kalıyor, skuba, yelken, denizcilik yanında bi­raz da normal okul eğitimi görüyor.

Süre dolunca sonuçlar değerlendirili­yor, kendilerini bulanlar ülkelerine geriye gönderilirken, bulamayanlar 3 aylık sürelerle denizde yaşamaya de­vam ediyorlar. İçki yok, sigara yok, akşam yemeklerinden önce yobazlık anlamında olmamak koşuluyla, dua etmeyi dahi öğreniyorlar. Eğitimin amacı yaşamın zenginliklerini gör­mek, doğru yaşamayı öğrenmek. Hak hukuk gibi kavramları anlamak, onlara saygı duymayı öğrenmek ve hepsinden önemlisi bütün bunları do­ğadan örneklerle karşılaştırarak içine sindirmek. Kurumun 1928 yapısı es­ki bir yelkenli gemisi daha var, aynı şekilde kullanılıyor, ayrıca İsviçre’de dağ okulları da varmış. Kaptanın an­lattıkları ruh hastalıklarının takibinde çok başarılı olduğu söylenen “meşgu­liyetle tedavi” yöntemini andırıyor.

İsviçre kantonları okulu destekli­yor, gemide bulunan her genç için günde 390 SFR (üçyüzdoksan İsviçre Frangı) ödüyorlarmış. Ne eder? 390x12x30=ayda 140 bin SFR, kö­tü sayılmaz yani. Bu paradan gemi­nin giderleri, eğitmen ücretleri vs. her şey karşılanmak zorunda. Çıkış iş­lemleri için karaya çıkarken, birden gençlerin sayısının 12’ye yükseldiğini fark etmiştik. Marinanın kahvesinde otururken kaptandan bu 3 gencin di­ğerlerinden daha uslu oldukları için gemide oturup ders çalıştıklarını öğ­rendik, gemide ceza da var, ödül de. Yollarımız galiba aynı, onlar da önce Kanaryalara, oradan Cabo Verde Adaları’na, oradan da Karayip Denizi­’ne geçecekler. Sonra yine Avrupa sularına döneceklermiş. Karşılaşırsak eğer gelişmeleri göreceğiz. İşin için­de anladığım kadarı ile sonu “Jİ” ile biten bütün ilimler var, sosyoloji, pe­dagoji, psikoloji, kriminoloji gibi, gibi, gibi. Zengin ülke olmanın da ken­dine göre dertleri var. Okul gemisi, önümüzdeki yıl Almanya’ya havuza girmek üzere çıkacak sonra da Akde­niz’e inecekmiş. Yani 2004 yılında bizim sularda rastlanması ihtimali de var. Gemiye bir adet Ataköy Marina Yat Kulübü forsu hediye ettik, onlar da bize okulun broşürünü verdiler, okudukça düşündürücü.

Geminin, bastonu dahil tam boyu 35 metre, 250 BG bir MAN motoru var. Toplamda 20 kişi barındırabiliyor. Almanya’da, 14 yıl önce yapılmış, hatları çok düzgün. Ne olurdu, örneğin bizler bir kampanya başlatıp hiç olmaz­sa bu boylarda bir gemiyi “Denizcilik Okul Gemisi” (DOG) olarak ülkemize kazandırabilseydik. Maliyetinin 2-2,5 mil­yon doları aşmayacağını sanırım, bel­ki daha bile az. İşe hayal kurmakla başlayabiliriz, 2 yılda 400 doları tak­sitle ödeyecek 6250 deniz âşığı bula­maz mıyız yani? Varsaydığımız deniz âşıkları sayısını 70 milyona oranlasak 0,00009 eder? Üç tarafımız de­nizdi hani? Toplum sivilleşecekse bunları yaparak sivilleşecek, aksi hal­de, kendilerini seçebilsek dahi, yöne­tenler ile yönetilenler açmazı içinde, kimin kim için var olup görev üstlen­diğini bir türlü anlayamadan, yıllar geçmeye devam edecek.

PORTO SANTO – MADEIRA

Çıkış işlemlerimiz çok basitti. Ön­ce marinayı öde­dik, demirde ya­tınca başka ücret, aborda olunca başka ücret alı­yorlar. Sert hava­da her ne kadar kıçtankara rıhtı­ma bağlı yattıysak da aborda olmadığımız veya pasarella uzatmadı­ğımız için demir­leme ücreti aldı­lar. Sonra gittik ligüposasi (liman-gümrük-polis-sahil sıhhiye işlemleri) görevlisine. Görevli önündeki defteri açtı, sayfalarını kırmızı kalem­le sütunlara ayırmış ve her tekneyi satır satır yazmış, hem de kurşun ka­lemle. Gideceğimiz limanı sordu, Funchal dedik, GİB’i sildi yerine Funchal yazdı, iyi yolculuklar diledi, el sıkıştık, iş bitti. Masada bir kompüter vardı; sanıyorum sonra bizimle ilgili bilgile­ri işlemiştir.

Saat 14:00’e geliyor­du, demir aldık. Liman­dan çıkar çıkmaz cenova–ana yelken düzeninde kumsal boyunca seyret­meye başladık. Rüzgâr KB, deniz henüz sakin, adanın gölgesindeyiz.

“Porto Santo Marina’yı işleten şirketin Madeira Adası’nın KD ucunda inşa halinde bir marinası ve oteli varmış, orada yer ayırtmıştık, 30 Dm yolumuz var. Adanın kuytusundan çıkınca yine Atlantik’in soluğanı ile buluştuk. Sancak baş omuzluktan geliyor, 3-4 metre yüksekliği var, araları açık, 15 dere­ce yatmışız ne hırpalanma ne bir şey, yükselip alçalarak 8 notun üs­tünde süratle akıyoruz. Karşıdan bir römorkör geliyor, son derece ağır yolla bir kaybolup bir görünerek, dö­vünmeden ama yalpalayarak yürü­yor, geçiştik. Önümüzde, limandan bizden önce ayrılan bir başka yat var, keç arma, cenova-mizana gidiyor, ye­tiştik, o da bir tepede bir çukurda ay­nı yönde yürüyor. Denizde fotoğraf çekmek çok güç. İnsan ne yaparsa yapsın, gözüyle gördüğünü fotoğraf makinesine bir türlü gösteremiyor. Bunun bir başka tekniği olsa gerek de kimden nasıl öğreneceğiz? Koca­man dalgalar fotoğrafta bir türlü ol­dukları gibi gözükmüyor, deniz nere­deyse süt limanmış gibi duruyor.

Güneş batmak üzereydi “Quinta Do Lordes” isimli marinaya geldik. Yüksek bir falezin önünde, kıyıya pa­ralel bir duvar yapmışlar, GD’ya ba­kan yaklaşık 15 metrelik kapı gibi bir delikten içeri giriliyor, upuzun havuz gibi bir yer. Pontonlar yerleştirilmiş, inşaat sürüyor, arkadaki sarp falezi yontmakla meşguller, boşalan alana villalar yapılacakmış. Güney yönlü bir rüzgârda bu marinaya ne girilir ne de çıkılır, her iki halde de insan kapı ağzındaki kayalara çakılıp kalır. Ayrıca içeri girecek dalga da hayli za­rar yaratır diye düşündük. Nitekim Porto Santo’da limanda yatıp geçmesini beklediğimiz hava burayı az biraz tartaklamış. Pontonlardan bi­rinde kocaman bir gulet bağlı, “Made in Turkey” kokuyor, bayrağını göremedik, ismi de zaten Türk ismi değil. Limanın hemen girişinde, bittiği za­man misafir rıhtımı olacak yerdeki pontona bağlandık, med- cezir 1,80 metre, ponton­lar kazıklara halkalarla bağlı, tekne ile birlikte yük­selip alçalıyorlar, ikide bir halatları boşlamaya veya toplamaya gerek yok.

Madeira’da yeni, büyük marina

Bir ara VHF’de Made­ira radyoyu çağıran bir ge­miyi duyduk. Kendi adını vermiyordu. Telsizde ko­nuşan kişinin şivesinden Türk olabileceğini tahmin ettik, nitekim tahmin tuttu.

İki üç çağrıdan sonra ge­minin adını da söylemeye başladı. Araya girdik, kanal değiştir­dik, yarenlik ettik. Hemen yanıbaşı­mızdaki limandan Fas için çimento yüklemeye gelmiş, yine Akdeniz’e dönecek, yükünü boşalttıktan sonra bu kez galiba Tunus’tan gübre yükle­yip İtalya’ya Ravenna’ya çıkacakmış, oradan ötesi henüz belli değil, pro­fesyonellik de işte böyle, limanlar, denizler, limanlar, yükler, git babam git. Bir gemi, arkasında karada bir ofis, dünyanın her köşesinden yük simsarları (brokerler) ile bağlantılı, teklif üstüne teklif, kabul, ret, fakslar, teleksler, telefonlar, heyecanlar, “yükü aldık”, “kaçırdık”, “yüksüz kal­dık” ya da “ah şimdi bir gemimiz da­ha olsaydı” hayıflanmaları içinde çalı­şıp koştururken, gemide kader birliği eden 20-25-30 kişilik bir ekip, o li­man senin bu liman benim, aman makine arızası olmasın, aman hava bozmasın, aman yükümüze zarar gelmesin. Aman yolda gecikmeye­lim, limana hazırlık mektubunu za­manında verelim. Aman acenteye paramız vaktinde gelsin, aman yedek parçalarımız yetişiyor mu? Aman üc­retlerimiz evlerimize zamanında ödendi mi? Evdeki yaşlıların sağlık durumları nicedir? Çocuk okulda doğru dürüst okuyor mu? Anasını çok üzüyor mu? Kızın nişanlanma işi ne safhada, düşünceleriyle al nöbet, çalış, ver nöbet düzeniyle sallan yu­varlan koşturup yaşamını kazanıyor. Durmak bilmeyen bir ekip çalışması, kimsecikler farkına varmadan sürüp gidiyor. Perşembe sabahıydı, aynı geminin kılavuz motoruyla konuşma­larından o gün yüke gireceğini anla­dık; selametle, yolun açık olsun, bi­zim gemi.

Perşembe sabahı saat 10:00 su­larıydı, marinadan ayrıldık, çook ha­fif bir K rüzgârı önünde Cenova’yla 3-3,5 not, yalı boyu seyirle Funchal (Funşal okunuyor) limanına gidiyo­ruz. Funşal havaalanı yakın zamana kadar dünyanın en tehlikeli hava alanlarından sayılırmış. Pilotlar ve uçak şirketleri neredeyse boykot edeceklermiş. Portekiz hükümeti, tabii AB’nin de katkısıyla 2000 yılında sahildeki yamaca kazınmış uçuş pistini, iki burun arasında denize kolonlar yerleştirerek bir köprüyle uzatmış, şimdi Jumbolar da iniyor.

Adada düzlük denecek bir yer yok, her yer dağlık, inişli çıkışlı. Evlerin hemen tamamı yamaçlara yapışık, kolonlar üstünde duruyor, her taraf çiçekler içinde, rengarenk. Dünyanın ikinci yüksek falezi (cliff) 530 küsur metre ile buradaymış. Birinci en yüksek falez ise Çin’deymiş; yersek tabii. Limana vardık ki, zaten biliyorduk, marina tıklım tıklım dolu. Tekneler üçer beşer üst üste bağlı, yer yok, demirde yatacağız. Archie bermutat giriş işlemleri için botla sahile çıktı, marina girişinde mendirek üzerinde bir odada bir görevli; adam Türk pasaportlarını görünce Şengen vizelerinin kontrolü için pasaport polisini çağırmış. Onun gelişi biraz gecikti, çünkü limanda iki transatlantik var, onların işlemlerini yapıyormuş. Yine de bir saat sürmedi, her şey tamamlandı. Pasaport polisinden işlemlerle ilgili kuralları da öğrendik. Her yer AB ya! Meğer bizim AB’ye giriş işlemlerimiz İtalya’da, Cagliari’de yapılmalıymış, Porto Santo’daki görevli de bu konu­da dalga geçmiş, dolayısıyla biz Funşal kayıtlarına GİB’ den gelmiş olarak işlendik. Öyle ya, örneğin ABD’de New York havaalanından girince California’ya da girmiş olmuyor mu in­san? Düşünüyorum da biz de bir gün AB’li olursak, örneğin Amerika’dan gelip Funşal’ a uğrayan ve AB giriş iş­lemlerini orada yaptıran bir yat, baş­ka hiçbir yere uğramadan Türkiye’ye gelirse, ülkeye işlemsiz girecek, sonra da örneğin Gürcistan’a gitmek ister­se, AB’yi Trabzon’dan terk edebilecek, gerçekten böyle mi olacak? Yavvv!..

Biz demirde yatarken, marinadan yarışmak üzere tekneler çıkmaya başladı. Arada turist taşıyanları da var. Hava yanık, deniz palpa, İstan­bul’dan çok iyi ezberlediğimiz bir sah­ne, yarışmak için çıkanlar 1-2 saat sonra dönmeye başladılar, rüzgârsızlıktan yarış iptal edilmiş. Önceden görmemiştik, dönen yarış tekneleri arasında birden Kristof Kolomb’un “Santa Maria‘sı belirdi.

Bir replika gemi, o da turist taşı­mak için yapılmış. Santa Maria hak­kında o kadar az bilgi var ki, replikasını yapmak dahi hayli uydurukçu bir eğilimle çalışmayı gerektiriyor. Nuh Peygamber’inkinden sonra asırlar boyunca adı en çok bilinmiş tekne ol­duğu söylenebilecek olan Santa Maria’nın tam boyu 39 metre dolayın­daymış. Sefere katılan diğer iki gemi Pinta, 17 m. tam boy ve biraz daha kısa olanı Nina (Ninya) karavel tipindeler. Santa Maria’nın tipi ise pek belli değil, kitaplarda Nao olduğu da karavel olduğu da yazıyor; o kadar da önemli olmasa gerek, önemli olan yaptıkları. Kanarya Adaları’ndan yola çıkışlarından tam 30 gün sonra 12 Ekim 1492’de ayak bastıkları ada ise Bahamalar’ın Guanahani Adası, bu­günkü adıyla Watling Island. Kitaplar Kolomb’un Atlantik’i geçerken pusulasında ilk kez manyetik sapmayı tespit ettiğini, ancak açıklayamadığını da yazıyor. Bir de bizim bugünkü halimi­ze ve olanaklarımıza bakalım, nere­den nereyeee!.. Ağabeyimiz bizim bugünkü halimizi görse kimbilir ne biçim gülerdi; ağzı yetmeyebilirdi bile gülmeye.

Altmışlı yıllardı, Madeira’yı anla­tan bir belgesel filmde turistlerin bambulardan örülmüş, kenarlarında salıncaklı koltuklarınki gibi yarı daire­sel ayakları olan, üstleri tenteli, şık ve güzel ikişer kişilik bahçe koltuklarına oturup arkalarından itilerek veya ya­vaşlatmak için çekilerek gömme renkli çakıl taşlı yollarda dağdan aşağı kaydırıldıkla­rını görmüştüm.

Adanın önemli tu­ristik atraksiyonla­rından birisiydi o zamanlar; sorduk, hâlâ varmış. Geldi­ğimizin ertesi günü Monte (dağ) dedik­leri yamaca çıkmak için henüz iki yıl ön­ce yapılmış olan te­leferiğe gittik ki, 3 günlük bakıma alınmış. Bir taksi tuttuk, dağa çıktık, güzel bir yeşil alan içinde bir kilise ve turistik eşya satan dükkanlar yan yana, biraz ileride de bineceğimiz kızak­lı koltuklar.

Ama bunlar seyrettiğim filmdeki- ne pek benzemiyor artık; bir tahta kutu, içine sazdan örme bir koltuk yerleştirilmiş, 2 ve 3 kişilikleri var; şil­telerin renkleri pek canlı değil, tente­leri yok, kutunun altında önden ve arkadan taşan iki tahta kızak, altına biraz yağ sürüyorlar, bunun için de yağı yola bulaştırıp kızağı üstünden geçiriyorlar.

Beyaz elbiseli, hasır şapkalı, sarı/kahverengi çizmeli tek tip giyinmiş kızakçılar, her araca iki kişi kumanda ediyor, içine oturuyorsunuz, gömme çakıllı yol yerine, günümüze uygun asfalt yoldan yokuş aşağı kaptırıp kaydırmaya başlıyorlar.

Biz de bindik, denge sağlamak için beni ortaya oturttular. İki tarafı duvarlı dar yollardan geçerek, virajla­rı savrulup dönerek iki kilometre ka­dar gidiliyor, kızakçılar arkadan kâh koşarak kâh kızağın arkasına binerek aracı yolda tutuyorlar. Eğlencenin so­nuna yaklaşırken de yol ortasında du­ran birisi fotoğrafınızı çekiyor, 200 metre sonra eğlence bitince, adamın dediğine göre 1,5 saniyede, fotoğra­fınız internet aracılığı ile aktarıldığı printer’den dört dörtlük basılmış ola­rak elinize veriliyor. Hediyesi 20 Eu­ro; zevkliydi, turistlik oynuyoruz ya.

Kızakçılar biraz nefes nefese kalı­yorlar elbette, sonra da bir taksi geli­yor, 3’ünü 5’ini toplayıp tekrar dağa çıkarıyor. Limanda duran iki transatlantikten acaba kaç yolcu buraya çıkıp kaydı?

Üçüncü günümüzdü, yine bir tak­si tuttuk, 6 saat süreyle adayı gezdik. Tipik bir balıkçı köyüne gittik, şaraplar doğrudan fıçılardan da içilebiliyor. Ahtapotlu sandviç yedik, sonra ya­maçlara çıktık, muz plantajlarını ve şaraplık üzüm yetişen bağlarını gör­dük, yol dar ve virajlı; ama AB ola­naklarıyla şimdi adayı çepeçevre dö­nen bir otoyol yapılıyor, yarısı bitmiş bile. Dünyaca meşhur Madeira şara­bı, yüksek alkollü ve tatlı. En yüksek faleze çıktık, 530 metreden dikine denize baktık, bir fotoğraf çektim, denizin parlamasından bembeyaz çıktı. Sonra adanın ortalarına geçtik, yükseklerde bir yerde bir otelde dur­duk, bölge eski bir kratermiş, yakla­şık 1000 metre yüksekte bir seyir balkonu yapılmış, önce oradan aşağı­da gideceğimiz yolu ve kraterin dibin­deki köyü seyrettik, sonra da köye inip Madeira pastası yedik, benimki deve hamuru gibi bir şeydi, az daha boğulacaktım, herhalde yanında bol sıvıyla ittirmek lazım, lezzetliydi yine de.

Kente döndük ve bir süpermar­kete girip noksanlarımızı tamamla­dık. Limana dönerken Beatlesların karaya çekilip lokantaya dönüştürül­müş yatının yanından geçtik; hem yat-lokanta hem de çevresinde sanki havuz gibi bir yerde bir sürü küçük kayık, içlerinde masa ve iskemleler, tepelerinde tenteler, havuzun dibin­deki betona çakılmışlar, müşteri bek­liyorlar.

Madeira’nın çok güzel bir pazarı var, kapalı bina, meyvenin, çiçeğin, balığın çeşidinden geçilmiyor. Mey­velerin çoğu ithal malıymış dediler, o çirkin siyah uzun balıktan burada da bol bol var.

Böylelikle de Madeira bittiii, marinada yer bulunsa belki daha uzun kalınır ama demirde yatarak olmuyor bu iş. Akşam marinadaki balıkçı lo­kantasında başlangıç olarak bol mid­ye ve karides, üstüne de ana yemek olarak çipuraya benzeyen fakat kır­mızı renkli lezzetli bir balık yedik ve yarın yola çıkmaya karar verdik.

MADEIRA – TENERİFE

Yarın, yani bugün, 23 Ekim Per­şembe sabahı 11:00’de Archie çıkış işlemlerinin intacı(!) için karaya çıktı ve hemen döndü. Sadece iyi yolculuk dilemişler. Demir aldık, hava sakin, daha doğrusu ada K rüzgârlarının önünü kesiyor, motorla yola çıktık, 170° tek rotayla Tenerife Adası’nın kuzey burnuna 249 Dm yolumuz var. Birkaç mil gidince adanın kuytu­sundan çıkıp rüzgârı yakalayacağımı­zı umuyoruz ama evdeki hesap çarşı­ya uymadı, neredeyse 12 saat motor seyriyle 100 Dm’ye yakın yol gittik­ten sonra birden rüzgârı bulduk. Bu süre içinde pervanede silkeleme yok, dümdüz dönüyor, Porto Santo’daki temizlik tam yaramış. Ne var ki, bel­ki de malzemesindendir diye düşün­mek mümkün. Çünkü çok çabuk kekamoz bağlıyor; aynı durum Archie ve Doreen’in Okura teknesinde de var­mış. Tenerife’de bir temizlik daha ge­rekecek belki de.

Makine stop, önce cenova-mizana denedik, sonra da cenova ve camadanlı ana yelkende karar kıldık, dalga boyu istediğimiz gibi sallıyor ama, de­niz bu sallanmadan nire gidçen ki? Rüzgâr temizinden 30 not esiyor, 8’in üstünde 9 nota yakın seyrediyoruz. Gece 2-3 sularında rüzgâr sabit 35 notta karar kıldı. Biz de 9,5 not sürmeye başladık. Cenova’yı sardık, floku açtık, sürat derhal 6 nota indi, attan düşmüşe döndük Haydi tekrar cenova’ya geçtik, ama bu kez camadanlı, tekneyi devamlı 8-8,5 notta tu­tuyoruz. Böylesi daha güzel, daha konforlu. Gün ağarmaya başladı, dal­ga başları az köpüklü, Portekiz’e ait ‘Islas Desertas” isimli kimsenin otur­madığı milli park olan iki adayı, bun­lar Madeira’nın yakınında olanlardan başka adalar, iskelemizden 17-18 mil açık geçtik, Tenerife 90 Dm yolumuz kaldı, rüzgâr böyle devam ederse akşama varırız.

Porto Santo veya Madeira’dayken telefonla Tenerife’de bir marinada yer bulmuştuk, adı Marina Del Atlantico, onun üzerine de Lanzarote’ye gitmek­ten vazgeçmiştik. Tenerife’nin çok uzaklardan gö­rünen eski bir yanardağı var, 3000 metre yükseklikte, adı Tiede. Görebilecek miyiz diye kolluyoruz, ama akşam bulutların arasın­dan görünmüyor. Saat 17:00’ye gelirken nihayet kısmen görebildik.

Adanın kuzey burnundaki feneri de seçmeye başladık ki, rüz­gâr, kitaba göre özellikle buralarda hızlanacağına, yavaşlamaya başladı. Neredeyse tamamen kalacak. Yapa­cak bir şey yok, dayandık makineye, burundan limana kadar daha 7 mil yolumuz var, başladık soluğanla yu­varlanarak gitmeye. Kentin adı San­ta Cruz de Tenerife, limanı 4 bölüm halinde ve birbirini takip eden değişik isimde 4 mendirekten oluşuyor, toplam boyları 5 kilometre. Bizim gideceğimiz marina Ro-Ro gemilerinin gir­diği en güneydeki limanın en kuzey ucunda. Burada ana mendireğin bo­yu 1 mil. Yani önce dışarıdan mendi­rek boyunca 1 mil güneye ineceğiz, sonra liman içinde 1 mil kuzeye çıka­cağız. Biz girerken Gran Canaria Adası’na giden feribot çıktı, saat 20.30’du marinaya ulaştık. Ulaştık ki, ortalık palpa, çıt yok ama şehir­den ve çok yakın bir yerden yüksek volümlü klasik müzik duyuluyor. Dur­duk, makine stop, çevrede çık çıkmı­yor, Doreen ve Archie’nin hemen “Bu Haendel’in Messias orator­yosu” demelerine kalmadı müzik bu kez muazzam bir koronun söylediği halleluya ile bitti. Tüylerimiz diken di­ken, hava güzel, müzik güzel, deniz sakin, yol yorgunluğu da var. Ümit­lendik; acaba bu bizim için marinadan mı çalınıyordu, ya da her akşam böyle mi olacak da mest olacaktık di­ye. Tabii ne o ne de öteki, konser­miş, kopan alkışlardan anladık zaten.

Limanın ortasında bekliyoruz, bir botla iki gemici (marinero) geldi, ilk gece rıhtımda bir şatın üstüne bağla­nıp yatacakmışız. Sabah erken gelip bizi asıl yerimize alacaklar, dedikleri gibi yaptık. Sabah 08:00’de yeniden geldiler ve tekneyi, limanın en kuzey rıhtımına dikine bağlı raylarda kaya­rak med-cezirle birlikte yükselip alça­lan pontona, baştan hem demir hem tonozla kıçtankara bağladık. Marina ofisi pazartesi gününe kadar kapalı, giriş işlemleri de pazartesi günü yapı­lacak. Cumartesi gününü boş geçir­memek için şehri dolaştık ve öğren­dik ki, dün gece dinlediğimiz son yüz­yılda ikinci kez düzenlenen ve meş­hurların çalıp söylediği bir konser­miş. Bu kez siyah Madonna buraday­mış hem 15 gün tatil yapmış hem de konser vermiş. Siyah Madonna kim kuzum? Hafta sonu sağlam kaynak bulamadığımız için ne orkestrayı öğ­renebildik ne de siyah Madonna’yı. Konserin verildiği büyük çadırı da öğ­leye kadar hemen söktüler, ışıklar ve ses düzenini dağıttılar.

Kenti gezerken tekne malzemesi satan yerleri de bulduk, Pazartesi gü­nü noksanlarımızı tamamlayacağız. Ana yelken bumbasında preventer (önleyici donanım) kullanıyoruz, şart çünkü özellikle ge­niş apazda büyük dalgalar bazen tek­nenin kıçını kaptığı gibi savurup yel­keni kavançaya kaçırıyor, tehlikeli oluyor, önlemek gerek. Diğer taraf­tan kontra değiştirirken de havuzluktan dışarı çıkmadan bumbayı aktar­mak istiyoruz. Onun için preventer palangalarının halatlarını alt baskıla­rına da havuzluktan dışarı çıkmadan kumanda edebilmemiz gerekir ki, çarmıhlardan baş ıstralyaya kadar olan hareketi dalgalı denizde baş gü­verteye çıkmadan ve güvenlik halatı­na bağlanmadan kontrol altında tuta­lım. Bu nedenle onları da uzatacağız. Mevcut 40 metre boyundaki 32 mm’lik halatımıza ilaveten bir tane daha 50 metrelik almak istiyoruz. Karayip’te bağlanacağımız yerlerde kullanmak gerekecek çünkü sığ su­larda 2,90 m. su kesimi ile her zaman her yerde iskelelere sokula­mayacağız. Ufak da olsa seyyar bir dipfrizin işimize yarayacağını düşünüyoruz, onu aramamız gerek. El tel­sizinin aküsü bitti, şarj tut­muyor, yenisini almak la­zım, vs, vs, bir sürü ufak te­fek incik bincik iş. Seyahat acentesinden gidip biletleri­mizi alacağız, efendi kaptan Ahmet’le İstanbul’a uçaca­ğız, oy vermek istiyoruz, 5 milyon TL ceza ödemek is­temiyoruz. Ne biçim rasyo­nel düşünce ama? Ceza kaç para, bilet kaç para? Olsun, vatandaşlık için değer.

Açıkdeniz seyri dışında gerçek özgür­lüğün tadına varılan tek yer oy verdi­ğimiz hücre ve tek an da seçtiğimiz andır; bir iki saniyelik gerçek seçme özgürlüğü, onu mu, bunu mu, yoksa şunu mu?

Pazartesi saat 09.00’da marina ofisine gittik, kaydımızı yaptılar. Giriş işlemi için elimize doldurmak üzere bir kâğıt verdiler. Aranan bilgiler şun­lar; teknenin adı, bayrağı, tescil lima­nı ve numarası, tam boyu, genişliği, net tonu, deplasman tonu, sahibinin adı ve tam adresi, sigortası (sigorta burada da şart), yatçıların adet ve milliyetleri, benim pasaportumun ilk sayfası ile Özel Yat Kayıt Belgesinin (sadece ön yüzü) fotokopisi (ofiste çe­kildi, bedelsiz), bu kadar. Ligüposasi ile ilgili ne damga var ne de başka bir şey, marina bize sadece bu belgeyi doldurttu ve aldı. Aldığı bilgileri son­radan bilgisayar ortamında polise ak­tarıyordur o da belki. Polisi, limanı, gümrüğü lüzumsuz yere ne diye işgal etmeli ki? Kaçakçılıkla uğraşan birim­ler iz sürerken zaten gerekirse her yerde herkesi denetleyebiliyorlar. Tu­ristleri devamlı aynı potada kaynat­maya ne gerek var?

YİNE ŞUNDAN, BUNDAN…

Hele de Sahil Sıhhiye, yolda uğ­radığımız limanlarda ne adı var ne kendisi, bizdeki ise kalkışmış bir de deniz ambulans servisi kuracakmış; Dünya Sağlık Teşkilatı böyle bir şey öngörmüyor. Öngörse dahi bunlar başka bir sektörün işi, bu hevesin ne­deni ise besbelli politik; sadece daha çok boş adama milletin parasıyla sözüm ona iş yaratacak. Gelip geçen gemilerden sadece “gemimde hasta­lık ve ölüm hali yoktur” diye bir be­yanname almak için kocaman ve bel­ki de tahsil ettiğinden çok bütçeden para çeken bir teşkilat. Türk karasu­larında seyreden kendi gemilerinden, gemi adı altında özel tekne ve yatlar­dan da para toplamayı düşünmek ve uygulamak, bir gün kesinlikle Türk topraklarında seyreden bütün kendi kara araçlarından da aynı yolla para toplanması gerektiği yönünde gelişe­cektir diye endişelenmemek elde de­ğil.

Sevgili Hasan Kaçmaz’ın şimdi kulakları çınlamalıydı, yıllardan beri Ankara’yı bu konuda ikna etmeye, önceleri tek başına, sonra Maryat ve şimdi onun devamında ise DTB (De­niz Turizm Birliği)’nde toplanan bü­tün marinalarla birlikte, ne kadar ça­lıştı da bir türlü başarılı olamadı. İnsanların yaşamlarına ille de parmak sokmaya alışmış, berbat bir zihniyeti değiştirmeye çalışmak, yazmak çiz­mek, dil dökmek için sabırlı olmak yetmiyor. İnsanda mangal gibi bir yü­rek olmasını gerektiriyor. Bir gün ba­şarılı olacaklar kesinlikle. Bir transit loğun değiştirilmesi, basitleştirilmesi için harcanan çaba ile normal koşul­larda kimbilir başka neler yapılabilir­di, tamamı boşa gitti, bürokrasi Nuh dedi peygamber demedi, diyemedi, sandı ki, yetkisiz ve etkisiz kalacak. Yine de ümitsizliğe kapılmamak ge­rek ve eğer gördükleri direnç karşı­sında pes etmezlerse, bir gün amatör denizciler de çeşitli isteklerinde başa­rılı olacaklar.

Ufak, seyyar bir dipfriz almak is­tiyorduk, uygun bir şey bulursak ta­bii. Teknelerde bu dipfriz meselesi riskli. Dipfriz devamlı kontrolde tutul­ması gereken bir alet. İçindeki malla­rı bir kez yumuşattınız mı, tekrar dondurduğunuzda, genellikle et ve balıkta, kolaylıkla öldürücü olabilecek nitelikte ağır zehirlenmelere yol aç­manız mümkün. Evlerde elektrik de­vamlı var olduğu için, dipfrizdeki mal­zemenin yumuşaması tehlikesi ancak çok uzun süren enerji kesilmelerinde doğuyor. Teknelerde durum farklı, yelken seyri, motor seyri, demir ye­rinde aranan sessizlik, yüksek çevre sıcaklığı gibi nedenler ve etkenler bir dipfriz içindeki malların, ekovatın uzunca süre çalışmadan durması so­nucu, ısınması tehlikesini içeriyor. Birkaç yabancı liveaboard (teknesin­de yaşayan) arkadaşımın, Archie ve Doreen dahil, bu işe nasıl dikkat et­tiklerini gördükten sonra hiç teşeb­büs etmemiştim. Şimdi durum değiş­ti. Hep beraber uzunca süre teknede olacağız. Dipfrizin çalışıp çalışmadığı­nı kontrol etmek kolay artık. Hazır bir dipfriz almak yanında sabitini de yapmak olası. Teknenize sabit bir dipfriz yaparsanız, bir kitapta okudu­ğuma göre, taban ve kenar izolasyon kalınlıkları, 20 santim kalınlığında poliüretan olmak zorunda. Böyle bir alameti teknede nereye sıkıştırabiliriz ki? O nedenle de yüksek teknoloji ürünü oldukları ileri sürülen, ufak, seyyar, broşüründe ekovatı 24 saatte 8-10 saatten uzun süre çalışmadığı söylenen tipleri tercih etmek gerek. Bakalım alınca göreceğiz nasıl çalıştı­ğını, ola ki, ileride bazı değişiklikler yapmak gerekecektir.

Uzun yolda yiyeceklerin soğuk veya taze tutulmaları ayrı bir mesele. Salonda bir filemiz var, hamak gibi asılı duruyor. Taze aldığımız limon, portakal, muz gibi meyveleri içine koyuyoruz. İki tane sabit montaj buz­dolabı, bir tane de üstten kapaklı ha­zır aldığım frizer (deep freezer değil) var. Genelde buzdolabı yoğunlaştırıcıları (kondenser=condenser) hava ile soğuyor. Evlerde bu olur da kanımca denizde pek işe yaramıyor. Uzun süre çalışın­ca yoğunlaştırıcının ve ekovatın çev­resindeki hava çok ısındığından so­ğutma fanı aynı sıcak havayı yoğunlaştırıcıdan geçirmeye başlıyor. Çev­re daha çok ısınıyor, sonunda da ekovat neredeyse 24 saatte 24 saat çalışmak zorunda kalıyor, tabii aküle­rin de nefesi tükeniyor.

Mat‘ın buzdolabı yoğunlaştırıcıları su soğutmalı. Yani deniz tipi, İtalyan malı, 7 yıl olacak hiç arızalanmadılar. Ev tipi, frizer ile buz makinelerinin yoğunlaştırıcılarını ise kunifer (cunifer=cupper–nickel–fer) isimli bakır, nikel, demir alaşımından iki ayrı çap­ta boruyu içiçe geçirerek yaptık; ka­lın dış borudan geçen deniz suyu, in­ce iç borudan geçen gazı soğutup yo­ğunlaştırıyor. Çevre ısınmıyor, eko-vatın verimi düşmüyor ve çalışma sü­resi kısalıyor. Bu yoğunlaştırıcının içinden deniz suyu geçirmek için 24 voltla çalışan bir pompayı 12 voltla çalıştırıyoruz. Bu da pompanın elekt­rik motorunun kömürlerinin aşınma­sını çok yavaşlatıyor, pompa yıllarca dayanıyor. Kunifer alaşımın 10/90 ve 30/70 olmak üzere iki tipi var. Örneğin yine teknelerde kullanılan klima cihazlarının deniz suyu soğut­malı yoğunlaştırıcılarında daha yu­muşak tip olan 10/90 kullanılıyor, yani malzemenin %10’u nikel, %90’ı bakır, alaşımda demir zaten “eser” miktarda var. Diğer malzeme (30/70) daha sert, bükmesi zor, düz tipteki yoğunlaştırıcılarda kullanılma­sı doğru. Kunifer yoğunlaştırıcıların parçalarını birleştirirken kesinlikle sa­rı veya gümüş kaynağı kullanmamak gerekiyor. Çünkü kaynak sıcaklığın­da alaşımın elemanları yanıyor ve oranlar bozuluyor. Deniz suyu ile te­mas edince de ek yerleri kısa sürede korozyonla çürüyor, ekovata deniz suyu kaçıyor. En doğrusu ek yerlerini usulüne uygun sert lehimlemek. Yoğunlaştırıcının gaz taşıyan iç borusu­na ekovattan gelen orijinal pirinç bo­ru ile yoğunlaştırıcı dışında sarı kay­nağı ile eklemek ise, deniz suyu ile te­mas etmediği için, olası. Yoğunlaştı­rıcılar için paslanmaz çeliği hiç dü­şünmemek gerekiyor, çünkü deniz suyu ile temas edince ve biraz da ısı­nınca ne zaman korozyona uğraya­cağını kestirmek olanak dışı, daya­nıklılığı şansa bağlı.

Marinaya karşı Archie ve Doreen için bir yetki belgesi düzenlemem ge­rekti. Ufak tefeğimizi bir çantaya koyduk ve 29 Ekim sabah saat 02.50’de Tenerife’in güney havaala­nından kalkan Iberia uçağına bindik. Biletleri aldığım seyahat acentesindeki hanıma uçağın tipini sorduğumda yeni tiptir M88 demişti. Karşımıza çı­ka çıka, herhalde soyu dünyada tü­kenmiş, belki son beş taneden birisi olan DC-9 (MD88) tipi çıktı ve bizi 3 saatte Madrid’e ulaştırdı, aktarma, indi bindi dahil daha 5-6 saatlik yolumuz kaldı. Bugün Cumhuriyet Bayramı, 5 gün sonra da seçimler var, uçuşumuz iyice anlam ve önem kazanacak.

Uzun yolculuğun dördüncü etabı

Tenerife’den 5 Aralık günü başlayan seyrimiz 11 Aralık günü Mindelo Adası’nda demirleyerek sona erdi, 867 Dm yolu 137 saatte tamamladık. İstanbul’a varışımız saat 15:00’den sonra olduğu için yollarda Cumhu­riyet Bayramı kutlamalarını sezinle­yecek pek bir şey kalmamıştı. Her yıl daha da donuklaşan ve standart bir kutlama ile hatırladığımız o büyük gün üstüne üstlük, yaklaşan seçimle­rin gölgesinde iyice erimişti. Bu adamsendeciliğin nedeni ne olursa olsun, tarihimize karşı büyük bir ayıp işlediğimiz inancı içinde kişisel utan­cım giderek büyüyor. Kuşaktan kuşa­ğa ve yıldan yıla artan bir ilgisizlik, kutlamaları düzenleyenlere de bulaş­mış, göstermelik bir şeylerle işi idare ediyorlar. Televizyonlarda hâlâ aynı eski püskü filmler, ekranın köşesine yerleştirilmiş bir bayrak ve Atatürk fotoğrafı sanki her şeyi taze tutmaya yetiyor. Yazılı basında baş sayfalarda içeriksiz yazılarla kocaman bir iki fo­toğraf hepsi bu.

BEKLENTİLER…

Heyecanla, merakla beklenen gün geldi, sandıklarımıza gittik ve oy­larımızı kullandık, sonuç malum; yıl­larca hayatımıza yön vermiş bir kad­ro, başarıları ve başarısızlıkları ile külliyen silindi, buharlaştı. Gidenler şaş­kın, gelenler de sanki biraz şaşkın, millet hepten şaşkın. Çok yönlü umutların üst üste buluşmaya başladı­ğı yeni bir platformda yol almaya başladık. Bakalım bu platform bu yü­kü nasıl çekecek? Herkes gibi benim beklentilerim var, neler mi? Bazı ör­nekler vereyim:

Amatör denizciliğin adı konma­lı, daha doğrusu varlığı kabul edilme­li; devleti yöneterek, millete hizmet götürecek olan hükümet, amatör, yani meraklı, mutluluğunu hobilerin­de bulan, deneyim kazandıkça bilgi­lenen, bilgilendikçe düşünen ve üre­ten vatandaşlarını rahat bırakmalı. Onların önüne setler çekilmesini ön­lemeli, aynı değerleri paylaşamayan bürokratların afaki davranışlarını engellemeli, onların önünü kesmeli, yetki ve sorumluluklarını yeniden dü­zenlemelidir. Bunu neredeyse tek cümleye sığdırmak olasıdır: Denizde­ki amatör denizci vatandaşa diledi­ğinde dilediği kadar yardım edecek­sin, ötesine karışmayacaksın.

Hükümet çalışırken bizleri ke­sinlikle dinlemelidir, söyleyecek çok şeyimiz birikti. Bürokrasi hepimizi çok üzdü ve hâlâ da üzmeye devam ediyor. Söyleyeceklerimizi biraraya getirebilmek için, sivil toplumun bir parçası olduğumuzu kanıtlamak için sesimizi ve sözümüzü duyurabilmek için nihayet devletin yönlendirmediği bir girişimle bir federasyonumuz ol­du, AB uyum yasaları çerçevesinde değişen Dernekler Kanunu olanak tanıdığı için olabildi, aksi halde olaca­ğı yoktu, adı; Amatör Denizcilik Fe­derasyonu.

Şimdi ve mutlaka şimdi, birleş­memiz, kuvvetlenmemiz zamanıdır. Deniz sporlarının her türlüsü ile uğra­şan bütün kulüpler bu federasyon ça­tısı altında buluşmalıdır ki, tek ses, tek beden olalım, kendimizi duyura­bilelim. Amatörlükle profesyonellik arasında kesin bir çizgi çekilmesini önleyemezsek şimdiki kimliksizliği­miz devam edecektir.

Hükümet, devletin milletten topladığı paralarla sadece belli mes­lek sahiplerinin kullanımına tahsis et­tiği limanların tamamından amatör denizci vatandaşların yararlanma hakkını teslim etmelidir. İnsanları bir­birine yakınlaştıran, gençliğin geliş­mesini hızlandıran, huzurun devamlı­lığını sağlayan en önemli unsurun spor olduğu gerçeğinin ışığı altında li­manların kullanımında şimdiye kadar olduğu gibi ikilik yaratılmamasına özen göstermeli, önem vermeli, taş­ları yerli yerine koymalıdır.

Hobi sahibi her vatandaş, ho­bisini uygulayacağı olanaklara sahip olmalıdır. Devletin tekne sahibi va­tandaşı zengin sanmak ve bu neden­le de hastalık haline gelmiş olan, her fırsatta onun beline vurmak alışkanlı­ğı son bulmalı; hastalık süratle tedavi edilmeli. Bu konuda hükümetlerin eskiden nasıl yanlış yönlendirildikleri unutulmamalıdır. Kuruyu yakmaya kalkışırken ıslağı da heder ve heba et­mek gibi ilkel bir düşünce ve davranış şekli modern devletin hiçbir katında yeşerme imkânı bulmamalıdır, bulamamalıdır. Her birimizin hem geç­mişten hem de bugünden verebilece­ği örnekler bu konuda vatandaşlara ne kadar yanlış bir açıdan bakıldığını açıklıkla ve derhal ortaya koyacaktır.

Teknelerin motor güçlerine göre ver­gilendirilmelerinden, gerçek kişilerin kendi ihtiyaçları için başka ülkelerden ikinci el tekne alıp Türk bayrağı altın­da kullanabilmelerinin engellenme­sinden vazgeçilmesi, mevcut barınak­larda deniz sporları ile uğraşan ku­lüplere yer verilmesi ayrıca buralarda teknelere bağlama olanakları sağlan­masına kadar birikmiş nice istek kar­şılanmayı beklemektedir.

Deniz sporlarının okulu olan kulüplerimizin, eğitimde “deniz ve denizcilik” seçme dersini verebilecek kurumlar olarak kabul edilmeleriyle, yeni kadrolar aramaksızın, ulusal eği­tim programımız içinde yer almaları düşünülmelidir. Kulüpler ise bu so­rumluluğu üstlenmeli, görevden ka­çınmamalı, olanaklarını kullanmalı­dır. Kulüplerimizde bu görevi yerine getirecek çok sayıda deneyimli insa­nımız vardır, bunlar yelken eğitmen­leridir, bunlar genç insanlardır, genç analar ve babalardır, genç ruhlu yaş­lılardır. Bunlar, ülkenin denizcilik hazinesinin kocaman bir bölümünü oluştururlar. İnsanlara bir amatör uğ­raşı benimsetmeye çalışmanın yolu sadece başka amatörlerin arkadaşlı­ğından, dostluğundan geçer. Temel­de öğretilecek olan öncelikle denize saygı duymaktır.

Yeni hükümet daha doğru dürüst çalışmaya başlamadan, henüz güven­oyu dahi almadan “Dedikodu Gaze­tesi” kimi kesimlerin özlem dolu is­teklerini hemen olacakmış gibi yay­maya başladı bile, örneğin;

■ “Denizcilik Müsteşarlığı” kaldırılacakmış, -kanımca en doğru işlerden birisi olur. Çünkü, amatör denizcilere hiçbir yararı ol­madığı gibi, çok da zararı oldu ve bu gidişle zaten olmayacaktı da güvenlik teçhizatı dayatmaları ile geçen sezon denize çıkamayanlar bu olayları unutmadılar henüz, ar­matörlere ve deniz ticareti ile uğra­şan diğer kesimlere ne denli yarar­lı olduğunu ise kendilerine sormak gerekir.-

“Denizcilik Bakanlığı” ku­rulmayacakmış, -zaten kurulma­dı, dünyanın hiçbir ülkesinde ol­mayan böyle bir bakanlık, işleri ke­sinlikle daha da berbat edecek, kimbilir biz amatörlere de neler edecekti, Tanrı korudu. Kurulsaydı eğer, arkadan havacılık ve karacı­lık bakanlıklarının da kurulması kesinlikle gündeme gelecekti.-

“Sörvey Kurulları” kaldırı­lacakmış, -bizim anlamsız “Özel Yat Kayıt Belgesi”ni uygulamada kimi zaman kendi inisiyatifi ile ki­mi zaman da müsteşarlığın gölge­sinde işkence haline getirdiler, 23 milyarlık güvenlik teçhizatı zorla­masını milletin kafasına tas gibi ge­çiren bir zihniyeti savundular, mut­suzluğumuza neden oldular. Bizi profesyonel dünyadan ayıramadı­lar, amatörlüğümüzü hiçe saydılar. Bizi koruyup kollamadılar, böyle devam edeceklerse kaldırılmaları daha iyi olur.

“Denize Elverişlilik Belgesi”ni artık klas kurumları verecekmiş, uluslararası anlaşmalara uyulacak ve bu kurumların düzenledi­ği belgeler geçerli olacakmış, -daha çok ticaret gemilerini ilgilendiren bu yeni yöntem donatanlar açısın­dan umarım sevindiricidir-. Biz amatörler açısından ise kesinlikle iyi olacaktır, belki böylelikle ve ni­hayet, ne gerçek yakıt, ne denize elverişlilik, ne de klas belgesi olan, üstelik yasal dayanağı da bulunma­yan “Özel Yat Kayıt Belgesi” ucu­besinden kurtulup doğru dürüst yalın bir “Kayıt Belgesi” ne (Certifi­cate of Registration) sahip olmakla dünyanın her köşesinde alnımız açık seyredebilecek, özel teknelerimizi ve yatlarımızı kendi kararı­mızla dilediğimiz şekilde donata­cak, özgür amatör dünyamızın zenginliklerinin keyfine varıp, onu­runu paylaşacağız.

At maartiniii debreli Hassaaan, dağlaar iiinleessiiin; bakalım, bizleri kimler duyacak, kimler dinleyecek de yolumuzdaki taşları kaldıracak, yoksa inlemeye devam mı edeceğiz? Bir gerçek var ki, o da şu; yeni kurulan, çiçeği burnunda Amatör Denizcilik Federasyonuna çok iş düşecek, fede­rasyonu öncelikle manen taşımak ve sesimizi duyurmak için çalışmak gö­revi de kulüplerin olacak, tabii aşırıya kaçmayan, fırsatçılık kokmayan bir “pamuk eller cebe” davetine icabet edilmesi de gerekecek. Sesimizi du­yurmak için Ankara’ya gideceksek, -ve yeni dönemde amatörlüğümüz üzerinde hâlâ Ankara karar vermeye devam edecekse- bir arkadaşın ara­basına birkaçımız bineceğiz, Anka­ra’da ucuza kalmanın yollarını orada­ki arkadaşlarımızdan öğreneceğiz, işimizi takip edeceğiz, kendimizden ne kadar çok verdiysek o kadar çok alabilmek için çaba sarf edeceğiz. Bu­güne kadar verdik ve verdik, nasihat­ten ve profesyoneller için geçerli ku­rallardan başka hiçbir şey alamadık.

Federasyon tüzüğünde “amaç” maddesi yolumuzu belirliyor. Der­neklerin yönetim kadroları bu mad­deyi okumalı, federasyona üye olup olmamak kararını, genel kurulları toplamanın pahalı olacağı iddiası ya da başka nedenlerle aylar sonraya bı­rakmadan, bir an önce kendi üyeleri­nin oyuna sunmalı, üyeleri adına kendi başlarına peşin karar verme­melidirler. Çünkü, atılan adım boyutlu­dur, ciddidir, önemlidir, bir derneğe üye olsun ya da olmasın her amatör denizciyi ilgilendirir.

Yukarıda, “Özel Yat Kayıt Belgesi”nden bahsederken klas kurumu söz konusu oldu. İşin bizimle bir ilgi­si olmadığını açık ve seçik görebil­mek için, üzerinde biraz durmakta yarar olabilir, nasıl olsa bizim gezinin hikâyesi “a be peelvan tefrikası” oldu artık: Ticaret gemileri, sigorta edile­bilmek, mürettebat çalıştırmak, yük ve yolcu taşıyabilmek için belli teknik niteliklere sahip olarak üretilmek ve çalıştıkları sürece bu nitelikleri koru­mak zorundadırlar. Bu teknik nitelik­leri gerek bir geminin yapım döne­minde gerekse işletildiği süre içinde klas kurumlan takip eder ve belgelen­dirir. Kitaplar dünyada ilk klas kuru­munun İngiltere’de Lloyd adı altında çalışmaya başladığını yazıyor, yıl 1970. Sonradan başka ülkeler de kendi kurumlarını hayata geçirmişler. Örneğin, Bureau Veritas (Fransız), Norske Veritas (Norveç), Germanischer Lloyd (Alman), Rina (İtalyan), ABS (Amerikan), Türk Lloyd’u gibi ve bunlar bağımsız kurumlar. Burada ilginç olan İngiltere’ye has bir isim olan Lloyd’un sadece Almanya ve Türkiye tarafından kullanılmakta ol­ması. Diğer ülkeler kendilerine göre isimlendirmişler de örneğin biz ne­den kurumun adını “Türk Gemi Kayıt Kurumu” koymamı­şız?

Bir gemi, bayrağı ne olursa olsun, do­natanın seçimi ile herhangi bir kuruma kaydolup klaslanabiliyor. Klaslar da çeşit çeşit, gemiye, taşıya­caklarına ve çalışaca­ğı denizlere göre de­ğişiyor. Klas kurumlarının kuralları ge­nelde birbirine çok yakın ve deniz ticare­tini, ticaret gemile­rinde çalışanlarla ta­şınanların can ve mal güvenliğini sağlama­ya yönelik uluslarara­sı anlaşmaların gide­rek sıkılaşan kuralla­rı gereğince, daha da yakınlaşıyor; do­natan açısından ku­rum tercihindeki ana kriter ise, servi­sin kalitesiyle, ücretler. En son Biskaya Körfezi’nde 70.000 ton petrolle be­linden kırılıp denize gömülürken do­ğayı mahveden tanker acaba hangi kurumda klaslanmıştı? Klaslanmak, bir geminin klas kurumunun kuralla­rına uygun olduğu anlamını taşıyor. Normal koşullarda, klas kontrolü sav­saklanmamış bir geminin başına Biskaya’daki türden bir kazanın gelmesi olasılığı, açık mürettebat hatası veya çatışma olmadığı sürece, çok az ol­malıdır. IMO, SOLAS, STCW gibi uluslararası anlaşmalarla dünya, işte bu kazaların olamayacağı yapılara ve uygulamalara varmak istiyor. Yine belirtmekte yarar var, bizim minicik fakat insanlığın en zengin iç alemi di­yebileceğimiz amatörlüğümüzün bu anlama ve uygulamalarla ilgisi yok ve olmaması kesinlikle doğal. Nitekim aynı anlaşmaların “istisnalar” bölüm­lerinde daima “ticaretle uğraşmayan gezi tekneleri hariçtir” söylemi yer al­maktadır. Önem vermemiz gereken tek konu insan yaşamını ve elbette çevreyi korumaktır. Onu da yine bizler kendimiz en iyi şekilde saptamak durumunda olmalıyız; özendiğimiz batı dünyasında amatörlük amatör­lerce korunuyor.

Lloyd kelimesinin bir anlamı ol­malıdır diye düşünürken kitaplardan öğrendim ki, 17’nci asırda Londra’da Edward Lloyd isimli birisine ait kah­vehanede gemi sigorta brokerleri (simsar, prodüktör) biraraya gelir, bil­gi alıverişinde bulunurlarmış; yani Lloyd’un kahvehanesi o zamanlar bir sigorta merkezi ya da borsası gibiy­miş. Lloyd abimiz acaba müşteri bol­luğunda “bu kahveler de müessesemizin ikramıdır” diye bir cömertlik gösterisinde bulunur arada sırada be­dava kahve dağıtır mıydı?

Lloyd’s adı 1760 yılında İngilte­re’de kurulan ilk klas kurumuna da veriliyor. Bağımsız bir kurum olarak Lloyd, gemilerin yapım, bakım, tu­tum kurallarını saptamaya ve yayımla­maya başlıyor; bir anlamda donatan­lara “geminizi benim kurallarıma göre inşa eder, bakar ve tutarsınız sigortalar sizi daha kolay kabul eder” sigortalara da “abiler bu gemi benim kontrolümdedir, durumu iyidir” demeye getiriyor. Bugün Lloyd’s’da dünya ticaret filosunun %40’ı kayıtlı. Kurumun çıkardığı yıl­lıkta ve aylık eklerinde dünyada bili­nen ve 100 gros tondan büyük bütün gemileri bulmak mümkün. Bir gemi acentesinde tanıdığı olanlar merakla­rını gidermek ve kurumun örgütlen­me boyutunu görmek için, bir kez bu yıllığa baksınlar. Lloyd’s ayrıca 50’den fazla ülke adına o ülke bay­raklarını taşıyan gemilerin fribordlarını (yükleme hududu) saptama ve bu gemileri SOLAS kurallarına göre de­netleme yetkisine de sahip. (Bizdeki sörvey kurullarının yeni hükümet döneminde neden kaldırılacakları­nı anlamak kolaylaşıyor; çünkü dünya çapında tanınmış kurumlar varken, Türk Lloyd’u henüz hariç, donatanı bir de sörvey kuruluna esir etmenin anlamı yok, çifte stan­dart gibi bir şey bu).

Sonraları, 1871 yılında çıkarılan bir kanunla, yine kahvehanenin adı­na sadık kalınarak, bu kez Lloyd’s si­gorta pazarlama kurumu yaşama ge­çiriliyor. Günümüzde Londra’yı ge­zen turistlere Lloyd’s’un binası da önemli yerlerden birisi olarak gösteri­lir. Lloyd’s’un kocamaaan salonunda sigorta şirketleri işleri sendikasyon yolu ile paylaşırken toplanan yıllık primlerin tutarı da 360 milyon İngiliz lirasını aşıyormuş.

Ayrıca “Lloyd’s List” (Londra’nın en eski gazetesi olduğu söyleniyor) isimli bir günlük gazete de çıkıyor. Bu gazete gemi işletmeciliği, acentelik işleri ile uğraşanlara gemilerin bulun­dukları limanlar, yükler, navlunlar vb. konularda bilgi veriyor. Bu gazete­den başka bir de “Lloyd’s Shipping Index” var ki, o da bir günlük yayın organı ve yaklaşık 16.000 adet oce­an-going (okyanus–gider) geminin günlük pozisyonlarını takip ediyor.

Yine düşünmek gerek, neden bi­zim klas kurumumuz Londra’daki kahvehanenin adını taşıyor da yaptı­ğı işi açıkça belirleyen Türkçe bir adı yok?

Değerli dostlar, bizim bunlarla hiçbir ilgimiz olmadığı açık, başka ül­kelerdeki amatörlerin de yok. Ama­tör olmak özgürlüğümüzün, sahip çıkmamız gereken bir özel değer ol­duğunu bilmek, her zaman söylemek ve hep birlikte söylemekle aynı kefe­ye konmaktan kurtulabileceğimizi ka­bul ediyorsak, ortak adresimiz belli­dir; kulübünüzle federasyona gelin, toplanalım, görev alın, haklarımızı koruyun, koruyalım.

Çizim: Archie Annan

KANARYA ADALARI…

Laf lafı açtı, asıl konumuz uzakla­ra kaçtı; Aralık’ın 5’inde Cabo Verde Adaları’na varmak üzere terk edeceğimiz Kanarya Adaları’nın isminin kö­keni hakkında değişik anlatılar var.

Kimine göre, Latin kökenli, isimleri Cranus ve Crana olan bir çift, mace­ra ararken bugünkü Gran Canaria Adası’na ulaşmışlar ve buraya yerleşe­rek Cranaria adını vermişler. İsim za­man içinde Canaria’ ya dönüşmüş. Bir diğerine göre adalarda yaşayan kanarya kuşu asıl köken.

Bir başkası ise kuşun adının adada yaşadığı için böyle konduğunu ileri sürüyor.

Kimi­si de ismin Latince’deki köpek (canus) kelimesine dayandığını, adalara ilk gelenlerin burada anormal büyük­lükte köpeklerle karşılaştıklarını söy­lerken, kimileri ada yerlilerinin köpek eti ile beslendiklerini anlatıyor. Ve ni­hayet Afrikalı berberilerden Fas’ta yaşayan Canarii aşiretinin ilk kez adaya gelenler olduğu da son varsa­yım oluyor. Tümüne birden Kanarya Adaları denmesi ise 15’nci asırda İs­panyolların buraları ele geçirmesi ile başlıyor.

Mitolojide Azor, Madeira, Kanar­ya ve Cabo Verde takım adalarından oluşan Makronezya’nın batık Atlantis kıtasının deniz üzerinde kalan dağla­rının zirveleri olduğu anlatılmakta. Kanaryalar, volkanik toplam 7 ada ile 8 adacıktan oluşuyor ve 28 ile 29’uncu kuzey boylamları arasında yer alıyorlar. İspanya’nın 3718 met­re ile en yüksek dağı olan Teide aynı zamanda adalardan en büyüğü olan Tenerife’de bulunuyor.

EMYR ve KAYRA’larda hep bir­likte arkadaş olduğumuz, Türkiye ve Türk dostları, Barbarossa, Deloa, Jan Himp, Jubilado, Tunnix yatları­nın mürettebatı Angie/Fritz, Mathilde/Erhard, Gisela/Gerd, Herta/Walter, Gisela/Hans Alman çift­leri, bizlere “güle güle” demek üzere bir hafta için uçakla Tenerife’e gel­miş Doreen ve Archie ile buluşmuş­lardı. Benim adaya dönüşümü bek­lerken çıktıkları Teide’ nin tepesinde KAYRA bayrağı altında topluca çek­tirdikleri alttaki fotoğrafla Karadeniz’imizi de buralarda temsil ettiler.

KAYRA’lı arkadaşlar Teide Yanardağı eteklerinde

UÇAK YOLCULUĞU SONRASI…

İstanbul’dan 28 Kasım Perşembe saat 16:00’ya doğru Ayda ve Murat’ın (esmer) havaalanında pasaport kontrol gişesine kadar teşyileri ile baş­layan ve 13 saati aşan bir yolculuk­tan sonra Türkiye saati ile sabah 04:15’te ulaştığım Tenerife havaala­nında Dorchie’yi (Doreen ve Archie kısaltılmışını böyle yazıyoruz) karşım­da görünce çok sevindim. İstan­bul’dan iki arkadaşım gönderdi, baş­ka ikisi burada karşıladı, keyfe bak! Bunlar basit arkadaşlıklar değil, daha da ötesi, kaç yıl oldu, millerce, binmillerce yol ve aylarca kader paylaştık, daha da pay­laşacağız. Resmi dilde bizlere uydu­rukça bir de “amatör gemi adamı” unvanını yakıştırmışlar, kel alaka ya­ni. Tekneye ulaşmamız bir saat aldı ve bir saatlik yarenlikten sonra da niha­yet uyumak aklımıza geldi de yattık. Sabah son bir ay içinde yapılan ha­zırlıkları gözden geçirdik. Kalan ufak tefeği de önümüzdeki günlerde bitire­ceğiz. Dipfrizimiz gelmiş, çalışıyor; Archie pasarellanın üstündeki kay­gan malzemeyi kaymaz güverte kap­laması lastikle değiştirmiş, dimdik de olsa artık kaymadan inip binmek mümkün. Çift mazot filtresi gelmiş, ustaya teslim edilmiş, eli kulağında, takılacak. Bordadaki ufak tefek çizik­lere rötuş yapılmış, sancak baş omuzlukta güverte hattına yakın yükseklik­te ve ilk kat kaplamaya kadar işlemiş 15 santim boyunda bir yara, -dalga­lar arasında seyrederken sert bir cis­me dokunmuş olacağız-, epoksi ile doldurulup boyanmış; efendi kaptan Ahmet her tarafı pırıl pırıl yapmış. Mat galiba benden çok onun çocuğu gibi bir şey artık. Kumanyanın büyük bir kısmı alınmış ve yerleştirilmiş, “ne nerede” listesini artık kompüterde tu­tuyoruz, vs. vs.

BÜYÜK, DAHA BÜYÜK…

Bu arada başka şeyler de olmuş; limana bir sürü yat gelmiş ve gitmiş, bir ara Mat’ın iki yanına iki büyük yat bağlanmış, birisi 38 metre boyunda bir Jongert, diğeri de 43,50 metrelik Juliette. Bu Juliette ilginç bir tekne, sahibi galiba Amerikalı, teknik olarak ne mümkünse yapmışlar. Örneğin; ana direğin ön yüzünde hidrolik alça­lıp yükselen bir çanaklık var, sahibi dilediği zaman binip birinci gurcata hizasına kadar çıkıyor ve tekneyi joystiklerle oradan kullanıyor. Tekne yapılırken sahibi tam kapalı devre havalandırma istemiş ancak havanın deniz yüzeyine yakın seviyeden emi­lip tuz zerrecikleri taşır halde içeri ba­sılmasını kabullenmeyeceğini belir­tince proje, havayı ana direk içinden, yaklaşık 50 metreden emmek üzere de­ğiştirilmiş. Direklerin dış yüzeyi tuzla­nırsa otomatik olarak tepeden aşağı yıkanmasını istemiş, tersane onu da yapmış. Yapıldığı yer Hollanda, dün­yanın en iddialı yat tersanelerinden birisi olan “Royal Huismann”. Ron Holland dizaynı olan yat sahibi Hollandalılarla ilk konuştuğunda “Be­nim bir rüyam var, sizlerin ka­busu olacak” diyerek sözlerine başlamış. Tersanecilerin verdiği ce­vap ise “Merak etme, sen rüya görmesini becerebilirsen, biz onu gerçeğe çeviririz” olmuş. So­nunda yat denize inince tanıtımı için kocaman bir kitap basıldı, bir örneği bizim kulübün kütüphanesinde var. Juliette’in mizana direği Mat‘ın 26,80 metrelik ana direğinden uzun. Tekne içinde galiba 15 kilometre uzunlu­ğunda kablo döşenmiş. Elbette kıskanılacak bir şey değil ama denizin zenginliklerini olanakları ile yaşayan bü­tün bu insanlar, onlara hizmet sunan tersaneler de bilmediğimiz bir başka bo­yutu anlatıyor gibi. Ve bu kocaman teknenin şaft kovanından sızan suyu kesemedikleri için karaya(!) aldılar. Bu boy tekneleri yaptıranlar, genelde kendileri yılda belli bir süre gezdikten sonra kiraya verip giderlerinin bir kıs­mını karşılamaya bakıyorlar; başka bir alemde yaşıyorlar.

Limanda 3 adet kabasorta arma (tallship) gemi var. Birisi, İngiliz, biri­si Norveç, diğeri de galiba Polonya bayraklı. Her akşam direklerini tepe­den aşağı aydınlatıyorlar, nefis bir görüntü sergileniyor. Vaktimiz kalır, kabul de ederlerse içlerini gezmek is­tiyoruz, asırlar boyunca bu denizlerin asıl sahipleri bu gemiler olmuş.

Ayın 4’ünde Nesrin ve Kemal Ayata aramıza katılacaklar ve 5’inde de yola çıkacağız. Cabo Verde Adala­rı 845 Dm güneyimizde, Senegal’in açığında yer alıyorlar.

Cabo Verde-Barbados arası ile 2000 Dm, tek seferde en uzun sey­rimiz olacak. Kimilerine çocuk oyun­cağı gibi gelen bir yolculuk, bizler için, hele bir de ilk olunca ve belki henüz kanıksamadığımız içindir, ola­bildiğince kapsamlı bir planlamayla başlıyor. Böyle davranmış olmamı­zın zararını görmedik. Denizin şaka kaldırmadığını, laubalilikten anlama­dığını, saygı beklediğini, başka türlü de sevilemeyeceğini biliyoruz.

RALLİLER…

Son bir ay içinde Kanaryalardan dört ralli yola çıktı.

Birisi sadece 25 yatlık, 6 ay sürecek, önce Senegal’e gidilip orada bir nehre girecekler, çı­kılacak, Cabo Verde Adaları’na geçilecek, kalkılacak karşıya geçip Ama­zon Nehri’ne girilecek ve nehirde 1000 mil yol alınıp Manaus kentine varılacak, dönülüp yeniden Atlantik’e çıkıldıktan sonra bu kez Fransız Guyanı’na gidilecek, oradan sonra da Karayip’te bir yerde iş bitecek. “Yıl 1985 idi galiba, iki aileden oluşan 9 kişilik grubumuzla biz de Fort Lauderdale’den Amazon üzerindeki Manaus kentine, İstanbul’da iyi bilinen Yunan Bayraklı Stella Solaris gemisiyle gitmiş ve oradan da uçakla dönmüştük. Amazon üzerindeki 1000 Dm seyrimiz, akıllarımızdan çıkmaz hiç”.

Diğe­ri ARC (Atlantic Rally for Cruisers), ayın 24’ünde 250 yat Gran Canaria’dan yola çıktı, Karayip’in St. Lucia Adası’nda bitecek; bir başkası 150 yatlık, şimdilerde yarı yolu geçmiş ol­malı, Kanaryalardan Antigua’ya gidi­yor adı Blue Water Rally, esasında dünya çevresindeki bir rallinin bir ayağı; aynı isimde yine 150 yatlık bir başkası, sanırım Guadeloupe Adası’na gidiyor.

Ayrıca bizim gibi tek başına gidenler de var, herhalde onların da sayısı 100’den fazladır. Bu mevsim­de, Aralık-Mayıs ayları arasında At­lantik’in suları cıvıl cıvıl yat dolu ama kimse birbirini görmüyor. Yaklaşık 2 ila 5 milden sonra ufuk başlıyor ve de dünya yuvarlak. Bu kadar yat, bu ka­dar insan, çoluk, çocuk denizlerde ci­rit atıyorlar. Eminim çoğunun ehliye­ti bile yok ve onlara kendi ülkelerin­de hiçbir resmi makam, zengin oyuncaklarına binmiş orada burada gezinen çocuk kafalılar diyerek, be­lden aşağı vurmuyor. Kimse binlerce dolarlık teçhizat almaya zorlayıp, al­mazlarsa yola çıkamaz hale getirmi­yor. Hiç kimse hobi sahibi olmak gibi doğalın da doğalı bir insanlık hak­kını, kendi kafasına göre yorumlarla yok saymak için, kural sandığı dayat­malar uydurmaya yeltenmiyor, yelte­nemiyor.

Bu arada Tenerife’e ilk geldiğimiz akşam dinlediğimiz konserin ne oldu­ğunu siyah Madonna’nın da kim ol­duğunu daha iyi öğrendik, anlaşılan iyi işlemişiz! Siyah Madonna birkaç yüz yıllık bir heykel, Meryem Ana’mızın bir siyahi versiyonu, burada ilk yaşayanların rengine uymuş. Heykel bulunduğu köyden 50 yılda bir kez şehre taşınır ve dini törenlere katılır­mış. Dinlediğimiz orkestra ve koro ise Madrid operasının sanatçıların­dan oluşuyormuş. Siyah Madonna’nın Tenerife’de tatilde bulunduğu ve sanatçı olarak konsere katıldığı lafları ise palavradan başka bir şey değil. Marina resepsiyonunda biri bizleri işletti ama kim hâlâ bilmiyo­ruz; belki de kimsenin kabahati yok, lisana dilimiz dönmeyince anlaşama­dık.

Liman boşalmaya başladı, gelen­ler de artık çok kalmadan yine yola çıkıyorlar. Üç gün önce Amerikan bayraklı 25 metre boylarında bir Hatteras motoryat geldi, tepesinde biri büyük dördü küçük (Satcom) uydu haberleşme anteni, sekiz adet kamçı an­ten, üç radar taşıyordu. Bir yakıt tan­keri geldi, kaç litre yakıt aldı bilmiyo­ruz ama ekonomik sürati olan 8 not­la 4500 Dm gidebiliyormuş. Yakıtı alınca façası iyice suya gömüldü. Kalktı dünya turundaki son etabını tamamlamak üzere Karayip’e oradan da Florida’ya gitti; turunu bir yılda tamamlıyormuş; böylesi de var, 10-12 günde karşıya varır artık.

Archie başlı başına bir atölye gibi; preventerlere (önleyici donanım), pupa çarmıh ön gergi­lerine, bumbaların alt baskılarına ait bütün kıstırmaları, kendi elleriyle havuzluğun iki dış yanına yerlerini kesip açarak, monte etti, kimseyi de işine karıştırmıyor. Dipfrizin altına da sun­tadan bir tabla hazırladı, hem palpada kaymayacak hem de harita masa­sında çalışırken oturmak için kullana­cağız.

BEKLENEN GÜN…

Beklenen gün geldi, Archie ve ben kiralık bir arabayla gece saat 24:00’de yola çıkıp havaalanına git­tik, Nesrinle Kemal’i getiren uçak da bizi bekletmedi ve zamanında indi, buluştuk, sevindik, mutlu olduk. Sa­bah, ben hariç hepsi birlikte pazara gidip son taze meyve ve sebzelerimi­zi aldılar. Meyveleri filemize yerleştir­dik. Marinayla hesabımızı kestik, ayın 5’inde sabah 09:00’dan sonra hareket edeceğimizi bildirdik. Dorchie pasaportlarla birlikte çıkış işlem­leri için polise gitti. Görevli bizim pa­saportlardaki Şengen vizelerini iyice incelediği için damgalaması 5-6 daki­ka sürmüş, yola çıkmaya hazırız ar­tık, nöbet çizelgemiz de hazır, ilk iki gün Nesrin ve Kemal’in 12 saatlik uçak yolculuklarının yorgunluğunu üzerlerinden atmaları için nöbet tut­maları gönüllerince olacak, sonra nö­betleri ikişer kişi tutacağız, böylelikle dinlenme sürelerimiz nöbetimizin iki katına çıkacak.

Sabah kahvaltıda güvenlik kurallarımızı tekrar gözden geçirdik;

Nöbette olanlar ayakkabısız dolaşmayacaklar,

Birimizin güverteye çıkması gerekirse; havuzlukta kesinlikle başka birimiz daha bulunacak,

Hava karardıktan sonra can yeleği takmadan havuzluktan çıkılamayacak,

Güvertede çalışırken kesinlikle can –emniyet- kemerleri takılacak,

Denize insan düşerse (adam demiyoruz artık) ilk gören haykıracak ve gözlerini denizdeki arkadaşından ayırmayacak. Saat 09:00’da pa­lamarlarımızı toplamaya başladık, ak­şamdan botu mataforaya, usturma­çalarımızı da yerlerine almıştık, kıçı­mızı tek halata bıraktık, çıması pon­tonda bağlı tonozumuzu denize attık, pasarellamızı topladık, güverteyi neta ettik, kıç halatı slipte kaydırıp vira de­mir kalktık, liman ağzına yol verdik. Hava 3 kuvvetinde KD’den hafif so­luğan var.

Bir saat kadar motorla gittikten sonra önce cenova + camadanlı ana yelkenle seyrettik. Akşama doğruydu adanın kuytusundan biraz çıkınca da rotamıza girdik, 215°’ye gideceğiz; ikiz yelkenler olarak da yarım sarılı cenova ile İstanbul’da Kaya’nın fıstık gibi kestiği eski bir cenovamızı kulla­nacağız. Gönderleri donattık, Şerife’yi ayarladık ve başladık ufak yalpa­larla 5-6 notla yürümeye. Gök kapa­lı, hava serin, güneş batıyor, akşam yemeğimiz tavuk, yeşil fasulye, pata­tes, daha ne olsun?

SONRAKİ GÜNLER…

Sabah rüzgâr iyice kaldı, gerçi bir programımız yok ama yine de yürü­mek lazım, motora döndük. Düşük süratimizle ilk 24 saatte 107 Dm gi­debilmişiz. Günler günleri takibe baş­ladı bile. Rüzgâr genelde 2 belki ara­da sırada 3 kuvvetinde esiyor, daha güneyde asıl alizeleri (trade winds – ti­caret rüzgârları) bulacağımızı umuyo­ruz. Gerçi alizelerin içindeyiz ama, bu yıl herhalde güneyde doğru dürüst esiyorlar. Yola çıkmadan önce temas kurduğumuz MetWorks danışma is­tasyonu Barbados’a kadar 3-4 sonra­ları 4-5 kuvvetinde rüzgârımız olaca­ğını söylemişti, göreceğiz.

CAPE VERDE (CABO VERDE) ADALARI…

Gitmekte olduğumuz Cabo Ver­de veya Cape Verde Adaları (Yeşil Burun Adaları) Senegal’in 400’den fazla Dm batısında yer alıyor ve top­lam 10 ada, 5 adacık ile birtakım ka­yalardan oluşuyor. Hepsi volkanik. Barbados yolumuza daha kolay baş­layabilmek için Sao Vicente Adası’nın Mindelo limanına gidiyoruz. Mindelo limanının ağzı kuzeye bakıyor. Bura­sı bir kraterden oluşmuş, kraterin ku­zey yanağı bir patlamayla olduğu gibi denize yıkılınca liman oluşmuş. Tam kapı karşıda bir ada var adı Sao Antao; bu ada da Mindelo limanının önünde kuzey rüzgârlarına ve deniz­lerine karşı bir mendirek gibi duru­yor.

Yeşil Burun Adaları’nın tarihi hü­zün dolu. Belki bundan sonrası için yeniden ümitlenmeleri olanağı doğa­cak, o da turizmin gelişmesine bağlı. Buraları ilk görenlerin Finikeliler ol­duğu anlatılıyor. M.Ö. 445 yılında Finikeli kaptan Hanno, Cadiz’den baş­ladığı yolculuğunda, buralardan ge­rçekten batıda bir takım-adalar ve bir yanardağ gördüğünü anlatırmış; o zaman kendisi bu adalara Hesperias adını vermiş, ne demekse? Hanno’nun gördüğü yanardağın bugünkü Fogo olduğu sanılıyor. Afrikalı ka­vimler de deniz-gider kanoları ile bu­ralara gelmişler, ancak hiçbir iz bı­rakmadan dönmüşler. Zaman içinde 15’inci asra varılıp, gemilere rüzgâra karşı yürüme olanağı sağlayan arma icat edilince adaların da yolu açılmış ve buraya ilk gelenler Portekiz’liler ol­muş -denizci millet nasıl olunuyor acaba?-. Bu arada adaları ilk bulanın Venedikli Cadamosto’nun olduğu da söyleniyor. Adalar sonuçta 1455 ile 1461 yılları arasında Portekizli Go­mes ile Cenovalı Noli tarafından ta­mamen keşfedilmişler. Adalara ilk yerleşenler Portekizliler. O zamanlar Lizbon bunların stratejik önemleri ol­duğunu görmüş. Önce adalara keçi­ler getirilmiş. Bundan sonraki dö­nemde ise adalar 300 yıl boyunca Avrupalıların Kuzey ve Güney Ame­rika kıtalarına sürecek olan göçlerin­de esir deposu ve esir pazarı görevi­ni üstlenmişler. Afrika’dan çalınıp ka­çırılan esirler buraya getirilir, pamuk tarlalarında çalıştırılırmış. Daha sonra özellikle Güney Amerika’ya giden İs­panyol ve Portekiz gemileri adaları ikmal yeri olarak seçmişler. Onyedinci asırda yavaş yavaş İngilizler, Fransızlar ve Hollandalılar özellikle Kuzey Amerika’da yeni yerleşim yerleri keş­fetmeye çıkmakla Atlantik’te varlık göstermeye başlayınca esir gereksi­nimleri de artmış ve adalara ilgi duy­maya başlamışlar. Zamanla, 1700’lerin sonuna doğru esir ticareti sonuna yaklaşınca bu kez Kuzey ve Güney Amerikalılar, Afrika ve Avrupa ara­sında gelişen ticaret yolları bu adalar­dan geçmeye devam etmiş.

Gitmekte olduğumuz Sao Vicen­te Adası 18’inci asır sonundan önce kimselerin fazla ilgisini çekmezmiş. Ancak limanın güvenli doğal yapısı, buhar makinesinin icadı ve gemilere takılmaya başlamasıyla, işler değiş­miş, İngiltere bu adada 19’uncu asır başlarında ilk kez bir konsolosluk aç­mış. Kısa zaman sonra da John Le­wis isimli bir İngiliz girişimci adayı kö­mür deposu olarak kullanmaya, At­lantik’i geçen gemilere Mindelo lima­nından kömür satmaya başlamış; kö­mürü İngiltere’den Cardiff’ten getirir, burada depolarmış. Limanda devam­lı olarak 34.000 ton kömür depoda dururmuş ve bunun 5.000 tonu da şatlar üzerinde hazır beklermiş. Ayrı­ca yine gemilere satmak üzere Sao Antao Adası’ndan getirdiği suyu de­polamak üzere bir de 100.000 galonluk su deposu inşa etmiş. Trafiğin en canlı döneminde yılda binlerce gemi ikmal için adada duraklar, Port Said, Malta ve Singapur’dan sonra Mindelo dünyanın en büyük 4’üncü kömür ikmal merkezi olurken aynı zamanda kaçakçıların, fuhşun ve di­lencilerin de yeri olmaya başlamış.

Asrın ortasında, 1850’de İngiliz Posta İdaresi, 1875 yılında ilk döşe­nen Atlantik sualtı kablosu nedeniyle Western Telegraph şirketi adada yer­lerini almışlar. Zamanın akışı içinde 1869 yılında Süveyş Kanalı açılıp Akdeniz’le Kızıldeniz birleşince, tek­nolojideki ilerlemelerle telefon ve telgraf bağlantıları otomatikleşince adanın önemi azalmaya başlamış, Western Telegraph adadaki işletme­sini kapatıp geri dönmüş. Diğer ta­raftan gemiler yanlarında daha çok kömür taşır şekilde inşa edilmeye de başlayınca kömür ikmal gereği orta­dan kalkmış ve ada, diğer adalar da iyice gözden çıkarılmışlar. O günden günümüze adalardan çıkarı olanlar yararlanmışlar. Koşullar değişince herkes onlara sırtını dönüp kendi işi­ne bakmış. Aradaki bir Marksist yö­netim denemesi de ortalığı iyice ka­rartmış. Şimdi artık adalardaki yerli halkın sayısı dışarı göç etmişlerden daha az. Dışarıdakiler yardım gönde­riyorlar, ABD ve kimi AB ülkeleri yardım ediyor. Avrupa ülkelerinden kimileri adaları kardeş ülke gibi kabul edip, kimine havaalanı, kimine okul, kimine hastane hediye etmişler. Son umutlar ise gelip turizmin gelişmesi­ne dayanıp kalmış. Şu anda Sal Ada­sı en çok turistik altyapıya ve sörf, rüzgâr sörfü, sualtı dalış sporlarına en uygun özelliklere sahip olanı.

GÜNLÜK YAŞANTI…

Yol boyunca Kemal her gün birkaç kez Ataköy Marina’daki arkadaş­larla SSB ile temas kurmayı denedi, kimi gün başarılıydı da. Hepsi büyük bir sadakatle anlaştıkları saatte telsiz başına geçiyorlar ve vaveyla başlıyor. “Bizde havalar iyi oralarda na­sıl?” muhabbeti ile İstanbul’da kar yağdığını onlardan öğrendik. Akşam­ları gün batarken sosyal saatimizde hepimiz havuzlukta toplanıp bir iki kadeh atıştırıyoruz.

Sevgili Sadun Boro’nun isteğini yerine getirip bir akşam da hem onun sıhhatine hem de Neptün için bir kadeh rakıyı denize gönderdik. Balık tutma denemelerimiz şimdiye kadar tamamen başarısız geçti, olta sürüklüyoruz ama, balık nanay. Nes­rin sık sık gidip oltayı ayarlıyor, fakat nafile. Ümitlerimizi asıl büyük geçişe bağladık. Saltana sallana, sessiz seda­sız, huzur içinde yolculuğumuz de­vam ediyor.

Sadun Boro’nun dileği yerine getiriliyor…

MİNDELO…

Bugün ayın 11’i; sabah saat UTC 03:00’da Mindelo limanının ortasına demirimizi koyuverdik ve Tenerife’den buraya doğru rota ile 845 Dm olan yolumuzu 867,5 Dm olarak 137 sa­atte tamamladık; ortalama seyir süra­timiz 6,33 not olmuş. Bunun 53 sa­atini motor, 84 saatini yelkenle git­mişiz; ortalama yalpa periyodumuz dakikada 10 adet. Sadece yelkenle seyrimizin ortalama sürati 5,27 not. Bu yıl ticaret rüzgârları hâlâ 5 kuvve­tinde esmiyor. Bu nedenle de bun­dan sonraki pasajımızın süresini da­ha uzun öngörmemiz gerekecek. İkiz yelkenlerimizle 2-3 kuvvetinde hava­da hayli yavaş seyrediyoruz, elimizde başka yelken de yok, umuyoruz şöy­le 5’in üzerinde bir havamız olur diye. Bakalım Nesrin ve Kemal Barba­dos’tan ayın 28’indeki dönüş uçuşla­rına yetişebilecekler mi? Nitekim söy­lentilere göre ARC’a katılanlar, -ger­çi biraz erken yola çıktılar- rüzgâr yokluğu nedeniyle hayli motor çalıştırmak zo­runda kalınca, buralara kadar inip hem yakıt almışlar hem de rüzgâr aramış­lar. Halimiz nice olacak acaba? Tica­ret rüzgârlarında seyrin yalpasına alış­mak gerekiyor, alışınca da iş bitiyor. Limanda dümdüz durmak şimdi biraz garibimize gider oldu.

MAT ikiz yelkenle seyirde

Sabah saat 08:00’de takma mo­torlu bir kayıkla bir genç geldi, kimlik kartı göstererek, kendisinin liman ta­rafından kabul edilmiş bir görevli ol­duğunu, kaldığımız süre içinde bütün ihtiyaçlarımızı karşılamak üzere bize yardımcı olacağını söyledi ve bir saat sonra tekrar gelmek üzere ayrıldı, adı Arsenio. Önce kahvaltımızı ettik son­ra da açıktaki demir yerimizi değiştir­dik. Saat 09:00’u biraz geçe Arsenio geldi ve giriş işlemleri için rıhtıma ya­naşmamız gerektiğini söyledi. Kalktık ve gösterdiği yere yanaştık, yakıt ala­cağımızı da söyledik. Archie ve Ke­mal işlemler için gittiler. Her şey bü­yük bir kibarlık ve yakınlık gösterisi ile çabucak tamamlanmış, döndüler. Shell’in bir kamyoneti geldi, arkasın­da taşıdığı ve üzerinde sayaç bulunan kocaman bir filtreyi yerdeki bir kap­ağın altında bulunan vanaya bağladı, başladık yakıt almaya, litresi 35 Dolar Cent. Büyük silindirik depo kara­da, 2 kilometre içeride, yüksekçe bir yerde duruyor. Yakıt oradan yeraltı boruları ile rıhtımın değişik yerlerine kadar gravite ile geliyor ve oradan da teknelere veriliyor. Alınan yakıtın teknik özelliklerini taşıyan bir raporu da faturaya ekliyorlar.

Mindelo rıhtımında…

Arsenio’nun yanında da yalına­yak dolaşan bir arkadaşı vardı, ayak­larının taban derisi kat kat asfalt ya­pıştırma yöntemi ile herhalde 10 mm. kalınlığa ulaşmış. Yakıt alırken efendi kaptan Ahmet’ten eski ayak­kabı istemiş, hiç ayakkabısı yokmuş. O da partallaşan bir çiftini çıkardı verdi. Adam ayakkabıları hiç düşün­meden o ayaklara geçirdi ve son de­rece mutlu oldu. Akşama belki yatağa onlarla girer, o tabanlarla çıkarsa da çıkarmasa da fark etmez diye dü­şündüm. Çevreden görenler kendisi­ni tebrik ettiler bize de onun adına te­şekkür ettiler. Birkaç saat sonra bak­tık adamın ayağında başka ayakkabı­lar, akşama da mokasenler, ayaklar aynı, hiç yıkanmamış.

İskele jeneratörümüzün alternatör gergi demiri kırılmıştı, Arsenio’ ya yenisini yaptırması için verdik, 3 saat sonra getirdi, cuk yerine oturdu. Rıhtımda yakıt alırken gözlerimiz mendirek duvarlarında Türkçe isim­ler aradı, kocaman harflerle yazılmış Trabzon’u, iki satır altında da Beşik­taş’ı bulduk, kimin yazdığına dair ipucu yok. Ataköy Marina Tek­nik Müdürü Aslan Fuat, bak senin Beşiktaş nerelerde geziyor.

İLGİNÇ YERLER…

Adalarda ıstakoz ve balık bol. Öğ­len, bir Fransız’ın işlettiği lokantada ka­rışık deniz mahsulleri sote, ahtapot sote, kalamar sote ve keçi sote yedik. Herkes yediğinden çok memnundu. Sabah balıkçılar balığı rıhtıma dökü­yorlar, herkes istediğini alıyor, mezat yok. Doreen bir Fransız’la tanıştı, adam yılın 5 ayını (kış aylarını) karşı­mızdaki adada bulunan evinde geçiri­yor, yazın ise Fransa’ya dönüyormuş. Memnuniyetini anlata anlata bitirememiş, adalar anlaşılan tam sakin yaşanıp kafa dinleyecek yerler. Liz­bon’dan adalara düzenli uçak seferle­ri var, ayrıca Tenerife’den haftada bir yolcu gemisi geliyor. Dakar üzerin­den dünya ile bir ikinci bağlantı da var. Adalar arasında da uçak ve feri­bot seferleri var. Tatil için gidecek yer bulamayanlar, kalabalıktan sıkılanlar, doğa ile yakın yaşamak iste­yenler, belki de bir de buraları dene­meliler.

İnsan kıyıya çıkıp dolaştıkça ümit­sizlikle ümidi bir arada görüyor, yaşa­mak için turizm gerçekten buraların tek çıkar yolu. Doğa vahşi ve güzel, deniz mahsulleri güzel, hava hep güzel, yağmur arada sırada var, geçmişte 8 yıllık süren bir kuraklık da yaşanmış. Özellikle bu adanın Cape Verde karakterinden çok şey kaybet­tiğini, artan gemi trafiği ile adada kriminalitenin ve fuhşun arttığını, Afri­ka’dan hayat kadınları geldiğini -ne biçim laftır bu hayat kadını? Bari yaşam kadını dense de bir anlamı ol­sa. Gerçi her ikisi de insanlık onuru­na aykırı sözler ya…- AIDS hastalığı­nın yaygın hale geldiğini bir Alman dergisinde okumuştum; gerçek mi acaba? İlk bakışta öyle ortalıkta dola­şan çekici görünümlü hanımlara pek rastlayamadık ama kitapta yazılanla­ra bakılırsa adanın bir de gece haya­tı varmış, bir dahaki sefere (!) belki görürüz dedik. Söylenenleri ve yazı­lanları kulağımızın arkasına attık.

Öğleden sonraydı çarşıda gezer­ken Tamek domates salçası, Ülker ve Bifa bisküvileri, Duru sabunları sa­tıldığını gördük. Çamaşırlarımızı yı­kanmaya verdik, akşamüstü de nay­lonlarla sarılmış olarak aldık. Turizm böyle hizmetlerin artmasıyla gelişi­yor. Nesrin çarşıda bir satıcı ile pa­zarlığı uzatınca, adam önce “Sen Mısır’dan mı geliyorsun?” demiş, aldığı “Hayır” cevabı üzerine de parmağını sallayarak “Sen Türki­ye’den geliyorsun” demiş, şanımız yürüsün. Burada bizim GSM’ler çalış­mıyor, mevcut sistem Turkcell ve Telsim’i tanımıyor. Pahalı da olsa en güvenli iletişim olanağını Satcom (uydu telefonu) sağlıyor.

Adaların kendine özgü müziği de varmış, kendimize ve dostlarımıza, özellikle siparişi olan sevgili Banu’ya iki CD alırız artık herhalde. Ak­şam adanın en tanınmış lokantası “Pico Bau”ya balık yemeğe gittik. Lokanta tek oda bir yer, balık köfte­si ile ufak iki böcek, bütün yemek bu, eh işte idare eder. Yarın bir kamyonetin arkasında açıkta otura­rak, -bizim ülkemizde yasak olan tehlikeli bir yöntem- ada turu yapa­cağız, plajları göreceğiz, akşamüstüne doğru da vira demir Barba­dos’a kalkıyoruz; tek parça en uzun seyrimiz başlıyor, 2000 Dm.

Seyirde yazmak zor olursa, artık gelecek yıla görüşürüz de­ğerli dostlar, yeni yılınız şimdi­den kutlu olsun, bütün dilekleri­niz yerine gelsin, yüzünüz hep gü­lsün; ne güzel olurdu hep birlikte seyredip, basit de olsa yaşadıkları­mızı paylaşabilseydik.

Uzun yolculuğun beşinci etabı 14 gün süren bu seyirde 2087 mil yol kat edip, ortalama 6,5 mil sürat yaptık. Cape Verde’lerin mola verdiğimiz Sao Vicente Adası’nın Mindelo limanına dün sabaha karşıydı geldik, bugün akşamüstü kalkacağız. Açık kasa bir kamyonet tuttuk, karşılıklı iki sıraya yerleştik, adayı gezeceğiz. Ön­ce Monte Verde Dağı’na çıkıp manza­rayı seyredeceğiz. Yol, parke benze­ri hayli düzgün ufak taş döşenmiş ama çukursuz değil. Şoför yine de son derece dikkatli, her çukuru yavaş geçiyor, başladık tırmanmaya. Tepe­ye yaklaştıkça yolun güzergâhı da ya­banileşip sarplaşmaya başladı. Bir ta­rafımız dimdik kayalar, diğer tarafı­mız uçurum, yükseldikçe yükseliyoruz. Bir kayanın etrafını döndükten sonra birden önümüzde ufuk genişle­di ve doğuya, denize, yakındaki bir­kaç adaya, dün geldiğimiz yöne çok geniş bir açıdan bakar olduk ama hâlâ tırmanıyoruz. Adanın bu yüzün­de, özellikle bulutların getirdiği nem­le biraz yeşillik ve tarlalar var. Tepe­de askerlerin koruduğu bir telsiz is­tasyonu var. Bir sürü direk ve koca­man parabolik antenler döşenmiş, kiminle ne konuşup neyi kolluyor­lar belli değil, birileri ile problemleri mi var aca­ba? Sivil dünya ile bağ­lantı şehirdeki postane binasının bahçesine ku­rulu ve uyduya bakan büyük bir parabolik an­tenle zaten sağlanıyor. Bu asker işi istasyon ne içindir ki? Yine de nö­betçiler daha güzel fo­toğraf çekebilmek için istasyonun yan bahçesine girmemize izin verdi­ler, üniformaları pek tuhaftı; hâkî pantalon, atlet ya da tişört, ayaklarda plastik sandalet, öylesine bir kıyafet işte. Sadece bir astsubayın üzerinde kısa kollu gömlek gördüm. İnsanın içecek ayranı olmadığı zaman davra­nışlarına çok dikkat etmesi gereki­yor; besbelli bu adaları gerçekten sa­dece turizm yaşatabilir.

Anlatılanlara göre içlerinde en gelişmiş ada olan Sal’da bildiğimiz uluslararası otellerden birkaç tane varmış. Denizi, rüzgâr sörfüne çok uygunmuş. İnsanları zaten çok can­dan davranıyorlar. Adalar arasında devamlı uçak ve feribot seferleri var. Kendilerine özgü bir müzikleri de var, iş kalmış turist sayısının artması­na. Denizci gezginler için Atlantik’i karşıya geçmeden, sadece bu adalar ve karşıdaki Senegal tek başına bir gezi alanı olabilir, görmeyi istemek gerek. Bu geziye Se­negal, Dakar şehri ile Saloum Nehri’ni katmadığıma şimdi gerçekten pişmanım; kısmetse bir dahaki sefere artık, diyecek başka şey yok.

VİRA YALLAH…

Bugün 12 Aralık 2002. Saat 18:00’de Min­delo limanından ayrıldık. Rüzgâr yok, deniz palpa li­man, motorla iki ada arasına kadar yükseldik, bu rüzgârsızlık herhalde fazla sürmez. Bizden önce yola çıkan Fransız bayraklı bir yat kanalda mo­torla çok yavaş ilerlemekte. Arkamız­dan da boyu 25 metreden fazla ol­malı, Hollanda bayraklı büyük bir Swan geliyor ve boşa yelken basıyor, Kanaryalardan geldiğini sandığımız iki başka yat da limana girmekte.

Kanalda batıya doğru seyrettikçe karşımızdaki Sao Antao Adası’nın KB’sinden bir rüzgâr almaya başla­dık, motoru durdurduk, cenova ve ana yelkenimizi bastık, 6,5 not sürat­le seyretmeye başladık. Sabahın saat 04:00’ünde rüzgâr birden kesildi ve kendimizi yine palpa liman bir deniz­de bulduk. Hiç beklenmedik bir hava durumu. Bu kez adaların arasındaki kanaldan çıktıktan sonra KB rotasın­da yükselmeye başlayan diğer iki ya­ta karşılık kaba taslak bir GB ro­ta üzerinde motorla seyre geçtik. Onlar herhalde Barbados’a değil, da­ha kuzeydeki adalara gidiyorlar.

Daha önce, MetWorks’un faksla gönderdiği hava tahmin raporunda, geniş bir alanın yüksek basınç etki­sinde olacağı, ticaret rüzgârlarını ya­kalamak için ise 13° kuzey 30° ba­tı mevkiine ulaşmamızın doğru olaca­ğı yazıyordu. Öneriye uyduk ve 231° üzerine 360 mil uzunluğunda yeni bir rotaya girdik. Bu sapma ile Bar­bados Adası’na olan yolumuz 2016’dan 2120 Dm’ne yükseldi, ya­pacak bir şey yok ya rüzgârı araya­cağız ya da denizin ortasında durup boş kova gibi sallanarak esmesini bekleyeceğiz. EMYR ’98’de arkadaş olduğum bir Fransız Amel Super Maramu tipi teknesi ile Cape Verde’den Barbados’a cenova ve cenakerini bumba destekli ikiz yelken gibi kulla­narak 7,5 not ortalama süratle 11,5 günde varmıştı, bakalım biz ne yapa­cağız?

Ticaret rüzgârları genelde Cebel-i Tarık yakını enlemlerden başlayıp gü­neye, Kanarya Adaları’na ve oradan da geniş bir dal halinde batıya yöne­lip Ekvator’a paralel yıl boyunca de­vamlı esen rüzgârlara verilen isim. Cape Verde Adaları da bu geniş ban­dın içinde kalıyor. Bir anlatıma göre bu rüzgârlara “Ticaret Rüzgârla­rı” denmesinin nedeni vaktiyle yel­kenli gemilerin ticari malları taşırken bu rüzgârlardan yararlanmış olmala­rına bağlı. Kristof Kolomb dahi ilk geçişinde bu rüzgârlardan yararlan­mış. Yelkenli gemilerin dönüş yolun­da kuzey Atlantik’te yararlandıkları rüzgârlara ise aynı isim verilmemiş. Ticaret rüzgârları ifadesi İngilizce’de dahi bir süre yanlışlıkla kullanılmış ve biz de herhalde aynı yanlışı tercüme ederek kullanır olmuşuz (Bakınız: Oxford English Dictionary). Ticaret olarak tercüme ettiğimiz Trade keli­mesi bu bağlamda Latince ‘deki Trado=yön kelimesinden kökleniyor; ifade edilmek istenen de devamlı ay­nı yönde esen rüzgâr. Fransızca’da aynı rüzgârlara Alizeler deniyor ve biz de okullarda böyle öğrendik. Her neyse anlam yanlış da olsa biz yine Ticaret Rüzgârları demeye devam edelim. Yok mu yani günlük lisanı­mızda ya dilimiz dönmediği ya da anlamını çıkara­madığımız için ya­rım yamalak kul­landığımız bir sürü kelime, örneğin;

Seydi valf = safety valve

Şartel = şalter

Faryap = fire up

Tornayt = turn ahead

Tornistan = turn astern

Kinistin vanası = kingston valve

Şanzuman = şanjman (Sevgili Me­sut Baran, benim şanjmanımı bir da­ha şanzuman diye değiştirme lütfen).

Her zaman olduğu gibi bu seyri­mizde de Ataköy Marina’dan arkada­şımız, Murat, Alpaslan, İnanç hava ile ilgili edindikleri bilgileri hep birlik­te, Kemal’e SSB ile ya da uydu tele­fonundan sözle veya faksla, aktarı­yorlar, bizleri yalnız bırakmıyorlardı. Onların verdikleri bilgiler ile Met-Works’unkiler arasında bir fark yok, neden olsun ki, sonuçta herkes İnternet’ten yararlanıyor. Bulunduğumuz bölgede Weatherfax cihazımız pek yarar sağlamaz oldu. Ticaret rüzgâr­ları ile seyrederken hava raporlarına pek fazla gerek de duyulmuyor za­ten, çünkü değişen bir şey yok. Solu­ğan kuzeyden, rüzgâr ve akıntı önce KD’den, sonraları doğudan, bu ne­denle de yalpa kaçınılmaz hale geli­yor. Kemal’in Ataköy’le günlük te­mas kurma denemeleri yavaş yavaş tavsamaya başladı. Buradan SSB ile konuşmak herhalde ancak 24 saat telsiz başında oturmakla mümkün olacak. Saat tutmuyor, saat tutarsa hava koşulları tutmuyor, bazen biz duyuyoruz onlar duymuyor, bazen de tersi oluyor. Kemal bir ara Venezuela önlerinde bulunan Cüneyt arkadaşı­mızla konuşabildi, hepsi bu. Yakında uydudan konuşmalar ucuzlar, GSM telefonları gelişirse yeni sistemler, ör­neğin İridium doğru dürüst çalışırsa belki SSB’ye hiç gerek kalmayacak. Anten problemi, toprak problemi, iyonosfer problemi vs. vs. can sıkıyor ama haa!

RÜZGÂR HESAPLARI VE BALIK SEVİNCİ…

Yakıt hesaplamasına göre jeneratörlerin harcaması düşüldükten sonra yaklaşık üç günlük bir motor seyri yedeğimiz vardı. Bu yedeğin bir günlük bö­lümünü bu rotada harcamaya karar verdik. İlk 12 sa­atlik motor seyrimizden sonra yelkene döndük; sürati­miz 2,5 not ama ilerliyoruz. Ayın 14’ünde sabahın er­ken saatlerinden başlayarak 6 saatlik bir motor seyri ile biraz daha yol aldık ve bu şekilde yelken + motorla ortalama seyir süratimizi 5,2 notta tutabildik. GPS’imizin 2-3 notla yelken seyrinde verdiği Barbados’a tah­mini varış tarihimizin ocak ayına hatta şubat ortaları­na kadar sarktığını görünce Nesrin ve Kemal’in dönüş biletleri üzerinde şakalaşmalarımız başladı. Ayın 14’ünü 15’ine bağlayan gecenin devamında gün ağarmaya başlarken, son 6 saatlik motor seyrimizin henüz 4 saatini kullanmış ve hedef mevkimizin yaklaşık 55 mil KD’sine ulaşmışken, birden aradığımız rüzgârı buluverdik, DKD 4 Bofor. Motor durduruldu, cenova + yarım camadanlı anayelken + mizana düzeninde 8-8,5 soluğanlara paralel, yağda gider gibi kaymaya başladık, yal­pa var ama asgari seviyede. Bu seyirde tekne 10° bile yatmıyor, yeni rotamız 269° ile doğru Barbados Adası K ucu, 1760 Dm dolayında yolumuz kalmış. Ortalama varış tarihimiz derhal değişti, GPS’imize göre devamlı bu sürati tutarsak Barbados’a bu yıl bitmeden ve belki de Noel günü içinde varacağımız belli olmaya başladı. GPS de ne yapsın, hesabını hep son anda gördüğü sürate göre yapıyor. Tanrı yüzümüze iyice gülüyor artık; ikiz yelkenle yalpalı bir seyir yapacağımızı beklerken bu rotada apazın rahatlığında az yalpayla yol alıyoruz ve öğleyi biraz geçiyordu ki, Nesrin’in saldığı oltaya ilk dorado, -küt kafalı, altın renkli, lezzetli bir balık bizler onu lambuka olarak biliyoruz- atladı ve kaçamadı. Tuttuğumuz dorado iki kiloluk beyaz etli bir balık. Dorado’yu Efendi Kaptan Ahmet’in bıçaklı saldırısından kurtarmak amacıyla, Dorchie’den yeni öğrendiğimiz bir yöntemi denemek yolunu seçtik. Önceleri ağzından içeri bir kahve fincanı dolusu Tekel ürünü cin akıtıp beklediğimiz ve zavallı balığı sarhoş etmekten başka bir işe yaramayan usulümüzü terk ettik ve bu kez galsamalarından içeri bir yüksük dolduracak kadar cin akıtarak başarıya ulaştık, balıkçık hemen pes etti, bir iki dakika içinde de sırtının altın rengi giderek laciverte dönüşmeye başladı.

Kahraman düşmanımız, cin’e dayanamamış ve vücudu­nu bizlere bırakıp aramızdan ayrıl­mıştı; akşam yemeğinde filetosu ile çok lezzetlendik.

Efendi Kaptan Ahmet ve balığı…

GÜNLER, GÜNLER…

Bugün ayın 16’sı, UTC’nin iki sa­at önüne geçtik, seyrimiz aynen de­vam ediyor. Gece boyunca rüzgâr bi­raz düştü ama süratimiz 6 notun altı­na inmedi, şimdi sabah saatlerinde, rüzgârı bulduktan 29 saat sonra, yine 7,7 not ve üzerinde süratle yolumuza devam ediyoruz; Barbados’a 1600 milden az kaldı; 29 saatte 200 Dm yol almışız, fena sayılmaması gerekir, yelkenlerimiz dolu, havamız güzel, güneşli ve sıcaklık 27°-28° dolayla­rında, oltamız arkamızda şansını arı­yor. Kimimiz dinleniyor, kimimiz ki­tap okuyor, kimimiz uyuyor, kimimiz de nöbet tutuyor. Örneğin Doreen Karayipler’de girmeyi arzuladığımız koy ve limanların derinliklerini sapta­maya başladı, çektiğimiz 2,90 metre su ile her koya girmemiz olası değil. Archie med-cezir hesapları yapmak­la meşgul, Nesrin kendini balık tut­maya kaptırdı, sık sık ol­tası ile konuşuyor, Ah­met dün jeneratörlerden birinin yağını değiştirdi,

Kemal ve ben ise galiba dalga geçiyoruz, ama nö­betlerimizi tutuyoruz. Nö­betlerimizi hiç ihmal et­miyoruz, kader birliğinde hepimiz birbirimize inan­malı ve güvenmeliyiz; gündüz nöbetlerimiz 08.00-12.00-16.00-20.00 olmak üzere 4’er saatlik, gece nöbetlerimiz ise 20:00- 23:00-02:00-05:00-08:00 ol­mak üzere üçer saatlik, her nöbeiki kişi tutuyor ve iki günde bir nöbet takımlarını değiştiriyoruz, herkes herkesle nöbeti paylaşmalı.

Ticaret rüzgârlarının en büyük özelliklerinden birisi bizimle birlikte aynı yolda koşturan pamuk gibi be­yaz kümülüsler. Bazılarının rengi ka­rarıyor, üstümüzden geçerken ya yağmur atıştırıyor ya da rüzgâr hızlanı­yor. Geceleri siyah renklileri daha fazla, aralarından mehtabı, mehtap bittikten sonra da yıldızları seyrediyo­ruz. İstanbul’dan beri doğudan yükse­len ve adını trikolor koyduğumuz sa­dık bir uydumuz var, her akşam bizi takip etti. Üç renkli ışıldıyor, galiba içinde insan bulunanlardan birisi, ne olurdu telsizle konuşabilseydik. Gü­neşin batışı da doğuşu da her seferin­de ayrı bir güzellik, seyretmeye doya­mıyoruz. Uydudakiler acaba buraları nasıl görüyor?

Seyir boyunca değerli arkadaşı­mız Yalçın Dülger’i de ihmal etme­meye çalışıyoruz ve kendisine 2-3 günde bir faksla seyir raporlarımızı gönderiyoruz; meraklanan dostları­mız da bu suretle kendi­sinden bilgi alabiliyorlar. Denizlerde dolaşmak için ille de tek başına ol­mak, uygarlıktan kop­mak, mutlaka ve mutla­ka ve sadece yelkenle seyretmek gibi bir iddi­aya, bir düşünce şekli­ne hiçbirimiz sahip de­ğiliz. Seyrimizi olabildi­ğince güven içinde sür­dürmeli, uygar iletişim araçlarını kullanmaktan kaçınmamalı, “macera­cı gezginliğin” bir de böylesini gerçekleştirmeliyiz, asosyal olmak, uygarlığı, çevremizi reddetmek, git­meyi arzularken kaybolmak için hiçbir nedenimiz yok. Bizler için se­yir ne kadar zor ve tatsız veya güzel ve doyurucu olursa olsun, onu yanı­mızda olmayan dostlarımızla paylaş­mak her zaman güzel. Edindiğimiz bilgileri ve deneyimleri sevdikleri­mizle en kısa zamanda paylaşmak, tutkunu olduğumuz amatör uğraşı­mızın temel felsefesi içinde zaten yer almıyor mu ki?

YOLDA HATIRLADIĞIMIZ İSİMLER…

Durup durup hatırladığım 6 isim var, birisi Muhittin Öney, ikisi bundan 40 yıl önce o günün koşullarında aynı yolu giden Sadun ve Oda Bo­ro, diğer ikisi ise Osman ve Zuhal Atasoy, minik tekneleri ile onlar da son 10 yıl içinde bu yolları teptiler. Hepsi de kendine sonsuz güveni olan değerli insanlarımız; yaşadıkla­rını bizlerle paylaşmayı hiç ihmal et­mediler, kitap yazdılar, film çektiler yayımladılar, zahmetlere katlandılar, onlara çok şeyler borçluyuz. Sevgili Muhittin Öney 1960’larda rahmetli Fa­ruk Birgen’in çıkardığı “Yacht” dergisinde bal­landıra ballandıra Ege gezilerini anlatır, yasak­larla dolu bir dönemde hepimizin ağzını sulan­dırır, kendi kıyılarımızda kendi sularımızda geze­bilmek arzusunun to­humlarını içimize içimi­ze atardı. Hele de 1960’larda aşırı devletçi bir zihniyetle yönetilen ülkemizde. Hürriyet gazetesi Sadun Boro’ya her ay 200 dolarlık turistik dövizle kıs­men de olsa sponsorluk etmişti ya, dövize başka türlü sahip olmak ha­pishaneyi boylamakla sonuçlanırdı. O zamanlar ve seçtiklerimizden olu­şan hükümetler de yaptıkları ile övü­nür övünür dururlardı. Altıncı kişi ise gerek Sadun’un gerekse Osman’ın her zaman yanlarında bulunmuş amatör denizcimiz, değerli gazete ya­zarımız, Hürriyet ve Günaydın gaze­telerinin geçmişteki Genel Yayın Müdürü sevgili Necati Zincirkıran; o da her iki seyahatin canla başla içindeydi. Prof­esyonel Uzakyol Yeterlilik Belgesi sa­hibi olmasına rağmen bir tek gün kendisi için “kaptan” ifadesini kullan­dığını duymadım. Profesyonel deniz­cilere saygısından olsa gerek, profes­yonel olarak yapmadığı bir işin unvanını hiç üst­lenmedi, amatör denizci olmak onun için yeterliydi. Nedir bu ortalıkta do­laşan ve her amatör denizciye veya teknelerde çalışan gemici ya da usta gemicilere “kaptan” diye hitap etme işgüzarlığı?

BİR TELEFON!..

Bu arada arkadaşlarımızdan birisi telefonda, adını hatırlayamadığı bir kişinin, Denizcilik Müsteşarlığı bün­yesinde bir “Amatör Denizcilik Genel Müdürlüğü” kurulması yönünde bir girişimde bulunduğunu, ancak müsteşarlıktan bu isteğe olumlu cevap ala­madığı için bundan üzülmüş olduğunu bildirdi. Al sana, duyduklarım kötü bir şaka değilse eğer Tanrı korusun, düşünebiliyor musunuz başı­mıza gelebilecekleri? Böyle bir şey dünyanın neresinde görülmüştür? Devamını dü­şünürsek “Amatör Kayakçı­lık Genel Müdürlüğü, Ama­tör Bisikletçilik Genel Mü­dürlüğü, Amatör Gülcülük Genel Müdürlüğü, Amatör Dağcılık Genel Müdürlüğü, Amatör Binicilik Genel Mü­dürlüğü” gibi kuruluşların sö­kün etmesi kaçınılmaz hale gelecektir. Bu gibi istekler kötü günleri çağrıştırıyor; birisi ya da birileri kendilerine devlet kapısında yer arıyor olsa gerek. Mücadele ede­mezsen, haklarını arayamazsan, kurumlaşamazsan, sivil toplum olmak yolunda gerçek adımlar atamazsan, birlikte hareket etmeyi öğrenemez­sen, başarısızlığını kamufle etmek için seçeceğin en kolay yol “kur bir genel müdürlük, geç başına, bak mil­let nasıl yönetilirmiş gör” demekten geçiyor. Bu isteği ileri süren veya sü­renlerin bizim amatör denizcilik dün­yamızla uzaktan yakından bir ilişkisi ve ilgisi olmadığı kesin de neden bunları söylüyorlar? Ulu Önderimiz yaşasaydı eğer, komünizm için yılan benzetmesi ile söylediği söylenen (ya­zılısını görmedim) “görüldüğü yerde başı ezilmelidir” sözlerini günümüzde bu aşırı devletçi kafa için kesinlikle söylerdi. Bari bu kez ve aynı neden­lerle biz amatörler işimize bakalım, çiçeği burnunda Amatör Denizcilik Federasyonu’muzu geliştirelim, yü­celtelim, kulüplerimizi güçlendirelim, DSTİ gibi hareketleri kurumlaştıra­lım, kurulmakta olan Amatör Deniz­ciler Derneği’ne (ADD) üye olalım, Yelkenciler Lokali, Denizce gibi bilgi alıp verdiğimiz, konularımızı tartıştı­ğımız platformlarımızı özenle koruya­lım, kıskançlık duygusundan uzak bir ortamda birlikte düşünüp birlikte ha­reket edelim. Kendi dünyamızın koşullarını birlikte oluşturalım; kendimi­zi birilerinin “genel müdürlük” kara hayallerinden işte ancak o zaman kurtarabiliriz.

1000 MİL…

Günler nihayet yakaladığımız rüz­gârımızla gerçek açıkdenizde güven, düzen ve konfor içinde geçiyor. Bar­bados’a 1200 Dm dolayında yolu­muz kaldı, seyrimize bir süredir ikiz yelkenle devam ediyoruz. Batıya doğru geçtiğimiz her 15°’de saatleri­mizi 1 saat geri alıyoruz, Barbados’a varınca Türkiye ile aramızda 6 saat fark oluşacak. Yalpalara alıştık, gün­de üç kez soframız düzenli kuruluyor, genelde tek cins olmak üzere her öğün başka bir yemek yiyoruz. Balık­çılıkta pek başarılı sayılmayız, topu topu 3 dorado tutabildik. Miller akıp geçiyor, Barbados’a 1000 Dm kaldı­ğı zaman şampanya patlatacağız. Her yolculukta olduğu gibi yarı yol sanki yokuş aşağı inişin başladığı bir anmış gibi geliyor insana. Haftada ortalama 1000-1100 Dm yol yapı­yoruz ve 21 Aralık 2002 yerel saatle saat 03:00’te (UTC 05:00) bizim de inişimiz başlıyor, kalan yolumuz 999 DM. Oldu mu şimdi ama, sadece bir haftalık yolumuz kaldı, 7 kez daha yatcaz kalkcaz, yatcaz kalkcaz ve sonra? Sonra demir atcaz. Alışınca böyle işte, insan hiç bitmesin istiyor.

SEYRİN VAZGEÇİLMEZ PARÇASI YALPA…

Soluğanlar büyük, araları hayli açık ve tekne bazen birisinin tepesine çıktığında, Fevzi Paşa Caddesi’nde duvar üstünden Vefa stadını seyredermiş gibi oluyor insan. Aşağıda futbol sahası genişliğinde bir düz alan ve karşıda yine duvar gibi gelen soluğanın ön yüzü ve arada da rüzgârın kaldırdığı sancak kıç omuz­luktan bindiren ikincil dalga. Tekne çukura inince yelkenler boşalırken bu ikincil dalga tekneyi yolundan çıkarı­yor, yükselirken rüzgârı yakalayan yeldümenimiz Şerife Hanım derhal müdahale edip tekneyi yoluna soku­yor ama geç kalmış olduğu için yu­varlanmayı önleyemiyor, her yalpa periyodu orta­lama 8-10 saniye sürü­yor. Bazı yalpalar sancak-iskele 30’ar derece­den toplam 60 dereceyi bulabiliyor ve böylesi ge­lince yatakta olanlar, uy­kuda da olsalar, bir yere tutunmak zorunda kalır­ken, nöbettekiler kendi­lerini oturdukları yerde iyice kasıyorlar; insanın en çalışmayan adaleleri dahi böylelikle çalışmış oluyor. Yolculuğumuz nonstop sürse 10-12 haftadan sonra belleri­miz incecik, sırtlarımız kabarmış, kol­tuk altlarımız şişmiş, boyunlarımız yok olmuş, bacaklarımız iyice kalın­laşmış, popolarımız yamyassı, dizleri­miz yamuk yumuk, kollarımız upu­zun, ellerimiz deve tabanı gibi yayık ve ayak tabanlarımız dümdüz olmakla birer hilkat garibesine benzeriz herhalde.

Teknede bir kitabımız var, adamın biri ilk Atlantik geçişini anlatıyor ve sözlerine “Bana bu yalpadan kimse bahsetmemişti” diyerek başlıyor, önce kala­yı basıyor ama sonraları gerçek mutluluğunu dile geti­riyor, aynen bizler gibi. Yalpa bir süre sonra hissedil­mez hale geliyor, yaşamımızın bir parçası oluyor. Bu arada mutfağımızın zengin yemek çeşitlerini Doreen’in listesinden geriye dönük okumak mümkün, bakalım neler yemişiz? Kahvaltılarımız önceleri papaya veya mango eşliğinde müsli, çay, kahve, esmer, beyaz ve­ya zeytinli gemi ekmeği, margarin, reçel, az peynir. Öğle yemeklerimizde salatayı eksik etmiyoruz, bazen sadece ton balıklı veya tavuklu salata iyice doyuruyor, İstanbul’dan aldığımız beyaz şarapları bitirdik, kırmızı şaraplar (Melen ve Kavaklıdere) buraya kadar idare et­tiler, bu gidişle Barbados’a kadar da edecekler. Akşam yemeklerimizde tekrarı can sıkmayacak aralıklarla dü­zenlenmiş salçalı tavuk, sebzeli tavuk, tava balık, man­tarlı balık makarna, tavuklu sandviç hem lezzetli hem de doyurucu oluyor. Nesrinin nohutlu pilavı, çorbala­rı aşureleri, taze fasulyeleri ve kekleri mutfağımızı ay­rıca zenginleştirmekte. Hele, gece nöbetleri için hazır­ladığı tarhana çorbası bir ayrı lezzet.

BARBADOS…

Barbados, yani “sakallılar” Karayip Adaları’nın en doğuda olanıdır. Buraya ilk kez gelen Portekizliler ada­daki incir ağaçlarının köklerinin bir kısmının açıkta olup bedenlerini sakal gibi sarmış olduklarını görünce adaya bu ismi vermişler, hani kızıl renkli sakalı nede­niyle Hızır Reis’imizin de adı Barbarossa’dan Barba­ros olmuştu ya, işte aynı sakal (Barba) hikâyesi. Ada sonraları İngiliz kolonisi olmuş, daha sonra bağımsızlı­ğını kazanıp müstakil devlet olmuş ancak Common­wealth üyeliği devam ediyor.

Noel gününü tutturamadık, üstüne iki gün daha geçti ve 26 Aralık Perşembe saat 12:00’de Barba­dos’a olan uzaklığımız 100 milin altına indi. Daha gün­lerce önceden Archie varış saatimize ait tahminlerimi­zi not etmişti, bakalım en yakın tahmin kiminki ola­cak? (Ben 27 Aralık saat 04:00 demişim, heh he!). Öğleden sonra yine ikiz yelkene döndük, adaya yak­laştıkça rüzgâr iki kola ayrılıyor, birisi adanın güneyinden dolanıp batıya esiyor, diğeri ise hafif hafif KB’ye yöneliyor, kollar adanın arkasında elbette buluşacak­lar; biz işte bu KB’li rüzgârdan yarar­lanıyoruz.

Barbados’un 2 limanı var, ikisi de batı yakasında; birisi daha güneyde ve klasik, bütün Atlantik geçenlerin uğ­radığı Carlisle Bay, büyük limanın he­men güneyinde, şehrin göbeğinde, demirde kalınıyor. Diğeri ise Port St. Charles, adanın kuzey ucundan 9 mil dolayında güneyde, henüz dört yıl önce işletmeye açılmış, özel bir sitenin özel limanı, aynı zamanda da giriş kapısı; biz bu limana gideceğiz. Buruna yak­laşırken nöbetler zaten kalkmıştı, he­pimiz havuzluktayız. Varışımızı birlik­te yaşayacağız, ikiz yelkenleri mayna ettik, cenova + mizana düzenine geçtik, burnu 1 Dm açıktan döndük, mehtap yok, gökyüzü bol yıldızlı ve 4-5 notla ağır ağır kıyı boyunca radar destekli seyretmeye başladık. Yaklaşıyoruz, motoru çalıştırdık rölantide bekletiyo­ruz, tekneyi mercan kayalarından uzak tutarak liman girişinin yanındaki reef (kayalık) üzerine yerleştirilmiş iki beyaz fe­nerin ortasına doğru yelkenle yürütü­yoruz, 11-12 metre derinliğe demir­leyeceğiz. Son 4 gomina içinde yel­kenleri sardık, motora çok ağır yol verdik, aradığımız noktayı bulduk ve demirledik, saat 02:45, tarih 27 Ara­lık 2002 Cuma. Ortalıkta çıt yok, kö­tü bir sahilin önündeymişiz gibi geli­yor hepimize. Her varışta olduğu gibi burada da birer tek viski ile kendimizi bulmaya çalışıyoruz, başardık ve çok güzel günleri yaşayarak başardık, en iyi dileklerimiz aynı yolu giden ve gitmek isteyenlerle birlikte.

Mindelo’dan buraya kadar 14 gün 12,30 saat veya toplam 348,5 saat seyirle 2087 Dm yol yapmışız ve ortalama süratimiz 6,29 not ol­muş. Fena olmasa gerek, yarışmıyo­ruz ya. Atlantik aşımında toplam yo­lumuz Tenerife-Mindelo arası 867 Dm’yi de eklediğimizde 2954 Dm oluyor, tüüh be, 3000 Dm bile yol yapamadık mı şimdi bizler?

GÜN AĞARINCA…

Birkaç saatlik uykudan erken uyandık ve karanlıkta beğenmediği­miz sahilin villalar ve otellerle dolu, kuzey-güney yönünde boylu boyunca uzanan bol palmiyeli nefis bir kumsal­dan oluştuğunu görünce hayli afalla­dık. Kartpostal gibi bir görüntü (tavu­ğun kartı olur da postalın kartı olur mu?) Port St. Charles limanı önü­müzde, iki şamandıra arasındaki dar bir kanaldan giriliyor. Burada şamandıralama sistemi “B” tipi, yani girişte kırmızı şamandıralar sancakta, yeşil­ler iskelede bırakılacak, çıkışta da ta­bii tersi olacak. Limanı telsizle aradık, giriş iznimizi aldık, demiri kaldırdık ve girdik. Özel bir sitenin limanındayız, sahildeki kumsal alanı tarayıp içeriye bir yapay lagoon (Seyir, Hidrografi ve Oşinografi Dairesi Başkanlığı’nın yayını Semboller ve Kısaltmalar kita­bına göre lagoon=deniz kulağı) yer­leştirmişler. İşte bu deniz kulağının ortasında, üzerinde yüzme havuzu ve ıslak barı olan bir adacık var, çevresi ise lüksün lüksü villalarla dolu. Her villanın önünde bir iskele ve çeşit çe­şit tekneler bağlı. Doreen mecmualardan birisinde buldu, evlerin fiyat­ları 500 binden başlayıp 3 milyon Amerikan dolarına kadar çıkıyor­muş. Bağlandığımız iskele ise deniz kulağı girişinin tam karşısında 6 – 7 tekne alacak boyutta bir mini marinaya ait, bir L rıhtım, iki iskele, yakıt rıhtımı ve bir helikopter pisti, hepsi bu kadar, su pırıl pırıl, atla yüz.

Başı­mız doğuya, kıçımız batıya bakıyor; telefon bağlandı, elektrik bağlandı 220 V 50 Hz, (buralarda normal akım 110 V 60 Hz, sahil vermezse, teknende de transformatör yoksa, dayan jeneratöre), daha doğrusu on­lar gösterdiler biz bağladık, soluklan­maya başladık. Bir taraftan da lipogüsasi görevlilerini bekliyoruz. He­men yanımızdaki binadaymışlar, üç kişi geldiler, birer soğuk içecek ikram ettik, mürettebat listelerimiz hazırdı, birkaç belge de onlar doldurdular, damgalandık ve Barbados’a girmiş ol­duk. İşlemler 20 dakikadan uzun sürdü mü? Hatırlamıyorum? Yarın ekip değişikliği var, Kemal ile Nesrin ayrı­lacaklar, akşamüstüne doğru onları yolcu edeceğiz. Ama önce çevremizi tanıyalım dedik ve botu alıp deniz ku­lağına girdik, yüzme havuzuna yanaş­tık. Havuza girince ilk işimiz tabii ba­ra yanaşmak olduk. Buraya gelen ilk Türkler’mişiz, barmen bizi pek be­ğendi ve sanatını döktürmeye başla­dı. Sanat da ne sanat yani, hazır şişe­lerden doldur gitsin, rum-punch sıcak havada çok serinletiyor.

Hava kararıyordu, neşe içinde botla tekneye döndük. Sitenin bir de La Mer diye lokantası var ki, çok meşhurmuş, günlerce önceden yer ayırtmak gerekiyor, dönüşte sark­mayı denedik, kabul etmediler. Biz de bir taksi tutup yakındaki kasaba­da bir lokantaya gidip ayrılış gece­mizin yemeğini Kemal ve Nesri’nin davetlileri olarak çok daha lezzetli yedik. Uzunca geçişlerden sonra dı­şarıda yemek, özellikleri tanımak açısından yararlı, mutlaka gidip en pahalı lokantayı bulmak da bir şart değil. Ne olursa olsun teknedeki ye­mek hem en lezzetlisi hem de daima en iyi hatırlananı.

Sabah Dorchie ve Nesrin ile Ke­mal Georgetown’a gittiler, biraz şehri dolaştıktan sonra vedalaşıp ay­rıldılar. Ben de saat 14:00 dolayla­rında bir taksiyle havaalanına gittim, buluştuk, aklımız paylaştığımız güzel günlerin hatıraları ile dolu, hâlâ do­lu ya, sarmaş dolaş vedalaştık ayrıl­dık, yolcu yolunda gerek.

Barbados-Martinique etabı. Çizim Archie Annan

Uzun yolculuğun altıncı etabı

BARBADOS’TAN KARAYİP ADALARI’NA…

Ocak ayının ilk haftası Barbados’tan başlayan yolculuğumuz Grenada Adası’ndan sonra kuzeye doğru oldu ve birçok güzel adayı görüp Martinique’te marinaya bağlandık. Yeni yılın ilk haftası içinde bir gün, öğleden sonraydı, Barbados’tan ayrıldık. Önce marina içindeki büro­da çıkış işlemlerimizi tamamladık. Kemal ve Nesrin’in ayrılması ile deği­şen yeni mürettebat listemizi damga­lattık ve yelkenlerimizi sahile yakın yerlerde hayli sert esen bir doğıı rüz­gârına, dümenimizi de Şerife’ye tes­lim ederek Grenada Adası’na yol ver­dik, 140°GB yönünde gideceğiz.

BİR UYGULAMA…

Kanarya Adaları’ndan başlayarak bütün Karayip Adaları arasında de­vam eden bir uygulama var, o da şu: Varılan her yeni ülke limanında gö­revliler, belgelerinizde geldiğiniz ülke­den meşru yoldan ayrıldığınız kanıtını arıyor. Sadece “şu limandan geli­yorum” demek yetmiyor, o liman­dan ayrıldığınıza dair bir belge ya da damga mutlaka aranıyor ve bunu en doğru anlatan da daima çıkışta dam­galanan mürettebat listesi oluyor. Sorduğumuz görevliler, bu takibin nedeni olarak, binlerce teknenin ada­lararası trafiğinde geçmişte çok yatın çalınarak uyuşturucu kaçakçılığında kullanılmış olmasını gösterdiler.

GRENADA…

Kıyıdan açıldıkça rüzgâr sertliğini kaybederek normal 5 kuvvetine düş­tü. İkiz yelkenle paşa paşa da yalpa­layarak GB rotamızda 6-8 not ara­sında değişen süratle bütün gece ve ertesi gün öğleye kadar seyrettik. Adaya yaklaşırken iki taraflarından kamış oltalar açılmış süratli kayıklarla kaşık ya da yapay yem gezdiren ba­lıkçılar gördük. Adanın güney ucun­da dalgalardan mercan kayalıkları ile korunmuş ve şamandıralanmış bir kanaldan girilen St. Davis Koyu’ndaki marinaya ulaştığımızda saatlerimiz 15:00’i gösteriyordu. Kıyıda, orman budanarak geniş bir alan açılmış, çe­kek yeri olarak kullanılıyor. Marinada 70 ton kaldıran bir travellift, tekne malzemesi satan bir dükkân, bir bar ve lokanta, gümrük bürosu, internet kafe var. Gümrük bürosunda çalışan tek görevli bütün işlerimizi büyük bir kibarlıkla 10 dakika içinde tamamla­dı. Liman, polis ve gümrük damgala­rını ayrı ayrı kullandı, “Grenada’ya hoş geldiniz, bir derdiniz olursa benden yardım isteyebilirsiniz” dedi ve böylelikle bir başka ülkeye daha ilk adımımızı atmış olduk.

Bu koy aynı zamanda bir “hurri­cane hole” (çok ağır fırtınalarda saklanılacak delik anlamında) ve yazlama limanı. Karayip Denizi’nde asıl fırtınalı dönem yaz aylarına rastladığı için, tekneler bizdekinin aksine kışlamak için değil, yazlamak için bu güvenli marina ve koylara bırakılıyorlar. Kaldı ki, Gre­nada rüzgârüstü ve rüzgâraltı olarak ikiye ayrılmış. Batı Hint Adaları içinde en güneyde yer alanı ve dolayısıyla da harikeynlerden doğrudan hemen hiç etkilenmiyor. Barbados gibi bu adayı da harikeynler rotaları dışında bırakıyorlarmış.

Taaa Cape Verde Adaları dolayında oluşmaya başlayan bir harikeyn çekirdeği alçak basınç, ticaret rüzgârları ile birlikte ve ekva­tora paralel seyri süresince giderek ısınan Kuzey Ekvator akıntısı üzerinde, Karayip Denizi’nin bu böl­gesine ulaştığında azıtmak için gerek­li basınç farklılığı henüz tam oluşma­dığından, bu bölge ve daha güneyde­ki Aruba, Bonaire ve Çuraçao’dan oluşan Hollanda Antilleri “hurricane safe” sayılıyorlar.

Akşam sahildeki lokantada basit fakat çok lezzetli bir yemek yedik. Mönümüzde balık köftesi, balık ve conch (galiba şeytan minaresi dediği­miz kabuktan çıkan böceğin adı) var­dı. Buradan başlayarak artık favori iç­kimiz “punch” oldu, meyve suyu ve rom karışımı, serinletici, lezzetli ama pek de yabana atılır nesne değil. Biri yarar, ikisi karar, üçü zarar, dikkatli içmek gerekir. Dördüncüsünün ise hikmetinden sual olunmaz, deneme­mek lazım (bu tarif şimdi meşhur hi­kâyedeki gibi oldu galiba).

İkinci günümüzün sabahında bir minibüs tuttuk ve adanın başşehri St. George limanına gittik. Tekne için ufak tefek parçaya, hareketlerimi hâ­lâ kısıtlayan dizimdeki ağrı için ilaca ve dizliğe ihtiyacım var. Bu adalarda yatçılar arasında güzel bir adet yer­leşmiş. Kulüplerde, tekne malzemesi satan dükkanlarda ve/veya internet kafelerde küçük bir kullanılmış kitap köşesi var; bu dükkanlara uğrayan yatçılar, okudukları ve artık ihtiyaçları kalmayan kitaplarını birer ikişer bu köşelerde başkalarının bıraktıkları ile bedelsiz değiş tokuş ediyorlar. Bu, usul belki bizde de vardır da okuma özürlü olmam nedeniyle ben farkında olmayabilirim.

St. George bir koy ve bir deniz kulağından (lagoon) oluşuyor. Deniz kulağı yatların demir yeri, içinde bir de yat kulübü ve iskelesi var. Yakın gelecekte Camper Nicholson da bir iskele marina yapacakmış, ortalama en çok dört metre, gelince dikkatli girmemiz yandaki koyun adı ise karinaj (careenage yazılıyor); bu kelime bildiğimiz kari­nadan yani teknenin altını anlatan kelimeden geliyor. Eski devirlerde ti­caret gemileri bu koya gelir, sahile yakın bir yerde içleri boşaltıldıktan sonra direklerinden çekilerek karınla­rı üzerinde yan yatırılır ve altları (ka­rinaları) kazınır, temizlenir, boyanır­mış. Karinaj aynı zamanda çekek ye­ri anlamını da taşıyor.

İkinci günümüzü ve gecemizi su­yu daha berrak olan bir başka koyda­ki demir yerinde geçirdik. Kıyıda bir yat kulübü var, akşam teneke orkest­rası (varillerden oluşan steel band) ça­lıyor, yemekler de ehhh işte, demir­de yüzlerce yat yatıyor, öyle bir yer. Üçüncü günümüzde sabah erkenden St. George’a geçtik, deniz kulağında 3 metre suya demirledik, altımızda 10-15 santim kaldı, dalga yok, sula­rın da alçak zamanı.

Anlaştığımız minibüsle adayı gez­dik, şehrin tepesinde hiçbir zaman savaşta kullanılmamış bir kale var, en güzel manzaralı yerde de hapishane kurulu. Gazete haberlerinden hatır­larsak, 80’li yıllardaydı, seçimle gelip işi azıtarak komünist bir rejim kurma­ya kalkışan devlet başkanını ABD ik­tidardan indirmiş, bunu yapabilmek için de adaya asker çıkarmıştı. Hapishanede o tarihten beri 16 siyasi mah­kum yatmaktaymış, ama artık yakın­da galiba çıkacaklarmış.

Adanın her yanı yemyeşil, or­manlarında envai çeşit baharat yetişi­yor ve ihraç ediliyor. Bu adaya “baha­rat adası” (spice island) diyorlar; muz plantajları, şeker kamışı tarlaları var; şeker kamışından artık şeker yerine daha çok doğrudan rom yapılıyor. Adayı gezerken görülecekler arasın­da bir iki şelale var, yüzmek müm­kün; bir yerde vahşi may­munlar yol kenarında ağaç­lara yerleşmişler, durup kar­şılıklı bakışıyoruz, yere şeker bırakınca bir süre sonra ge­lip alıyorlar; eski bir yanar­dağ ve tepesindeki göl de görülecekler arasında. Arazi çok inişli çıkışlı sarp olması­na rağmen yine de yüzeyi gayet düzgün dar bir asfalt yol hemen her köşeye ulaşı­yor. Arada bir yağmur gelip havayı serinletiyor, sonra da sıcaktan ortalığı buhar bası­yor; gürültü patırtı yok, sa­nayi yok, dileyen aylarca ka­lıp dinlenebilir; ama bizim o kadar vaktimiz yok.

CARRIACCOU

Sabah çıkış işlemlerimizi tamamladık ve yola çıktık, kuzeyimizde yer alan Carriacou Adası’na gidiyoruz. Bü­tün bölge volkanik; yolumuzun üstünde denizin içinde bir yanar­dağ var, tepesi su seviyesinin 40-50 metre altında. Harita üzerinde çevre­sine iki kırmızı daire çizilmiş ve ya­nardağın durumu hakkında bilgi alı­nabilecek yerlerin isimleri verilmiş. Eğer yanardağ hareketli ise, kraterin beş kilometre açığından geçmek gere­kiyor. Biz cesuruz ya, gittik tam tepe­sinden geçtik, hiçbir şey olmadı, sa­dece iskandil altımızdaki derinliğin azaldığını gösterdi.

Carriacou, Grenadines denilen ve ayrı bir devleti oluşturan adaların en güneyindeki birinci ada. Önce Tyrrel Bay isimli geniş bir koya de­mirledik, girişi biraz alengirli, mercan kayalarını, sahilden dışarı uzanan sığ­lıkları, açıkta veya gizlide yatan gemi leşlerini kollayarak girip demirlemek gerekiyor. Burada da sahilde yine bir ufak marina ve çekek yeri, yanında bir yat kulübü var. Botla gittik, kulüp kapalı, döndük denize girdik, akşamüstüne doğruydu tam karşımızda, sahilde salaş görünümlü kır kahvesi havasındaki lokantaya çıktık. Yolunu buralara 5-6 yıl önce şaşırmış bir İtal­yan Hanım işletiyor. Çok candan sa­mimi bir insan, mutlu ve mutluluk sa­çıyor; tek kompüterli internet kafesi var, nefis pizzalar yapıyor, punch’ı da güzel, neşeli bir akşam geçirdik. Koy­da demirli tekneler arasından bir ta­nesi atölye. Adamın birisi, İngiliz’di galiba, katamaranını atölyeye çevir­miş, alüminyum ve paslanmaz çelik kaynak işleri yapıyor, yatların tamir işleri ile geçiniyor.

HARİTALAR…

Karayip Denizi’nde yatçıların en iyi yararlanabilecekleri haritalar, dört paketten oluşan Alman haritaları. Boyutları tam tekne harita masaları­na göre, biz onları kullanıyoruz. Ay­rıca rüzgârüstü ve rüzgâraltı adaları olarak iki ciltte toplanmış. Doyle isim­li yazarın iki kılavuz kitabı var ki, ne­redeyse gözü kapalı seyretmenizi sağlıyor. Bu iki kaynak bu denizlerde gezmek isteyenlerin kesinlikle yanla­rında bulunmalı. Doyle’un iki kitabın­da da çok geniş bilgi var, okuyunca buralara gelmeden de gelinmiş olu­nabileceği gibi, gelmek için can at­mayı da tahrik edebilir; kitaplar bizim çok işimize yarıyor. Alman haritala­rında adaların özellikle batı sahillerin­deki waypoint’lar Doyle’un bilgilerine dayanarak işlenmiş, iki kaynak birbi­rini çok iyi tamamlıyor. Haritaları da kitapları da Kelwin Hughes’un Bookharbour web sayfasından ısmarlamak mümkün, meraklanıp ilgilenenlere önerilir.

Ertesi sabah kalktık, 3 Dm yol gi­dip kuzeyimizdeki burnu dönüp Cariaccou’nun başşehri Hillsborough’nun koyuna demirlemek üzere yola çık­tık. Yol üstünde Sandy Island adında­ki küçük mercan adacığında durup, birkaç saat eğlenip denize gireceğiz. Bu Sandy Island 200 metre boyunda bir mercan adacığı, kumsalı ve de­nizi çok güzel, üzerinde Hindistan ce­vizi ağaçları var, 3-5 tane kadar. De­mirledik, sahile çıktık ki, kumsal hay­li kısa, sağda solda ağaç artıkları, adanın kuzey yüzü çökmüş, hani der­ler ya “mihrap yerinde” ama işte o kadar. Burası 1998 yılına kadar mo­dacıların ürünlerini mankenlerle fotoğraflattıkları Karayip Denizi’ndeki en gözde adayken, Lennie isimli harikeynin gadrine uğrayarak dağılmış, ağaçlarının büyük kısmı uçup gitmiş, sahili ikiye ayrılmış. Bugünkü sümsük hale gelmiş ve bizlere kalmış, man­ken falan yok çevrede.

Öğleden sonra limana geçtik ve demirledik, Archie bermutat giriş iş­lemleri için botla sahile çıktı, 15-20 dakika sonra da döndü, sancak gurcatamızdan Q (sarı) bayrağını indir­dik, artık Grenadinler’deyiz, bölgenin neredeyse tamamı eski İngiliz koloni­si ama bugün ayrı ayrı devletçikler. Demirde birkaç tekne yatıyoruz. Baktık randa armalı tek direkli bir tekne, yerli yapı, ayna kıç, balta baş, çok güzel hatları var, içinde tek kişi bir de köpeği nefis bir yelken manev­rası ile geldi 50 metre yakınımıza de­mirledi. Yaklaşırken önce flokunu mayna etti, sonra randayı boşlayıp bumbaya paralelledi, çalışmaz hale getirdi, teknenin yolunu tamamen öl­dürdü, motoru yok, rüzgâra döndü, demirini koyuverdi, yelkenlerini büyük bir özenle topladı, sardı. Maskesini alıp taktı, gitti demirine baktı, deniz­deyken köpeği başüstünde merakla bekliyordu, döndü, çıkıp kurulandı, içkisini hazırladı, kamarasının damı­na oturdu, köpeği yanı başında, gü­neşin batışını seyretmeye başladı. Adamın huzuru 50 metre öteden bizleri de etkisi altına aldı, karmakarışık bir dünyada böylesine huzur bulabilmek demek ki, isteyince hâlâ müm­künmüş. Akşam sahilde bir lokanta­da yemek yedik, çok lezzetli bir mut­fakları var.

PETİT ST. VİNCENT…

Cariaccou’nun kuzeydoğusunda Petit Martinique ve Petit St. Vincent isimli iki ada var. Sabah sahilden ön­ce salata, ekmek vs. aldık, saat 11;00 gibiydi demirimizi alıp yola koyulduk, motorla gidiyoruz, mesafe çok kısa, bir de arada mercan kaya­lıkları var. Petit Martinique’in önün­den geçip Petit St. Vincent’in önün­deki yatların arasına biz de demirle­dik. Bu ada bir özel ada, üzerinde sa­dece bungalovları olan bir otel var, Karayip’in en meşhur ve pahalı otel­lerinden birisi belki de birincisi, bir Amerikalı çiftin. Bungalovlar adanın ormanı içine yerleştirilmiş, kimse kimseyi görmüyormuş.

Demirledikten sonra takriben 1 Dm batıda bir başka kumlu mercan adacığı vardı, botla oraya gidip yüz­dük. Bu adacığın sahiline ulaşmak için sualtındaki mercan kayaları ara­sından slalom yapmak gerekiyor. Dönüşte biraz yolumuzu şaşırınca takma motorun kuyruğunu bir iki ke­re oraya buraya çarptık. Ama, boya sıyrığından başka bir şey de olmadı. Tekneye sonra da Doyle’un kitabında yazdıklarına bakarak telsizle adayı aradık. Adaya ancak telsizle izin alı­nıp çıkılabiliyor. Akşam yemeğine şort, sandal ve tişörtle gelmek yasak, pantalon ve gömlek giyilecek. Fethi­ye’nin Domuz Adası’ndaki işletme acaba buradan mı esinlenmiş dersi­niz? Önce barında içki içmek için izin istedik, yemeğe kalıp kalmamaya orada karar vereceğiz. Şık lempolarımızı giydik, tabii biraz buruş buruşuz ama idare ediyor. Bir merkez bina, tek kat, kocaman bir bar, teras, bu­tik, camla çevrili orman ve deniz gö­ren bir lokanta, nefis bir yer. Bungalovlar gerçekten birbirini görmüyor.

Oda servisi isteyen­ler bungalovun önündeki direğe bir kırmızı bayrak basınca, garson geli­yor. Bir bungalov gezmek istedik, gösterdiler. Hamaklı bir avlu, ahşap klasik möbleli banyo ve duş, yataklar neredeyse üçer kişilik iki adet ve ayrı ayrı, bu kadar geniş olunca artık bitiş­tirmeye ne gerek var ki?!.. Hediyesi sezonda yani Mart ortasına kadar ge­celiği 910 Amerikan doları. Sezon­dan sonra 750 dolara düşüyormuş, bayağı ucuzluyormuş yani!.. Barda bir iki içki atınca gevşedik, bari bir yemek yiyelim dedik; ıstakozlu mıstakozlu, şaraplı, muhteşem lezzetli bir yemek yedik, ne yapalım mönü öy­leydi. Hesabı öderken ama bir oyul­duk, bir oyulduk, izleri belki hâlâ duruyordur. Sonunda mertliğe leke sür­meyelim diye düşünüp, şanımız yürü­sün gerek Amerikan gerekse Karayip ekonomisine bir katkı da bizden olsun dedik ve tekneye dönüp yattık.

Barbados’un kendi doları vardı, sadece orada geçen. Diğer adalarda da EC=Eastern Caribbean Dolar ge­çiyor, başkaca bir yerde değiştirmek olasılığı yok. Kendi kafalarına göre de bir kur uyguluyorlar; 1 USD=2.7 ECD, Euro’yu almıyorlar, para konu­su biraz böyle acayip. Doların da 100’lük ve 50’liklerini kimse almıyor. Çünkü sahtesi çokmuş, sadece ban­kalar alıyorlar ve kesinlikle pasaport görmeden de bozmuyorlar.

UNION ISLAND…

Günler geçiyor, ertesi sabah kalk­tık, önce yüzdük sonra da 3-5 Dm yakındaki Union Island’a doğru yola koyulduk. Mercan kayalıklarından dolayı yolu biraz uzatmak gerekiyor. Bu adanın da karşısında Palm Island diye bir başka otel ada var ki, sonra­dan yanlış hatırlamadıysam, sevgili Sadun Boro yıllarca önce önünde demirleyip otel sahibi ile ahbap oldu­ğunu anlatırken, gidersek kendisine selam söylememizi istemişti; olama­dı, gitmedik.

Union Island’ın limanı doğu rüz­gârına yani ticaret rüzgârlarına açık ama denizi bir mercan kayalığı ile iyi­ce korunmuş, dolayısıyla son derece güvenli. Demirledik, çevremizde tek­neler dolu. Sahil hareketli, burada da bir yat kulübü var, rıhtımda deniz içinde bir sığ havuzda köpek balıkları dolaşıyor. Bir başka havuzda da ısta­kozlar seçilip pişirilmeyi bekliyorlar. Günlük işlerimizi yaptık, taze yeşillik ve ekmek aldık; adanın küçük bir ha­vaalanı var, çevresi ağaçlık, aramız 500 metre civarında, uçağın biri inip biri kalkıyor, özel bir motoryat uçak­tan inen ve Palm Island’daki otele ge­len yolcuları alıp götürüyor. Koca­man kocaman katamaranlar 20-30 kişi ile çevreye, özellikle Tobago Cay’lere günübirlik turlara çıkıyor, ufak ama hayli hareketli bir ada, tek gelir kaynağı turizm, ondan da sonu­na kadar yararlanmaya bakıyorlar.

TOBAGO CAYS…

 Yeni hedefimiz 2 Dm yakındaki Tobago Cay’ler. Burası mercan ka­yalıkları arasına yerleşmiş beş adadan oluşan bir milli park. Adalarda yaşam yok, sadece seyyar tişört satıcıları ile ıstakoz mangalları var. Mercan kaya­larının çevrelediği lagunda (lagoon) demirle­niyor, botla mercanlara gidilip şnor­kelle 1-1,5 metre derinlikte deniz di­bi ve balıklar seyrediliyor, avlanmak yasak. Botların demirlemesi yasak, şamandıralar yerleştirilmiş, onlara bağlanmak gerekiyor. Mercan kaya­larının arasından kuvvetli bir akıntı çalışıyor, yüzerken bayağı zorlandık. Yerliler, sürat motorları ile yanımıza gelip bir şeyler satmak istiyorlar. Ki­minde balık var, kiminde ıstakoz, ki­minde tişört, kiminde ekmek, muz. Kesinlikle ısrarcı değiller, kimseyi ra­hatsız etmiyorlar, aldın aldın, alma­dın, “Hoş geldiniz, iyi geceler di­lerim” diyerek ayrılıyorlar. Bir tanesi kocaman bir Amerikan bayrağı ile dolaşıyordu, yanaştı bizim bayrağı sordu, söyledik, hoşuna gitti. Sonra bir daha gelişinde ekmek getirmişti ufak bir bayrağımızı hediye ettik, çok sevindi.

Tobago Cay’lerden kuzeye doğru olan yolumuzda Canouan Adası var. İkinci günümüzün öğleden sonrasıydı, bu kez laguna girdiğimiz güney geçidi yerine batıdaki iki büyük ada arasındaki dar kanaldan geçerek yo­la çıktık; bu vesileyle mercan kayala­rı arasında sadece GPS’le değil, şa­mandıralardan, fenerlerden ve ada­lardan pusla kerteriziyle mevki koya­rak rotamızı doğruluyor, seyir dene­yimimizi artırıyoruz. Batımızda Mayreau Adası var; bu da özel bir ada; ga­liba 180 kişilik nüfusu var, oteli var, dalış okulu var, transatlantikler dahi önüne gelip demirliyor, yolcularını yemek, yüzmek ve dalmak üzere sa­hile çıkarıyorlar. Biz uğramadık, ku­zeye yolumuza devam ettik.

CANOUAN…

Canouan’ın batıya bakan geniş bir koyu var ama aynı zamanda ku­zeyden soluğan da alıyor. Girebildiği­miz kadar içeri girdik, soluğandan fazla etkilenmediğimiz bir köşeye de­mirledik, önce yüzdük, sonra da sahi­le çıkmak için botla iskeleye yaklaş­tık. Yanaşmak mümkün değil; bir metre dolayında soluğan iskeleyi boylu boyunca yalıyor ne tutunmak mümkün ne de botu tutmak. Burada karaya herhalde sabahın erken saat­lerinde çıkmak olası, ya da bugün so­luğan fazla büyük. Nitekim açığa de­mirleyen büyük motoryatın içten tak­ma motorlu 6-7 metrelik azman las­tik botu dört üniformalı mürettebat ile geldi, içlerinden ikisini büyük bir cambazlıkla iskeleye adeta attı, he­men açığa çıkıp beklemeye başladı. Biraz sonra sahilden dönenler içten takma kuvvetli motorun sağladığı avantajdan yararlanarak gençliğin de verdiği çeviklikle bota atladıkları gibi hemen açıktaki yata gittiler. Bizim 9.9 motorla bu soluğanda iskeleye slow motion çevikliğimizle çıkmaya kalkışmamız kafamızı gözümüzü yar­mamıza neden olabilirdi, vazgeçtik. Karaya çıkmak için çok önemli bir nedenimiz olsaydı eğer, herhalde bo­tu demirleyip yavaş yavaş iskelenin yanına doğru sarkarak çıkmak yolu­nu deneyecektik. Erkekliğin onda do­kuzu kaçmaksa, biz de öylesine er­keklik gösterdik işte.

BEQUIA…

Canouan’daki gecemizin sabahın­da her zamanki gibi saat 06:30-07:00 arasında kuzeydeki Bequia Adası’na yol verdik. Meşhurların ve sosyetenin özel uğrağı Moustique Ada­sı doğumuzda kaldı, küçücük bir ada, limanı yok ama anlatılanlara göre hayli hareketli bir hayatı var. Bequia’nın batıya bakan büyük koyu ve li­manı ise bonbon şekeri bir yer. Yine 100’lerle yat demirde, aralarından fe­ribotlar ve ufak yük gemileri sahildeki büyük yük iskelesine geçiyorlar. Bu gemi trafiğine rağmen deniz tertemiz, dirhem pislik, mazot ya da yağ atığı görmek mümkün değil. Yatlar kıyı­dan açığa, küçükten büyüğe doğru demirliyorlar; biz 12 metre derinliğe demirledik, su tertemiz, arkamıza iki tane 25-30 metre boyunda yat de­mirledi. Daha sonra açığımıza İngiliz bayraklı kabasorta arma bir büyük tekne daha demirledi; sonradan gör­dük, adı Niarchos, okul gemisi mi, yolcu gemisi mi, özel yat mı anlayamadık; denizci milletle­rin fiyakası da başka türlü olu­yor. Biz ise amatörlerimizi de­nize çıkartmamak için son Sağlık yönergesine göre ken­dilerinde neler arıyoruz ne­ler!..

Bu denizde kimisi kısa mesafelerde çalışan, kimisi ise uzun turlar yapan, kaba­sorta armalı 7-8 dolayında yolcu gemisine neredeyse her gün rastlamak olası. Mo­dern organize gezi trendi sanki bu özel tip gemiler yö­nünde. Bequia kanımca ada­ların içinde en güzellerinden birisi. Kasabanın bütün sahili kumsal; kumsal boyunca ev­lerin, dükkanların, lokanta otellerin önünden yürüyerek koyu dolaşabilirsiniz. Her adada olduğu gibi burada da yatların botlarına ayrılmış bir “dinghy dock” (patalya iskele­si) var. Karaya çıkan botunu bu iskeleye bağlıyor, yine de ama telle kilitliyor. Noksanla­rımızı temin ettik, internet kafede e-maillerimize baktık, bir restoranda yakışıklı bir öğ­le yemeği yedik, hiç oyulma­dık. Bequia’da bir gün daha kaldık, denize girdik, biraz adayı do­laştık. Burada da taksiler kamyonet­ten yapılma. Kasasının üstünde ten­tesi var, karşılıklı bankolara oturup püfür püfür esintiler içinde, at araba­sına binmişçesine, istediğiniz yere gi­debiliyorsunuz.

ST. VİNCENT…

Rüzgâr her zamanki gibi hep doğudan 4-5 kuvvetinde esiyor. Bu nedenle adalararası geçişlerde yelken seyrinin güzelliğine doymak mümkün değil, biraz dalga var ama, hiç rahatsız etmiyor. Zaten bölgenin asıl özelliği de bu rüzgâr. Yelkenle kuzeyden güneye apaz-geniş apaz ve tersi yönde de dar apaz-orsa alışmadığımız güzellikte seyredilebiliyor. Adaların batısında kuytuya girince ise rüzgâr çok hafifliyor ve çoğu kez buraları motor çalıştırarak geçiyoruz. Ne var ki, batıda, adaların saçak altında kalmayıp, 4-5 Dm açığa çıkılırsa sadece yelkenle seyretmek mümkün oluyor. Ya da hep yelkenle gidebilmek için adaların doğu yakaları boyunca seyretmek lazım ki, orada da Atlantik’in kaba dalgası biraz daha kabarık, yani her türlü deniz ve rüzgâr kombinasyonu var, seç seç al.

St. Vincent’in muz ihracatı hayli kabarık, onun için de limanında hep gemiler var. En güney ucunda Young Island Cut denilen bir kanalda şamandıralar döşenmiş, akıntıda salmamak için baştan kıçtan birer şamandıraya bağlandık. Şamandıraların dayısı Çarli-Tango diye çağrılan birisi. Bir de rakibi varmış, onun da şamandıraları var. Çarli’nin bir de minibüsü var, bize adayı gezdirdi, her yer, dağ tepe muz bahçeleri ile dolu. Bu adada da birkaç tane sönük yanardağ var, en büyüğü en kuzeyde, onun da tepesin­de bir göl var. Bulunduğumuz kanalın genişliği 100-150 metre dolayında, Young Island isimli ada ise yine bungalovlu bir otel adası. Yeni hedefimiz St. Vincent Adası, Grenadinler’in sonuncusu, 30 Dm kuzeyimizde yer alıyor.

St. Vincent’in batı sahilinde Walt Disney şirketi yeni bir korsan filmi çekecekmiş, onun için de iki tane önemli koya girmek yasak. Koyları baştan sona dekor döşeyip eski za­man limanları haline getirmişler. Ko­caman bir film ekibi, değişik deniz araçları üzerinde çekime hazırlanı­yorlar. Film gereği birkaç tane kaba­sorta armalı tekne kiralanmış, dekor limanlarda bağlı yatı­yorlar, sahil güvenlik botu fazla yakın geçmeye kalkışan­ları açığa kışkışlıyor. Biz uzak­tan da olsa birkaç fotoğraf çe­kebildik, film piyasaya hele bir çıksın gidip göreceğiz yapım-çekim sanatının nasıl uy­gulandığını. Bir tane simsiyah yelkenli ana gemi var, daha doğrusu üstü var da altı yok, kıçı tamamen açık, herhalde oradan geminin güvertesin­deki savaşları çekecekler, bu filmcilerin işine akıl erdirmek gerçekten güç.

Üçüncü günümüzde öğle­den sonra adanın batı sahili boyunca yükselmeye başla­dık. Önce tabii çıkış işlemleri­ni yapmamız gerekti; bu iş için limana gitmek gerekiyor, bu nedenle de her şey biraz daha uzun sürdü. Gün batımına yakındı, 3-4 kayalık doğal bir mendirekle kuzeye karşı korunmuş bir koya 20 metre­ye demirledik. Yüzerken di­bin kumluk olduğu görülüyor­du. Sabah St. Lucia’ya hare­ket edeceğiz, yemeğimizi ye­dik ve yattık.

ST. LUCİA…

St. Vincent’in kuzey ucunu çok açıktan yelkenle geçmek olası. Kıyı seyrinde ise, adanın kuzey burnun­dan dönüp hızlanan sert rüzgâra kar­şı (60 nota kadar esebiliyor), Doyle’un kitabındaki tarife uyarak ada bit­tikten sonra dahi bir 5-6 Dm dalgala­ra karşı motorla yükselmek gereki­yor, ancak ondan sonra rahat yelken çalıştırmak mümkün. Biz 1-1,5 Dm açıktan çıktık, dalgalar yine de hayli kabarıktı ama ağır yolla yürüyünce bi­raz da sabırlı olunca, bir saat içinde ye­niden yelkenlerimize kavuştuk. Önce­leri flok-ana yelken sonraları arada sı­rada cenova-ana yelken düzeninde, Şe­rife yeldümenimiz işinin başında 5-6 notlardan giderek 9-9.5’lara kadar hızlandık. St. Lucia’ya yaklaşırken önümüzde giden bir slup’a yetişip bi­raz da yarıştık; sonradan öğrendik ki, Ron Holland dizaynıymış ve Anna­polis Boat Show’da teşhir edilip satı­lacakmış, boyu 17,5 metre. Yarışı kazandık ama biraz sonra da adanın gölgesinde rüzgâr bitti, rakibimiz bi­raz daha diretti sonra o da pes edip motora döndü ve arada bir koya yöneldi. Biz ARC’ın bitmiş li­manı olan Rodney Bay marinada 2 gün kalmak niyetindeyiz, Cape Verdeler’den beri ilk kez yakıt alacağız, depomuz hâlâ yarıdan fazla dolu.

Rodney Bay Marina bir lagoon içine kurulmuş, dar bir kanaldan gi­riliyor, suyu bulanık, telsizle yer iste­dik, hemen verdiler ve bağlandık. Burası bir ayrı devlet ya, marinada klimalı bir büroda pantalon-gömlek ve apoletli 3 görevli oturuyor. Birisi gümrükçü, diğeri pasaport polisi, üçüncüsü de limancı. Yeni gelen yat­çılar kuyruk oluşturmuşlar, biz sırada 5’inciydik, 15 dakikada her şey bitti, belgelerimizi geri aldık.

YALPA DÜZENEĞİ…

İkinci günümüzde bir gün önce yarıştığımız slup geldi, eski dostmuş gibi selâmlaştık, yanaştılar ve Doreen hemen gidip ilişki kurdu, yat sahibi çiftin ıcığını cıcığını öğrenip geldi.

Dönerken pontondaki bir başka İngi­liz bayraklı tekneyle de temas kur­muş; teknelerin ikisi de Atlantik’i ge­çerek gelmişler ve hiç yalpalamamış­lar, bu nasıl ola ki? Bizimle yarışan çift akşamüstü bir içkiye geldi ve sır­rını da beraber getirdi; bir cins mafsal kullanıyorlar, adı Twistle Rig. İkiz yel­kenlerin bumbaları direğe bağlı kal­mayıp bu mafsal aracılığı ile birbirine bağlanıyormuş. Mafsal bir mandarla yaklaşık 2 metre yükseğe basılıyor, bir alt baskı başa doğru çekerken bir alt baskı da kıça doğru çekiyor. İkiz yelkenler basılınca, bunlardan birisi aldığı rüzgâra göre yükünü direğe ve oradan da tekneye aktararak yalpa­latmak yerine bu mafsalla karşıdaki ikizine aktararak paylaşıyor; son de­rece basit görünümlü bir düzenek. Mafsal 2 metreden yükseğe basılmadığı ve teknenin de yalpaya düşme­siyle bumbaların uçlarının denize dal­ması söz konusu olmadığı için yel­kenlerin ıskota yakalarının yatay ke­silmesi mümkün. Her iki tekne sahi­bi de ne kadar rahat ettiklerini anlata anlata bitiremediler. Bizi ziyaret eden çift ertesi sabah bir CD’de fotoğraf­larla bir de broşür getirdi, aletin bir iki fotoğrafını biz de çektik ve işin do­ğal sonucu olarak Archie masaya oturup güzel bir teknik üretim resmi hazırladı. Archie başlı başına bir konstrüksiyon bürosu gibi çalışıyor. Resmi faksa koyduk ve doğru İstan­bul’a Tuzla’daki değerli ustalarımız Ali ve Cengiz kardeşlere gönderdik. Ayın 31’inde Mesut Baran gelecek, gelirken getirsin istedik, bir angarya­mız olacak elbette. Yeniden ikiz yel­ken kullanacak mıyız belli değil? Ale­timiz elimizde hazır dursun da bir fır­sat çıkarsa kullanırız elbette. Yelken­ci dostlar için Archie’nin çizdiği basit bir krokiyi bu yazımın ekinde bula­caksınız; Cengiz ustada zaten orijinal resim var, mafsal bir patent konusu değilmiş, dolayısıyla kopya etmek olası. Bu teknelerin sahipleriyle Tenerife’de tanışmış olsaydık eğer, At­lantik geçişimizde yalpa saymak yeri­ne başka bir işle uğraşmak imkanına kavuşmuş olacaktık; bir başka baha­ra artık.

MARTINIQUE…

Bir süre için son limanımız Marti­nique Adası’nın güney ucundaki Le Marin Marinası olacak. Haritada ko­yun adı “Cul de Sac du Marin” olarak yazıyor. Cul de Sac bildiğim kadarıy­la Fransızcada çıkmaz sokak anla­mında da kullanılıyor; kelimesi keli­mesine anlamı “torba dibi/çuvalın dibi”, ne var ki, buradaki dip daha ziyade popo (cul) anlamında olmalı, çünkü don karşılı­ğı kullandığımız külot (culotte) keli­mesi de aynı kökten geliyor. Martini­que aynı zamanda Antillerin rüzgârüstü adalar grubunun en kuzeyinde­ki ada. Martinique’den sonra rüzgâraltı (leeward) adaları başlıyor; Grenada’dan buraya kadar hafif kuzey­doğu yönünde yerleşmiş adalar dizisi buradan sonra batıya doğru kıvrılma­ya başlıyor, rüzgâr yönü ve kuvveti ile dalga yönü ve yapısı değişecek ar­tık, bakalım göreceğiz.

Rodney Bay Marina’dan sabah ayrıldık; Le Marin yaklaşık 30 Dm mesafede, yine önceleri flok-ana yel­ken, sonraları cenova-ana yelken dü­zeninde seyrettik ve öğleden sonra marinanın önündeki demir yerine demirledik. Marinanın 580 bağlama yeri varmış, ayrıca da 60 dolayında özel şamandırası. Koyda bağlı yatla­rın adedi toplamda herhalde 1000’e yakın olsa gerek. Yakınımızda demir­de yatan bir İngiliz bayraklı yatın vardasilosunda başaşağı “crew wanted” (mürettebat aranıyor) yazı­lı. Derhal ukalalığı ele alıp “adama bak, vardasilosuna ters bağlamış” dememe kalmadı ki, Doreen ve Archie atılıp, adamın Avustralyalı veya Yeni Ze­landalı mürettebat aradığı­nı anlatmak istediğini söy­lediler. Öyle ya oranın in­sanları dünya üzerinde te­petaklak yaşadıklarına gö­re, demek ki, arayınca böyle aramak gerekirmiş, adetler işte.

Burası artık Fransa sa­yılıyor, para cinsi Euro ve her şey tabii feci pahalı.

Bu Euro tam neye yaradı hâlâ anlayamadım. Bura­da birkaç gün geçirip noksanlarımızı tamamla­yacağız, cenovanın tamir olması gerekiyor, ana yelkenin güngörmez yakası dört yıl önce Kızıldeniz gezi­mizde direkteki bir cıvata­ya takılıp yırtılmıştı da ta­miri iyi olmamıştı, fazla yapraklıyor, onu tamir et­tireceğiz, su makinesinin yedek filtreleri bitti, buy­du, şuydu derken ortaya iri kıyım bir liste çıkıyor.

Tekneyi böyle aylar bo­yunca devamlı kullanınca da bunların olması doğal.

Bir araba kiraladık ve bir bütün gün süresince adanın doğu yarısını tamamen gezdik. Bu arada kuzeyde­ki Mount Pelee isimli yanardağın da dibine kadar gittik. Dağın Martinique tarihinde çok hazin bir olayı var; Mt. Pelee geçen asır başında bir gecenin ortasında birden patlamış (eruption deniyor galiba) ve 30.000 (otuzbin) insanı birkaç dakika içinde yakıp kül etmiş. Felâketten yanıklarla da olsa kurtulan tek kişi ise, akşam saatlerin­de karakoldaki gözaltı odasında bir geceliğine zorla misafir edilen bir sar­hoş. Dağ, patlamadan birkaç gün ön­ce homurdanıp duruyor, toprağı sar­sıyor, neler edeceğini belli ediyormuş da yöneticiler panik olmasın diye halkı evlerini terk etmeye çağırmaya çekinmişler. Basiretsiz yöneticiler her yerde var; yazık değil mi 30.000 ca­na?

BULUŞMA…

Bu arada sevgili kardeşimiz Cü­neyt’ten (Little Aries) e-mail aldık, ne­rede olduğumuzu bilmek istiyordu. Cüneyt SailMail denilen, amatör de­nizciler ve telsizciler tarafından işleti­len bir SSB haberleşme ağından ya­rarlanarak teknesinden e-mail gön­derebiliyor ve kendisine gönderilen­leri de alabiliyor. Bu ağdan yararla­nabilmek için SSB cihazınıza bir mo­dem bağlanması gerekiyor. Bizde modem olmadığı için internet İzafe­lerden yazışıyoruz. Cüneyt Venezuela’daki huzursuzluklardan uzaklaş­mak için bir kaptırışta taa St. Lucia’ya kadar gitmiş. Martinique’de ol­duğumuzu öğrenince ertesi sabah çı­kageldi; geçen yıldan beri bir yerde buluşabileceğimizi umuyorduk ve or­tak arzumuz aynı limanda Türk bay­raklı iki tekne olabilmek ve fotoğraf çekmekti; işte şimdi o da oldu. Ne yazık ki, programlarımız tutmadı ve Little Aries ertesi sabah, fotoğraf çe­kiminden sonra Antigua’ya gitmek üzere yola çıktı. Birlikte sadece bir akşam yemeği yiyebildik, bir de kah­valtı ettik, bermutat gerek yemekte gerekse kahvaltıda Türkiye’nin ama­tör denizciliğini işledik ama ne yazık ki, kurtaramadık, bu gidişle de pek kurtulacağa benzemiyor. Denizciler için eski yöneti­cilerimiz tarafından gidera­yak getirilen son sağlık kontrolü uygulamasını her­halde hepiniz duymuşsu­nuzdur; işin acı tarafı, se­çimle gelenlerin vatandaşa hizmet etmek yerine onun boğazını sıkarak yönetmek arzusunda olmaları; bu da herhalde Osmanlı’nın kul­luk döneminden kalma bir kompleksin devamından kaynaklansa gerek. Önem­li görevlere talip olup bu görevleri üstlenenler, bu iş için bazı değerlere sahip olmaları gerektiği gerçeği­ni bir gün kendiliklerinden görürlerse, paçayı sıyıraca­ğız, yoksa önemli mevkilerdeki bazı kişilerin elinde oyuncak olmaya devam edeceğiz demektir.

Mesut’un gelmesini beklerken hem noksanları­mızı gideriyoruz hem de adanın başşehri Fort De France’la aramızdaki bazı koyları gezip denize giri­yor, dinleniyoruz. Bu da nereden çıktı, dinlenmek niye ki, bu yolda yorulmak var mı? diye sormak elbet­te mümkün. Ama doğru, gerçekten dinlenmek gerekiyor. İs­tanbul’dan buraya kadar olan yakla­şık 6800 millik yolda günlerin yorul­makla geçeceğini öğrenmek için bu seyahati yapmak lazım, anlatmakla olmuyor ne yazık.

MÜRETTEBAT TAMAM…

Geldik ocak ayının son gününe, Baranlar, İstanbul’dan başlayan ve Paris’teki 2 saatlik mola dahil, 15 saati aşan bir yolculuktan sonra ak­şam saat 21:00 sularında marinaya ulaştılar. Mesut’un, sırtındaki Twistle Rig dahil 18 kiloluk bir çanta, kitap­tır, mecmuadır, şudur budur diye ıs­marladıklarımızla ne kadar yoruldu­ğunu gördük. Fazla dinlenmelerine gerek olmadığı, dinlenmek için bir gecelik uykunun yeteceği düşünce­sinden hareketle ertesi sabah erken­den yola çıktık ve 10 gün sürecek St. Lucia, St. Vincent, Bequia, To­bago Cays, Union Island, Bequia, St. Vincent, St. Lucia, Martinique; toplam 300 Dm tutacak olan yolculu­ğumuza başladık.

İstanbul’dan gelen ikiz yelken mafsalı (twistle rig)

Koydan çıktıktan hemen son­ra arkamıza baktığımızda batıdan üstü tekne dolu özel geminin koya girmek üzere yaklaştığını gördük. Avrupa’dan yüklediği yatları, -bu yatların sahipleri Atlantik’i tekneyle geçmek istemiyorlar, uçakla geliyor­lar-, birkaç saat içinde boşaltıp dö­necekmiş. Belki de Cebel-i Tarık’tan çı­karken gördüğümüz gemiydi ve kimbilir kaçıncı seferini yapıyordu? Se­zon değişince, Nisan ayından başla­yarak da Miami ve Martinique’den Akdeniz’e yat taşımaya başlayacak­mış; bu gemiler galiba birkaç adet ol­muşlar bile. Denizcilik dergilerinden birisinde yazıyordu; Sunsail charter şirketi geçen sezon 30’dan fazla tek­nesini bu yoldan Akdeniz-Karayip arasında iki yönde taşıtmış; deniz ti­caretinde yeni bir dal gelişiyor olsa gerek. KAYRA 2001’e katılan Amerikan bayraklı bir teknenin sahi­bi, iki ay önce aynı yoldan Karayip’e döndüğünü bir e-mail sirküleri ile bü­tün KAYRA katılanlarına anlatıyor. Gemi önce bir yüzer havuz gibi dalı­yor, yat içeri giriyor, dalgıçlar önce­den hazırlanmış beşik benzeri bir kı­zağı altına getiriyorlar, gereken yerle­rini besliyorlar, tekne sabitleniyor, gemi yükseldikten sonra da kızak gemiye kaynatılıyor. Karı-koca seyir sü­resince teknede yatmış, gemi müret­tebatı ile birlikte salonda yemek ye­mişler, tek çiziksiz Karayip’te tekrar denize kavuşmuşlar. Martinique’den kuzeye çıkarken kendileriyle buluşa­bilirsek, daha fazla bilgi toplayacağız; bir başka sefer için cazip bir Atlantik geçişi olabilir.

Yola çıktıktan hemen sonra saldı­ğımız oltamıza ilk yarım saat içinde “yellow jack” dedikleri, sarı kanatlı palamut ya da torik gibi bir balık ta­kıldı, “yellow fin tuna” değil ama bu; Doreen filetosunu hemen limon su­yuna yatırıp etini beyazlattı, akşama da bir güzel yedik. Bequia’ya yaklaşı­yorduk, ana yelken camadanlı, cenova camadanlı, 15 derece eğimle 8,5 not yaparken ben de kamarada kestirir­ken, birden yanımızda bir lastik bot bitivermiş; üzerinde genç bir adam ayakta, teknenin tabanına güvenlik halatı ile göğsündeki halkadan bağlı, omuzunda bir fotoğraf makinesi, ob­jektifi naylona yerleştirilmiş, ağzında bir düdük, ayaktayken rahat kullana­bilsin diye takma motorun sapı uza­tılmış; düdüğü çalınca herkes dönüp ona bakıyor, o da fotoğraf çekiyor. Sabah demirde yatarken geldi, elin­de Mat‘ın çerçeveli bir fotoğrafı ile başka açılardan çekilmişlerin küçük örnekleri ve bir fiyat listesi; negatif­leri de satıyor, hepsini almam ge­rekti, teknenin böyle fotoğrafları bir daha ne zaman elime geçer ki?

Bequia’dan ayrıldıktan sonray­dı, Tobago Cay’lere girişte, kana­lın ağzında demirli yatların ve sığ­lıkların arasından dikkatle geçer­ken kıyıdan gelen çok kuvvetli bir ıslık sesine doğru başlarımızı dön­dürdüğümüzde, bir sandaldaki adamın elinde Türk bayrağı tuttu­ğunu gördük. Önceki gelişimizde hediye ettiğimiz bayrak, şimdi bi­zi selamlıyordu; demirde yatan tek­nelere karşı fiyakamız bir başka türlü oldu.

Hediye ettiğimiz bayrakla selamlama…

Gördüğümüz yerleri bir kez daha görmek, bizleri mutlu ettiği gibi özel­likle Doreen ve Archie’de, Akde­niz’de 10 yıl kaldıktan sonra oluşma­ya başlayan, İskoçya’ya, evlerine dönmek arzusunu, önümüzdeki son­baharda Türkiye’den yola çıkarak kendi tekneleri ile Atlantik’i batıya doğru aşıp, kış mevsimini Karayip Denizi’nde geçirdikten sonra bu kez Kuzey Atlantik’i doğu yönünde aşa­rak yapacakları bir seyahatle gerçek­leştirmek için gereken düşünce tohumlarını yeşertmeye başlattı. İnsan yeter ki, gitmek istesin, yol çoook.

***

MAT YATI İLE YENİ UFUKLAR    

Mesut BARAN 

Bilmem bize mi öyle geldi, bilemi­yorum ama okuduğunuz başlığın gördüğümüz yerleri kısaca tanımladı­ğına inanıyorum.

Sevgili ağabeyimiz Teoman ARSAY’ın aylardır ilgi ile okuduğunuz Mat Yatının Atlantik Seferi’nin bu son ayağına ben eşim Ülkü ve oğ­lum Erdim ile birlikte katıldık, 11 gün bir rüya aleminde dolaştık ve İstan­bul’a geri döndük.

Teoman ARSAY ağabeyimizle uzun yolculuk başlamadan önce İs­tanbul’dan planlanan bu gezide, ger­çekten belki de bir daha göremeye­ceğimiz yerleri, programlı günü gü­nüne gördük.

UZUN YOLCULUK…

Uzun yolculuk 31 Ocak Cuma günü sabahı İstanbul’dan başladı. İstanbul’dan Paris Orly Havaala­nı’na indikten sonra terminal de­ğiştirip Martinique Adası’nın Fort de France Havaalanı’na gidecek uçağa binmek için giriş işlemleri arasında pasaport kontrolü ya­pılmasını hayretle izledik. An­cak, kontrolün Fransız vatandaş­ları için de yapıldığını, onların da pasaportla adaya giriş yaptıkları­nı anladık.

İkinci hayret uyandıran nokta dev Boeing 747 Jumbo uçağının tam tamına yanlış okumadınız 510 yolcu ile tıklım tıklım dolu olması idi. 8,5 saatlik bir yolcu­luktan sonra 20 dakika pasaport polisine takılmamız biraz sıkıntı yarattı. Vize işlemlerinin hepsi tamamdı ama “Hangi otelde kalacaksınız?” sorusuna “Bir Türk teknesine gidiyoruz” ya­nıtı kafalarını karıştırmıştı. İki polis bir yerlere sordular, telefon ettiler ve sonunda ikna olup giriş mührü­nü bastılar. Martinique Fransa’ya bağlı bir ada olduğu için cep tele­fonları çalışıyordu. Diğer adalarda böyle bir olanak yok. Yaklaşık 40 dakika süren taksi yolculuğundan sonra Mat‘ın bağlı olduğu Le Ma­rin’e ulaştık.

YOLCULUK BAŞLIYOR…

Sabah erken yapılan kahvaltı sonrası limandan markalanmış mercan kayalıklarından gü­neye yolculuk başladı. İlk gün St. Lucia’nın Piton adı verilen koyunda geçirildi. O günkü izlenimlerimiz şöyle oldu. Bu yörede 24 saat rüz­gâr esiyor. Bulunduğumuz yerlere göre rüzgâr 20 milden başlıyor, ba­zı burunlarda 60 mile çıkıyor. Ben Ege’de bir kez 55 mil görmüştüm. Ama göstergenin 60 milin üzerine oturması gerçekten değişik bir duy­gu. Sonra ikinci ve önemli nokta devamlı rüzgâr esmesinden dolayı bir sinek böcek gibi haşereye rastla­madık. Üçüncü önemli nokta yağ­murun ne zaman ve ne kadar süre yağacağı belli değil. Tipik tropikal iklim özelliklerine uygun koşullar. Mat yatının güvertesi 11 gün süre ile hiç tuzlu kalmadı. Dördüncü dik­kat çeken konu, adaların kıyıdan başlayarak en tepesine kadar yeşil olmayan yeri yok. Her yer muz, hindistan cevizi, palmiye ağaçları ile kaplı. Doğal koyların bulunduğu yerde kıyılar Sedir Adası’nın Kleopatra Plajı’ndaki gibi ince açık renk kum. Ortalama günlük sıcaklık 30 derecenin altına inmiyor. Suyun sı­caklığı da 25 derece dolayında. Bil­diğiniz gibi Ege koylarında genelde baştan demir, kıçtan çam ağacına bağlanır. Burada ise muz veya hindistan cevizi ağacına bağlıyorsunuz. Adalar arasında geçişlerde dalga bi­raz büyümekte ama çok rahatsız edici değil. Rüzgâr her zaman esti­ğinden yelken seyri çok keyifli olu­yor. Hele Mat gibi 40 tonu aşan teknede rüzgâr oturdu­ğunda sürat göstergesinde 9.5 mili görmek pek keyif verici oluyor. Demirlediğiniz küçük koylarda bile tekne sayısı 50’yi aşıyor ama hiçbir gürültü duymuyorsunuz. Herkes birbirine saygılı…

Rüzgâr burada 60 not…

DİĞER ADALAR…

Yolculuğumuzun ikinci günü en uzun seyrimizi gerçekleştirdik ve 51 mil yol kat edip üstelik bir büyük ada olan St. Vincent’e uğramayıp Bequia Adası’nın nefis ince kumlu koyuna demir attık. Bundan sonraki rotamız 21 mil mesafede­ki, sanıyorum çoğu mayo çekimle­rinin yapıldığı Tobago Cays oldu. Turkuaz rengi suyu, incecik ku­mu ile burada günlerce kalsanız sıkılmazsınız. Zaten gün çabucak bitiyor. Bir sonraki gün rota­mız çok kısa olan 3 mil mesafedeki Union Island oldu. Tobago Cays’de stokları tükenen yatlar bu adaya gelip eksiklerini üç dört marketin bulunduğu yerden tamamlıyorlar. Bu marketlerde tüm yiyecek­ler ithal. Bir markette tü­ketim tarihi dolmak üzere Ülker bisküvisi bile vardı.

Buradan puslar içinde gö­rülen Grenada Adası’na git­miş olsaydık, ilerisi Venezuela kıyıları olacaktı. Dö­nüş yolculuğunda bizim de çok beğendiğimiz Bequia’da bir ge­ce demirde kaldık. Internet cafe’ den Türkiye’yi telefonla arayıp bilgi aldık. Sonraki gün St. Vincent Adası’na geçip Cumberland Bay’de baştan demir atıp kıçtan karaya bağlandık. Bir sonraki gün 42 mil mesafedeki St. Lucia Adası’nın Marigot Bay’de demirledik. Bu küçük koyda doğa bir harikaydı.

Akşam adanın marinası olan kı­yısında güzel yalıların, önünde yat­ların bağlandığı Rodney Bay’e gir­dik. Botla liman içinde yaptığımız gezide tek katlı nefis evleri biraz ol­sun kıskanarak seyrettik. Bazı evle­rin bahçelerinde kıyıya yakın yer­lerde ayrıca bar konmuş, ev sahipleri misafirleri ile içkilerini yudumluyorlardı. St. Lucia’dan Martinique yalnızca 21 deniz mili. Güzel rüz­gârlı bir havada bu yolu iki buçuk saatte tamamlayıp Grand Anse D’arlet Koyu’nda yine 4-5 metre pı­rıl pırıl suya demir attık.

Martinique Adası’nda Fransız­ca, diğer Karayip adalarında ise yer­li halkın tamamı İngilizce konuşu­yor. Bize nereden geldiğimizi sor­duklarında, “Türkiye’den” deyince, Türki­ye’yi “Dünya Futbol Şampiyonası” ndaki 3’üncülüğümüzden tanıdıklarını söylediler ki, bu yaklaşımdan çok gurur duyduk.

ADA TURU…

Bundan sonraki gün Le Marin’e dönünce bizim rüya da bitti. Uçağı­mız bir gün sonra olduğu için araba kiralayıp Martinique Adası turu yap­ma fırsatı oldu.

İlk gün adanın kuzeyine yaptığı­mız gezi sırasında adanın başşehri olan Fort de France’daki tur sonrası tropik yağmur ormanlarının ara­sında adanın kuzeyine gi­dip döndük. Bir sonraki gün uçağımız akşam oldu­ğundan bu kez adanın do­ğu kıyısındaki Atlantik sa­hillerini gezdik. Le Vauclin tam bir sörf cenneti. Kıyı ile reef’ler arasında atılan şamandıralar arasında yüzlerce sörf gidip geli­yordu.

Reef’e yakın bir yerde tıpkı bizim Hisarönü’nde olduğu gibi Kızkumu’nun çok daha uzununda önce ayak bileğin­den başlayarak yürüyorsunuz yüz­lerce metre sonra su belinizi biraz aşıyor. Çok keyifli bir yer.

YAZ YAZ BİTMEZ…

Burada hareketli sezon Eylül ayından başlayıp Mayıs ortalarına kadar sürdüğünden gezilecek, gö­rülecek ve yazılacak daha çok şey var. Buralara ulaşmak pek o ka­dar da zor değil. Bizim Ege koyla­rında gördüğümüz Sun Sail firma­sının her boyda teknesinin birka­çını bu koylarda görüyorsunuz. Ayrıca Moorings Yacht bu yörede çok iyi örgütlenmiş. Bir haftalık ya da iki haftalık tekne kiralamak olanağı çok geniş bir yelpazede mümkün. İsterseniz mürettebatlı çeşitli boy tekne de size hizmet vermekte.

Siz yalnız isteyin. Gerisi kolay diyorum…

***

Baranlarla gezimiz Tobago Cay’lerden Union Island’a ora­dan yine Bequia’da bir gece kalarak St. Vincent’e devam etli. St. Vincent Adası’nda bu kez başka bir koyu dene­mek istedikse de iki lokantanın müş­teri kapma yarışının içinde kalmamı­zın yarattığı rahatsızlıkla, demirleyip ne de güzel bağlanmışken, pilimizi pırtımızı toplayıp daha önce kaldığı­mız ve doğal kayaların mendirek gibi sardığı köyün önüne gidip demirle­dik. Oysa demir atıp kıçtan hindistan cevizi ağaçlarına bağlandığımız koy ne kadar da Göcek koylarını anımsa­tıyordu, kısmet değilmiş. Lokantalar­dan birisinin sandal çıkartıp koya gir­mekte olan teknelere dağıttığı yemek listesini rakibin adamları toplayınca, listesiz kalan lokanta sahibinin konta­ğı attı. Ne bilelim yani, ırkçılık yapmı­yoruz ama, siyah ırktan insanları bir­birinden ayırmakta zorlanıyoruz ya, rengarenk giyimler, hotozlu kafalar, insan kimi aklında tutacağını şaşırı­yor.

Ayın 9’unda St. Lucia’da da yine bir gece kaldıktan sonra Martinique’e döndük. Baranların adayı gezmeleri, Archie ve Doreen’e 3 haftadan biraz fazla süreyle emanet edeceğimiz Mat‘ın temizlenerek liman düzenine alınması vs. ile geçen günlerimizden sonra 12’si akşamı Mesutlar saat 20:45’te, Efendi Kaptan Ahmet’le ben de 22.45’te kalkan Air France uçakları ile İstanbul’a yola çıktık. Bu yolculuk indisi, bindisi, beklemesi, aktarması ile 17-20 saat dolayında sürüyor. Hafta başındaki uçaklarda (hepsi de Boeing 747 Jumbo Jet) bi­raz nefes almak mümkün de hafta sonuna doğru sanıyorum 500 dolayın­da kişiyle yapılan yolculuk insanı yo­ruyor.

ESKİ DOSTLAR…

Ne var ki, Paris’te 7 saat süreyle kalmamız EMYR rallilerinden birisin­de tanıştığımız Makoko yatı sahibi Jean Claude ve eşi ile buluşmamıza zemin hazırladı. Orly Havaalanı’nda buluştuk, biraz Paris’i gezdirerek evle­rine bir içkiye, oradan yemeğe, ora­dan da bir taksi durağına götürdüler, biz de oradan De Gaulle Havaalanı’na yolumuzu bulduk. Makoko yatı halen dünya turu yapmakta olup, sahibi çift her kış sezonunda bir miktar yol alıp tekneyi bir marinaya bırakıyor ve Fransız Rivierası’nda bir yerdeki ev­lerine, yaz sezonunu Akdeniz’de geçirmek üzere, dönüyorlar. Şimdilerde Pasifik Okyanu­su’nda Fiji yolunda olmaları ge­rekiyor, emekliliğin böylesinin her denizsevere nasip olmasını temenni ederim.

Vardık ki, İstanbul karlar altında; biz ise birer blucin, gömlek ve bir de ince montla zemheri zürafası gibi ortalıktayız, neyse ki, evlerimiz yakın.

Haftalar çabucak geçti ve bu kez Ataköy Marina sakinlerinden Dream Nauti Boy ile Harmony In Blue yatla­rının reisleri sevgili genç arkadaşla­rım Murat Emiralioğlu ve Faruk Kutay ile birlikte aynı yolu güle oynaya, saatlerin nasıl geçtiğinin farkına bile varmadan gidiverdik. Limana ulaştı­ğımızda yat taşıyan geminin yine ko­yun ortasında demirde yattığını ve yüklenmiş olduğunu gördük, sabah erkenden hareket etti.

Bu arada Doreen’in bacağındaki bir varisin tedavisi gerekince Martinique’ten ayrılmamızı iki hafta geriye at­mak zorunda kalmamızı olumlu de­ğerlendirdik ve hem adayı daha et­raflıca gezmemiz hem de yüzüp eğle­nerek dinlenmemiz mümkün oldu. Ne kadar çok güldük, anlamlı anlam­sız her şeye! Marinanın palamar bo­tunun adı “Master Baiter”. Almanlar örneğin patalyaya; Kızıldeniz’in sula­rını gösterdiği mucize ile açtırarak in­sanlarını bir kıyıdan diğerine yürüye­rek geçiren Musa Peygamberden esinlenerek Moses derler; patalya kı­yı ile tekne arasında bağlantı sağlı­yor, gidip gelebiliyor ya, o anlamda yani. Master Baiter’ın adını da Martinikliler herhalde gençliğin ilk heye­canlı denemelerinden esinlenerek uydurmuş olsalar gerek; çünkü isim süratli okununca bir gidiş geliş hare­ketini çağrıştırıyor sanki; çevremizdeki yatçıların genel kanısı böyle, bol bol da gülüyorlar. Şimdi ya­ni biz Türkçemizde ne diyeceğiz bu bota?

ADA GEZİSİ…

Adanın asıl kenti Fort De France’ın bulunduğu körfezin güney yakasında Anse Mitan açık koyunda yüzmek için demirlediğimizde baktık ki yat taşıyan gemi yine geliyor. Bunlardan herhalde birkaç tane var ki, ikide bir rastlıyo­ruz. Nitekim Faruk ve Murat’ın yola çıkacakları gündü, marinaya dönerken gördük ki, gemi (borda numarası 12) bizim koya demirlemiş ve hazırlanmaya başlamış. Kıçın­daki kapak açık, içeride bir yelkenli yat, içeriye iskele ta­rafta alınmış bile. İki gün içinde havuzunu yelkenli ve mo­torlu yatlarla doldurdu; aralarında bir tane 25 metrenin üstünde yelkenli bir tane de 4-5 katlı motoryat vardı. An­laşılan o ki, bu gemi ya da gemiler sezon süresince 10-15 günde bir gelip gidiyorlar, kıyak bir iş bulmuşlar. Marina ofisinden bir broşür aldık, bir de navlun sorduk; broşür çok güzel de navlun bir acayip, ancak gemi dolabildiğine göre demek ki, işin bir ekonomik cazibesi var, bu insan­ların tümü de miras yemiyorlar ya!

Yat taşıyan gemi

Martinique son derece medeni ve zengin bir ada, ge­çimini turizmden ve Fransız devletinin gönderdiği paralar­dan sağlıyor olsa gerek. Yollar pırıl pırıl, trafik son dere­ce düzenli, gürültü patırtı yok. Huzur dolu bir yer, ama hayli de pahalı, çünkü her şey dışarıdan geliyor. Müstemlekecilik bizim hiçbir zaman yapmadığımız, yapamadığı­mız bir şey. Lügat, kelimenin müsta’mer yani “muhacir yerleştirerek mamur, şen bayındır bir hale getirilen yer” anlamını taşıdığını, Fransızca’sının da Colonie olduğunu söylüyor. Ne var ki, müstemleke yerine kullandığımız sö­mürgede sanki biz sömürmedik ama başkaları sömürdüler demek istercesine bir kıskançlık da sezmek olası. Oysa sö­mürgeci olarak nitelediğimiz ülkeler, ele geçirdikleri, kul­landıkları ama yaşattıkları bu gibi yerlere, oraları sömür­müş olsalar da koloni (yerleşim) demişler. Martinique işte böyle bir kolonilik döneminden geliyor ve bugün Fransız parlamentosunda temsil ediliyor. Fransa’nın Güney Ame­rika kıtasında, Atlantik, Pasifik ve Hint Okyanuslarında eski kolonileri var, ama artık hepsi bir bütünün parçaları; büyük zengin, güçlü ve denizci olmak için çok çalış­mış, çok riske girmiş olmak kaçınıl­maz olsa gerek ve bu nedenle de bu ülkelerde kimse “ülkemizin 3 tara­fı denizlerle çevrili, onun için denizci olmalıyız” diye bir palavra sıkmıyor. Yapacaklarını zamanında yapmışlar, harcamışlar, harcanmış­lar, sahip olmuşlar, ödün de verme­mişler.

Paris’ten bu adaya ve bu adadan Paris’e her gün sadece Air France şirketi iki tane 747 kaldırıyor, charter uçakları işin cabası. Aynı şekilde bü­tün diğer eski kolonilere de her gün uçak var. Üyesi olmaya çalıştığımız AB’nin üyesi Fransa’nın eski koloni­sinde durumlar böyle. Kimi zaman AB’ye üye olmamızı istemediklerine gerçekten inanasım geliyor ve yeti­şen gençliğin yaşayamayacaklarını düşündükçe de iyice karamsarlığa ka­pılıyorum.

İSTANBUL’DAKİ TOPLANTILAR…

İstanbul’da süratle geçen Şu­bat ayının üç haftası içinde ADF ve DSTI olarak geçirdiğimiz şoku toplantılara katılanlar bilir, bu top­lantılarda;

-Bir tarafta Karantina Müdürlüğü amatör denizciye amatör yat ve tekneleri kendince tarife kalkışıyor (onun görevi bu değil ki,) bu teknelerde ”gemi adamı” çalıştırılmasını yasaklamak isterken (Anayasa’mızın tanıdığı çalışma hakkına değiniyor), aynı zamanda Patente uygulamasında­ ki karşıtlığı “kabotaj hakkı başka, kabotaj seferi başka şeydir” diyerek kelime oyunları ile haklı ve doğru göstermeye çalışırken;

-Diğer tarafta Müsteşarlık adına konuşanlar çok ağırbaşlı sözler kullanıldığı inancı içinde bilgece bir ifadeyle “merak etmeyin, her şey olacak ama hiçbir şey ku­ralsız olmayacak” (kuralsızlık isteyen mi var ki?) veya içinde boğulup kal­dıkları mevzuat karmaşasına rağmen hâlâ “devlet her şeyin iyisini ve doğru­sunu yapar” demekle, amatör ruhun ve denizciliğin ne olabileceğini anla­madıklarını ortaya koydular. Başka ne beklemeli ki; onların denizcilik gibi bir hobileri yok. Hal böyle olunca da görevin yerine getirilmesinde en kolay yol, insan yaşamını dört köşe kalıpların içine sığdırmaya çalışmak­tan geçiyor.

Konu, Boat Show kapanırken yapılan ve Gani Müjde’nin yönettiği panelde de işlendi ve neyse ki, katılanlar arasında bulunan ve görevine yeni atanmış Hudut ve Sahiller Sağ­lık Genel Müdürün’ün iyi niyetli bir yaklaşımla çözüm getirmeye çalışa­cağı yönündeki beyanı yüreklere bi­raz su serpti; bakalım, göreceğiz.

Bir başka ümit kapısının daha açılmakta olduğunu, ADF ve DSTİ’nin ortak gayretleri ile amatör denizcilikle ilgili konuların Denizcilik Müsteşarlığı’nda mart ayında yapılacak bir ortak toplantıda işleneceğini Mat’a kadar ulaşan son haberlerden öğreniyoruz. Umarım artık ne olup ne olmadığımız anlaşılır.

Amatörlüğün ufukları hakkında bilgi gerekiyorsa en kışa yoldan ba­kalım; America’s Cup’ı İsviçre kazan­dı. Denizi olmayan ama amatörlüğün toplumsal yararlarının çok iyi bilindi­ği bir ülke. Whitbread yarışını da bir kez kazanmışlardı.

Diğer taraftan denizci ülke olmak için illa kocaman bir ticaret filosuna sahip olmak da gerekmiyor ki, nite­kim, ABD Denizcilik İdaresi’nin gö­revi “ABD karasularında ülke içi mal­ları, dış sularda da ülkenin ihraç ve ithal ettiği malların bir kısmını taşıya­bilecek ve savaş halinde yardımcı bir askeri güç oluşturacak bir ticaret filo­sunun yaşatılmasına çalışmak” olarak gösterilmiş. Aynen aktarıyorum: Maritime Administration (MARAD) promotes the development and maintenance of an adequate, well balanced, United States merchant marine, sufficient to carry the Nation’s domestic waterborne commerce and a substantial portion of its waterborne foreign commerce, and capable of serving as a naval and military auxiliary in time of war or nati­onal emergency.”

Ve unutmayalım;

-17 Ağustos 1999 depreminde Gölcük’e gönderilen yardım malze­mesinin hayli büyük bir bölümünü Ataköy Marina’dan yelkenli ve mo­toryatlar taşıdı.

-İkinci Dünya Savaşı’nın Dunkirk çıkarmasında İngiliz yatları ve yatçıları askerin yanında görev aldı­lar. Oralarda yatçı dediğimiz amatör vatandaşlar için ne patente var ne 2 yılda bir sağlık kontrolü ne de başka yasaklar. Sadece özgürlükler var, gü­venlik önlemleri de mantığa dayalı.

-Yine ABD’de bir süredir o sevilmeyen (!) motoryatlar sahiplerince gönüllü olarak 50.000 dolar kıyme­tinde deniz suyu analiz aygıtları ile donatılıyorlar ve topladıkları bilgileri bir merkeze aktarıyorlar, amaç: Okyanuslarımızın (!) -ifade aynen böyle; okyanuslar onların demek ki- temiz tutulmasına katkıda bulunmak için bilgi toplamak.

HAZIRLIK…

Güzel günler çabucak geçiyor, yat taşıyan gemiyi de gördükten son­ra gelecekle ilgili iyice zenginleşen hayallerimizi bir kenara ittik ve hava­alanı terminalinde minibüsün bagaj kapağı dibinde Faruk ve Murat’tan ayrılırken gerçek dünyamıza döndük. Onlar 20 saate yakın uçarken biz ön­ce uyuyacağız, sonra da tekneyi ku­zeye doğru başlayacağımız yolculuk için hazırlayacağız. Önümüzde görü­lecek daha 10’dan fazla ada, girişli çı­kışlı 1000 Dm yol var, kalan vakti­miz ise 6 hafta; Nisan so­nunda Atlantik geçişimiz başlayacak.

Haziran ortalarında kendi kıyılarımız da olmayı düşlüyoruz; Mat‘ın “Özel Yat Kayıt Belgesi” ile “Patente”sinin benim de “ADYB”min süreleri dol­muş olarak, bakalım nelerle karşıla­şacağız?

Kuzeydeki adalara çıkarken, belki Cüneyt ve Seda Güleray çiftini tekrar görürüz, oralarda bir yerde olmaları lazım. Kemal Ayata kendileri ile ha­berleşip bana da bilgi verirse iyi olur. Archie ve Doreen’in ABD vizeleri alı­namadı. Bu nedenle Miami ve Flori­da bir başka bahara kaldı.

Karayip Denizi Bahamalar’ın en GD ucunda yer alan eski İngiliz kolo­nisi bugünün bağımlı bölgesi. (De­pendent Territory) “Turks and Cai­cos” (Türkler ve Kayıklar mı acaba?) adalarından terk etmeyi planlıyoruz, Ali ve Nilgün Gündüz dostlarımız dö­nüş yolculuğumuzda Mat’a buradan katılacaklar. Ülke sevgim bu ada­ların denizci ecdadımız tarafından keşfedilip isimlendirilmiş olduğunu söylemek istiyor. Gerçekten geçmiş­te bir gün buralara kayıklarımızla gel­miş olabilir miyiz diye düşünüyorum? Tabii ki, öyle bir şey yok; buradaki Türk kelimesi adalarda yetişen ve Osmanlı’nın “fes”ine benzeyen bir kaktüs cinsinden (kaktüsü gidince gö­receğiz), Caicos da Lucaya lisanında “caya” ve “hico” kelimelerinden oluş­makla “adalar dizisi” anlamını taşıyor; uydurmuyorum, kitap böyle yazıyor. Bu adaların ilk insanları Tainoslar’ken, Kristof Kolomb bunlara Lucayan (Lukayalılar) adını vermiş ve 16’ncı yüzyıl ortalarından başlayarak da bir tanesi kalmamak üzere tama­mı esir ticaretinin ve ithal malı hasta­lıkların kurbanı olmuş; aynen Baha­ma adalarında o zamanlar yaşayan bütün Lukayalılar gibi. Bir rivayete göre Kolomb’un ilk ayak bastığı ada “Grand Turk” (Büyük Türk) adasıymış, yani bilindiği üzere şimdiki adı “San Salvador” olan Watling Adası değilmiş. Rivayet mivayet, olsun, ne yazar ki, adımız var ya bu­ralarda, şanımız yürüsün. Daha fazla­sını merak edenlerin “Caribbean Is­lands” kitabını “www.footprints.com” okumaları önerilir, biz ise şu fese benzeyen adaları gidip yerinde göre­ceğiz.

MARTİNİQUE’DEN AYRILIŞ

Turks & Caicos ‘lara gidinceye ka­dar daha önümüzde ilk adımda Do­minica, Iles des Saintes ve Guadeloupe var, sonra daha başkaları geliyor. Dominica eski bir İngiliz kolonisi bu­gün ise British Commonwealth’in tam bağımsız bir üyesi; hep karıştırıyordum ama şimdi öğrendim artık, Dominik Cumhuriyeti ile Dominica’nın bir ilgisi yok.

Bugün Mart’ın 15’i Cumartesi; sabah saat 10:00’da iki aydan üç gün az kaldığımız Karayip Denizi’nin belki de en güzel adası olan Martinique’in Le Marin kasabasındaki marinadan Master Baiter’in şamandıramızı çöz­mesi ile yola çıktık. Çıkış işlemlerimiz bir belgenin doldurulup imzalanma­sından başka bir şey değildi. Görevli pasaportlarımıza dahi bakmadı. Ak­şam adanın kuzey ucunda Mount Pelee yanardağının hemen dibinde 1905 yılındaki korkunç felaketten sonra yeniden kurulmuş olan St. Pi­erre kasabasının önünde demirleye­ceğiz. Yarın sabah da oradan Domi­nica Adası’na hareket edeceğiz. Li­mandan ayrılırken hemen önümüzde “Dock Express 12” isimli yat taşıyan gemi de adadan uzaklaşıyor, önce güneye, St. Lucia’ya doğru yol verdi sonra doğuya döndü. Meraklanıp tel­sizle aradık ve nereye gittiğini sor­duk; Hollandalı olduğu şivesinden anlaşılan kibar kaptanı, Fransa’nın Toulon limanına gittiğini, bir ay sonra tekrar geleceğini, dilersek bizi o za­man karşıya taşıyabileceğini söyledi. Sağol, almayalım, biz bu seferlik ba­şımızın çaresine bakarız, ileride belki misafirin oluruz dedik ve karşılıklı ha­yırlı yolculuklar dileyerek vedalaştık. Martinique nire Toulon nire, kestir­meden de gitse herhalde 5000 Dm’ye yakın yolu var, boşaltacak, yükleyecek ve bir ay sonra yeniden burada olacak, sürate bak, işe bak.

Bugün hava 4 kuvvetinde tam doğu esiyor. Tam arma bastık ve 8,5 not üstünde süratle adanın güney ucuna dönüp kuzeydeki St. Pierre kasabasına yol verdik, 25-30 Dm yo­lumuz var. Fort De France’ın körfezini kuzeye doğru geçince de adanın kuytusunda rüzgâr kaldı. Motorla yo­lumuza devam edip saat 15.00’e yaklaşıyordu demir yerimize ulaştık. Yanardağın patlamasıyla birlikte bir sürü gemi de burada demirdeyken kaçamayıp batmışlar; demirimizi leş­lerden birisine takmayalım diye kor­kuyoruz ama çevrede bir sürü de dal­gıç var, turistleri bu batıklara daldırı­yorlar. Denizin tabanı birden derinle­şiyor, 10 metreye demirledik, 40 metre zincir saldık, şimdi altımızda 30 metre su var, yani bir yamaca de­mirledik, yüzerken dibin kum olduğu renginden anlaşılıyor, su pırıl pırıl.

Çok sakin bir gecenin ardından sabah saat 07:00’de St. Pierre’den kalktık ve adanın kuytusundan çıkın­caya kadar yolumuza motorla devam ettik. Martinique Adası 4 mil kadar gerimizde kalmıştı ki, Atlantik’in gü­zel rüzgârını tam apazdan almaya başladık, dalgalar da yandan, dövün­meden zaman zaman 9,6 nota kadar çıkan süratimizle dört başı mamur keyif içinde seyrediyoruz, Dominica Adası çıplak gözle seçilmeye başladı bile. Birden farkına vardık ki, şaftımız dönmeye devam ediyor, her zaman kendi kendine kanatlarını yoluna çe­viren MaxProp pervanemiz bu kez kazık kesilmiş. Motoru çalıştır­dık, ileri ve geri verdik, kanatlar motor gücü altında dönüyor ancak sürüklenmeye başlayınca dönmüyor. Şaft freni ile durdurmaya çalıştık ama dönme sürati yüksek, balatalar kızışıp kokmaya duman çıkarmaya başladı, durmuyor, vazgeçtik, dönsün. Demir yerine vardığımızda dalıp bakmamız gerekecek, manevrayı etkilemeyecek belli, kanatlardan birisinin dibine misina sarılmış olabileceğini düşünüyoruz.

Martinique- BVI (British Virgin Islands), çizim: Archie Annan

DOMİNİCA…

Dominica son derece sarp, dağlık bir yapıya sahip. Kristof ağabeyimiz adanın bu sarp yapısını tarif etmek için bir kâğıdı eline alıp bumburuşuk eder ve öylesine masanın üzerine bı­rakırmış.

Saat 14:00’e geliyordu, adanın başşehri olan Roseau’nun büyük is­kelesinin hemen yarım mil altında bir şamandıraya bağlandık. Limana yak­laşırken karşıdan bir bot geldi, içinde­ki kendisini tanıttı, adı Panço. Tanıt­masına gerek yoktu, çünkü Doyle ki­tabında zaten tanıtıyor ve “her der­dinize çare bulabilecek birisi­dir” diyor. Panço hayli cins birisi, kafada saçlar sımsıkı örülü, yanların­dan püsküller sarkıyor. Bütün giyim şort ve tişört, bir ayağının parmakla­rından birisi patlak ya da kopuk. Hayli kirli, paslı görünümde ama bol esprili, canayakın; karısı Belçikalıymış, hamileymiş, yakında doğura­cakmış, çocuğuna Fransız pasaportu alabilsin diye doğumunu Martinique Adası’nda yapacakmış vs. vs.

Kitaba göre bu ada Karayip’in en yağmurlu adası, ancak hava pırıl pı­rıl. Bulutlar adanın doğu yamacına yaslanmışlar, batıya, bizim tarafa gel­miyorlar. Büyük iskelede Drawn Princess isimli İngiliz bayraklı bir transatlantik bağlı, yarım mil kuzey­deki ticari limanda da bir başkası bağlıymış. Bugün esnafın yüzü gülüyordur, herhalde 3000’den fazla turist adayı basmıştır. Burada da en lüks dükkân “Columbian Emeralds”, klimalı, elmas, pırlanta, yakut, zümrüt hepsini satıyorlar.

Dominica’da önceleri yatlara hiç önem verilmezken son yıllarda giderek çok kolaylık göstermeye başlamışlar. Zaten pek fazla çeşitli gelir kaynakları da yok, o nedenle de turizm çok önemli. Saat 15:00’den sonraydı botla gümrüğe gittik, kibar bir görevli, şakalaşarak, adanın gezi­lecek yerlerini de anlatırken kaç gün kalacağımızı sordu. 4-5 gün deyince iki tane kâğıt doldurdu, 3 kopya mü­rettebat listesi aldı. Kâğıtlardan birisi kıyısal sefer içinmiş, Sahil Güvenlik botu çevirirse göstereceğiz. Pasa­portlara bakmadı bile, “Buyurun hoş geldiniz, yine gelin” dedi ve Dominica’ya girmiş olduk. Normalde giriş ve çıkış işlemlerini aynı anda ya­parlarmış ve yatlar buna rağmen 72 saat kalabilirlermiş. Biz 72 saatten fazla kalacağımız için çıkışta Portsmouth’ta yine gümrüğe uğrayacağız.

Dominica’da sahil…

ADA TURU…

Çok daha uzun süre kalmayı pek arzulayan olacağını sanmak hayal galiba. Ne var ki, adanın iki özel de­ğeri var; birincisi dünyanın ikinci en büyük sıcak su kaynayan krater gölü, en büyüğü Yeni Zelanda’daymış. Di­ğeri ise çok zengin sualtı dünyası ki, scubacıların aradıkları bir cennet kö­şe. Panço krater gölüne çıkmamızı teklif etti, 6 saat yürümek gerekiyor­muş; Doreen’in tedavi gören bacağı dayanmaz, benim de zaten dizim hâ­lâ düzelmedi, çıkamayız, pas geçtik. Onun yerine bu kez Panço’nun baba­sı bizi minibüsle adanın yarım turu­na götürdü. Ama önce Panço’ nun evine gittik, küçük bir odaya bilgisayar koymuş, yatçıların istifadesine açık, e-maillerimize bak­tık. Panço bahçesinde kendi marihu­anasını kendisi yetiştiriyor, bitkiyi gösterirken bir yaprak kopartıp elin­de ovaladı sonra yere attı, iki köpe­ğinden birisi de hemen kapıp yuttu, hayvana hiçbir şey olmadı. Böyle ya­şamlar da var, hava güzel, deniz gü­zel, cep delik, cepken delik, fakat yaşam devam ediyor, hazin mi? Kimine göre belki, ama gerçek.

Adanın yolları düzgün satıhlı fa­kat feci derecede virajlı. Dön baba dön, ormanlar içinde bir yolculuk 6-7 saat sürdü. Öğle yemeğini bir ya­maçta yaşlı bir kadının bam­budan yapılmış beş odası olan apart ote­linde yedik. Yarım saat bekledik havuçlu pilav ve dorado olduğunu söy­ledikleri bir haşlama balık geldi. Archie ile 2’şerden 4 de punch içtik, he­diyesi 50 dolar, yuhh ama!.. Bastona dayanarak yürüyen kadıncağız, üstü­ne üstlük yemek süresince yanımızda oturup İngilizler’e, onların bile çok zor anladıkları bir lisanla, gençliğinde ada için nasıl çabaladığını, kendi kö­yüne yol yaptırmak için kraliçeden önce 64.000 Sterlin yardım sağladı­ğını, sonra da köprü yapımı için bir kez de 6.000 Sterlin daha kopardığı­nı; kraliçenin adanın anası olduğunu, kuzeydeki Portsmouth limanına Britanya yatıyla geldiğinde karşılayan­lar arasında kendisinin de bulunduğu­nu anlattı durdu. Beyni herhalde ar­tık tam çalışmıyor ki, hikâyesini iki kez dinledik, üçüncüsüne başlarken zaten kalkmıştık.

Adanın asıl yerlileri olan Caribler bir özel köyde yaşatılıyorlar, geçer­ken yolda tabela var, üstünde “bu bölge uyuşturucudan arındırıl­mıştır” yazıyor. Adanın bugünkü yerlileri ise vaktiyle Afrika’dan getiri­len esirlerin torunları, kimileri de be­yazlarla karışınca Creole olmuşlar, kim kimin adasında yaşıyor, pek bel­li değil.

Cariblerin yamyam oldukları an­latılıyor. Nitekim Piri Reis’in harita­sında Kristof Kolomb ‘dan aktarma olsa gerek, bu bölge ile ilgili bir de not vardır. Yanlış hatırlamıyorsam hikâye şöyle: Bu denizlerde dolaşır­ken içinde birkaç kişi olan bir kayığa rastlarlar, adamlar kaçmaya başlayınca takip ederler ve gö­rürler ki, kayığın içinde paralanmış bir ceset, meğer kayıktakiler adamı ye­mekle meşgullermiş.

Akşamüstü saat 17:00’ye geliyordu tekneye döndük.

Buralarda güneş ba­tarken son anda te­pesi bazen bir an için yeşil renk alıyor, buna “Green Flush” diyorlar, bir doğa olayı, nedeni de bilinmiyor. Şimdiye kadar iki kere yakalamıştık, bu­gün üçüncüsünü gördük; havanın çok berrak olması ve ufukta hiç bulut bulunmaması lazım. Görebilmek için güneş ufka yaklaşırken devamlı bak­mak gerekiyor elinizde sundowner varsa, green flush’tan sonra mutluluk kabarmasından olmalı, akşamın key­fi de değişik oluyor, heh hee (!). Gü­neşin batış saati hemen hemen hep 18:15 dolayında ve son yarım saat içinde rüzgâr daha serin esiyor, ba­zen insanı ürpertiyor bile. Güneş ba­tarken ışınlarının açısı çok yatık gel­diğinden rüzgâr daha serin hissedilir­miş. Battıktan sonra doğanın denge­si yerine geliyor ve hava tekrar ısını­yor, çünkü bu kez rüzgârın sürati dü­şüyor, heeey koca doğa, kuzum sen bütün bunları neden ve de nasıl yapı­yorsun? Artık çok iyi biliyoruz; en bü­yük kötülükler, insan doğada modeli olmayan işler yapmaya kalkıştığı za­man, oluyor.

KUZEYE DOĞRU…

Bugün 18 Mart, adanın kuzeyindeki limanı Portsmouth’a çıkacağız. Dün sabah bir ara tüple dalıp, perva­neyi kontrol ettim, normal gözükü­yor, bakalım bugünkü seyrimizde ne yapacak. Ne biçim daldım, 6 kg. kurşun fazla geldi, 30 metrede dibi bulmamak için şafta tutunmak gerek­ti. Hava her zamanki gibi tam yelkenlik, 15-20 not esiyor ve saçak altı gideceğiz. Çarşıdan son ihtiyaçlarımızı temin edip öğle olmadan kalka­cağız ki, green flush’a demirdeyken yetişelim.

Çarşıda şaşırtıcı zenginlikte bir süpermarket var. Dolaşırken adayı biraz daha tanıyoruz. Sabun imal edi­yorlar ve sadece turist gezdiren tran­satlantiklere 3 milyon adet satmışlar. Colgate diş macunu fabrikası var. Bi­raz tişört falan da yapıyorlar, ben bir tane aldım “made in China”. Doyle’un kitabında son zamanlarda çip üretmeye başladıklarını da yazıyor ama kimse teyit etmedi. Bir ara ül­keye para gelsin diye isteyene 50.000 dolar karşılığında vatandaşlık satıp pasaport vermeye başlamışlar ve ilk kalemde 300 Rus vatandaşı pasaport almış, o za­man da herhalde ür­küp vazgeçmişler, neme lazım kara para olayları falan her­halde. Ortalıkta ba­yağı lüks spor araba­lar da dolaşıyor, kırtı­pil döküntüler de.

Saat 11:00’e ge­liyordu, şamandırayı koyuverdik, cenova + mizana düze­ninde sancak kontra, kıyı boyunca 5-5,5 notla kuzeye çıkma­ya başladık. Daha bir saat gitmemiştik, rüzgâr önce mayna, sonra burada çok ender rastlanan şekilde kuzeydoğuya dirise etti, yolun kalan kısmını motorla bitirdik. Ports­mouth’ta Indian River adında bir ne­hir var, geziliyormuş. Yarın bir kayık­la gezeceğiz, bizim Bartın Deresi her­halde 1000 kez daha güzeldir. Son­raki gün sabah yola çıkacağız, hede­fimiz Guadeloupe ‘un küçük adaları olan Iles des Saintes (Azizler) 20 Dm mesafede, gözle görülüyorlar. Bu adaların ismini de Kristof Kolomb ağabeyimiz koymuş ve Los Santos demiş, Fransızlar sonra tercüme et­mişler. Kristof Kolomb bölgedeki bü­tün adaları gezip isimlerini bizzat koymuş.

Akşam sahilde bir İsviçreli’nin iş­lettiği lokantada nefis bir yemek ye­dik. Sabah ise bir sandal kiralayıp In­dian River’a girdik. Bartın Deresi ile bir ilgisi yok. Tropikal ormanın için­den, ağaçların arasından kürekle gi­diliyor, motor yasak. Başlangıçta su­ları biraz bulanık, sonra giderek ber­raklaşıyor. İçinde bol balık var. Çevre­de papağanlar ötüyor. Dominica’nın bayrağında papağan resmi var, ada­nın sembolü. Bir dalın tepesinde igu­ana oturuyordu, görmek çok zor, sandalcımız gösterdi. Yaklaşık 2 kilo­metre girince bir bar/restorana geli­niyor, arkasında dolaşmak için de or­mana patikalar açılmış. Geldiğimizde adam barın kepenklerini yeni açıyor­du, transatlantik yolcularının bir kıs­mını da buraya getiriyorlarmış, onun için 100-150 kişilik oturacak banklar var. Bugün Dominica’ya 4 transat­lantik gelecekmiş, ikisi Roseau’ ya, ikisi Portsmouth’a. Çevreyi seyrettik, biraz video, biraz fotoğraf çektik ve boş bulunup sabahın 10:00’unda bi­rer tane dinamit ısmarladık, yani yö­renin rum-punch’ı. İçmez olaydık, adam ne koyduysa içine, 10 dakika geçmedi, şaşı bakmaya başladık, neyse ki, dönüş yolunda biraz açıldık.

KIYIDAKİ TEKNELER…

Portsmouth Körfezi’nin sahili irili ufaklı gemi leşleri ile dolu, evlerin önüne kadar dayanmışlar, kimisi üst üste yatıyor. David hurricane’i 1970’lerde, Hugo 1990’larda ve en sonunda da Lennie 1998’de gemile­ri kıyıya vurmuş. Hurdacılar kimileri­ni söküp götürmüşler ama bir kısmı hâlâ duruyor, 10 adet kadar vardılar. Sahilde bir de yunus havuzu var, iste­yen randevulaşıp, parasını ödedikten sonra yunuslarla yüzebiliyor. Bizler bu işi İsrail’de Eliat’da denizde yapmış olduğumuz için, havuz pek canımızı çekmedi; şımarıklık mı?

SAİNTES ADALARI…

Burada işimiz bitti, daha fazla kal­manın anlamı yok, başka adalar bizleri bekliyor, saat 11:00’di, bastık marşa, aldık demiri, çıktık, adanın kuytusunda rüzgâr yok, motorla gidi­yoruz. Buralarda balina olduğunu herkes söylüyor, belki görürüz diye çevreyi kolluyoruz ama hiç göreme­dik. Saintes Adaları gözle görülüyor. Dominica’dan iyice sıyrılıp iki ada arasındaki boşluğa gelince Atlantik’in güzelim sabit rüzgârını yakaladık, cenova + mizana çıkıyoruz.

Saat 14:00’te büyük adanın li­manına yüzlerce yatın arasına demir­ledik. Görmeyeli belki 15 yıldan faz­la oluyor, bir gemi gezisiyle gelmiştim, her şey ne kadar da değişmiş. Guadeloupe’ tan ha babam feribotlar geliyor, adanın her tarafını evler sar­mış. Napolyon’un kalesi tepede ye­rinde duruyor, küçük havaalanı çalışı­yor, helikopterle geziler yapılıyor, es­ki güzellik ve sadelik kalmamış sanki. İlk geldiğimde 8 tane minibüs vardı ve yol kenarlarında iguanalar dolaşır­dı, acaba öyle mi hâlâ? Ya­rın göreceğiz. Turizmin ni­metleri ile külfetlerini denge­lemek kolay olmasa gerek.

Sabah botla sahile çıktık, minik bir iskele meydanı, hayli kalabalık, yollarda yan yana turistik eşya satan dük­kânlar, lokantalar, her yer pırıl pırıl temiz, gürültü yok.

Minibüs adedi biraz artmış, kiralık skuter yaygın şekilde kullanılıyor. Tek gürültü kay­nağı da onların egzoz sesle­ri. Sahil yolundan yürüyüp biraz açık alana çıkıp ağaçla­rın altından gelen hışırtılara dikkat edince iguanaları gör­mek mümkün; alışmış olmalılar, san­ki durup poz veriyorlar, yarım metre yakınlarına sokulup fotoğraf çekilebiliyor, okşamayı denemedik. Bazı adalarda bunları yiyenler de varmış fakat burada koruma altındalar.

Bir minibüs de biz kiraladık ve ada turuna çıktık. Tepedeki Napolyon kalesi en çok görülecek yer, manzara çok güzel; içinde iki müze var ve bahçesi boy boy iguana kaynı­yor. Şimdiye kadar gezdiğimiz adala­rın hemen hepsinde olduğu gibi bu­rada da bir Marigot Koyu var. Yarın oraya geçeceğiz, ressamın hayalin­den çıkmış resim gibi bir yer. Şimdi­ye kadar adalarda gördüğümüz bu dar ve uzun koyların adları hep Mari­got, bizim çatılar gibi biraz. Marigot galiba dar nehir kolu veya nehir ağzı­na verilen bir isim, yani bir cins az­mak, belki çatı ama sanki bir başka anlamı daha var ama henüz bulama­dım.

Demir yerimiz limana girip çıkan feribotların yoluna çok yakın olması­na rağmen hiç ra­hatsız olmuyoruz. Bu gemilerin kap­tanları uygar ve gerçek denizci, yaklaşırken yarım milden de açıkta yol kesiyorlar, kalkınca da iyice uzaklaşmadıkça yol vermiyorlar, bazen de yatların arasından hiç kimseyi rahatsız etmeden slalom ge­çiyorlar. Ataköy iskelesine yanaşan ve buradan ayrılan bizim İDO’lu kimi belediye kaptanlarının bunları görün­ce öğrenecekleri çok şey olduğuna inanıyorum. Herkes otomobil kulla­nır ama iyi kullanan, aracın içindeki ve de dışındaki insanları hiç rahatsız etmez; deniz otobüsü kullanmak da aynı dikkat, kibarlık ve seyir kuralları­na uygun hareket etmeyi gerektirir, Ataköy Marina’nın sudaki tesisleri ile bağlı yatlarına devamlı zarar veren deniz otobüsleri değil onların bazı kaptanları. Bu kişilerin denizciliği ko­lay kolay öğreneceklerini de sanmı­yorum. Gelişlerinde mendireği geçin­ce gaz kesiyorlar, gidişlerinde ise da­ha mendireği sıyırmadan, hemen is­kele başından tam gaz kalkıyorlar.

Çevremiz Hobby Cat katamaranlar ve Laserlarla dolu, sabahtan ak­şama kadar çevremizde amatör de­nizciler yetişiyor, hem de toplam nü­fusu 2900 olan bu minicik iki adada. Aklıma şimdi geldi, örneğin İsrail’in Aşkelon kentinde bundan 7 yıl önce 2000 lisanslı yelkenci vardı. İmren­mek kıskanmak değildir.

Saintes Adaları Guadeloupe’a bağ­lı, dolayısıyla giriş işlemleri burada yapılmıyor ama sancak gurcataya Q bayrağını basarak günlerce kalınabili­yor, sahile çıkmak da serbest.

Bu adaları Guadeloupe, Domini­ca ve Marie-Galante ile birlikte Kristof Kolomb 1493 yılında yaptığı ikin­ci seyahatinde keşfetmiş. Adaların hayli hareketli bir tarihi var; Kristof Kolomb’un keşfinden hemen sonra, 1494’te Torsedillas Anlaşması ile Pa­pa yeni dünyayı Fransa ve Portekiz arasında paylaştırıyor, Karayip Deni­zi’nde Fransızların yanında başka do­nanmalar, İngiliz ve Hollanda da yer almaya başlıyor. Aynı zamanda Av­rupa’dan gelen kolonistler çevreye ve adalara yerleşmeye başlıyorlar, ilk yönetim Fransızların. Sonra bir ara İngilizler’in kumandasında Karayip korsanları adalara saldırıyorlar, deva­mında deniz savaşlarıyla İngilizler ve Fransızlar arasında karşılıklı bir sık sık el değiştirme dönemi başlıyor. Bir ara 7 yıl savaşını bitiren Paris Anlaş­ması ile 1763’te Fransa Kanada’yı İngilizler’e bırakıyor karşılığında da Karayip Adaları’nı elinde tu­tuyor. Sular yine de durul­muyor ve 1782’de yine de­nizde savaşılıyor, bu seferki en büyüğü. Bu savaşta İngi­lizler 36 gemi ve 2640 top, Fransızlar 31 gemi ve 2558 top kullanıyorlar. Bu savaşta İngilizler’in kullandıkları ge­milerin gövdeleri bakır kaplı hem seyir hem de manevra süratleri yüksek, kullandıkları toplar da çok etkili, tek isa­bet dahi bir gemiyi darmada­ğın edebiliyor. Adalar birkaç kez daha el değiştirdikten sonra 1816’da son kez Fran­sızların eline geçiyor ve o günden bugüne değişen bir şey yok. Bu minik adalar için bu denli çaba, malzeme ve insan yaşamı harcanmış olmasını yorumlamak için ise daha derin tarih bilgisine sahip olmak ge­rekiyor.

BİR HATIRLATMA…

Yelken Dünyası’nın Mart 2003 sayısında, Atlantik hatıralarını dergi­ye yazmamış olmaktan kendini suçlu hissettiğini ifade eden Sayın Tanju Berk’i kısmen de olsa internette oku­muştum. Kanımca Yelken Dünya­sı’nın gelecek sayısında yayınlanma­sında yarar var. Mümkün olsaydı da bizler dönüş yolculuğumuza başlama­dan önce Berk’in yazdıklarını bir kez daha okuyabilseydik. Kesinlikle ya­rarlanacağımız taze bilgilere ulaşır­dık, kitabın çıkışını beklemek uzun sürecek, internet cafelerde e-mail al­mak kolay da surf uzun sürüyor, sıra­da bekleyenler de homurdanmaya başlıyor.

Guadeloupe sonrası Antigua, Barbuda, Nevis, St. Kitts, St. Barths adalarından St. Maarten’e geçiş.

Saintes Adaları’nda limandan ayrı­lıp Marigot Koyu’na demirleyece­ğimiz günün sabahında, ekmek ve salata gibi son ihtiyaçlarımızı almak üzere karaya çıktık. O ana kadar gö­zümüzden kaçmış bir durumu bu kez fark ettik. Ana cadde sayılabilecek, ancak 1,5 otomobilin sığacağı dar yolda bahçe içinde bir ev yıkıntısı ile salma omurgalı 6-7 metre boyunda bir yat gövdesi gördük. Bahçenin parmaklığında bir tabela; üzerinde “lütfen yıkın, parçalayın” yazı­yor, yanında da bir telefon numarası. Anlaşılan adam evini yıktırmak işini, canı cam-çerçeve kırmak isteyenlere terk etmiş. Öğrendiğimize göre de te­lefonla randevulaşıp buluştuktan ve “her türlü sorumluluk kendime aittir” cinsinden bir kâğıt imzaladık­tan sonra bahçeye girip evin yıkılma­sına balyoz ve kazma gibi aletlerle katkıda bulunmak serbestmiş. Evden geriye zaten yarım yamalak bir ko­londan ve duvar parçasından başka bir şey kalmamıştı ama işin garibi tekneye daha kimse henüz bir darbe dahi vurmamıştı!

Türkçesini çatı olarak tanımlaya­bileceğimiz Marigot Koyu’na geçtik ve 4 metre suya demirledik; yüzüp din­lenmek için ideal bir yer, biz de öyle yaptık. Yüzerken bir ara sağ baca­ğımda kasığıma yakın bir nokta acı­yıp yanmaya başladı, ovalamak iste­diğimde de elime sanki uzunca yosun benzeri bir şey değdi, üstünde dur­mayıp yüzmeye devam ederken acı da artmaya devam etti. Bu kez daha sert ovaladım ve o yapışık şey yok ol­du. Sudan çıkınca baktık ki, üç minik delik, çevreleri kızarıp kabarmaya başlamış bile. Sokan hayvanın ne ol­duğunu anlayamadık ama başka bir şeyi ne denli doğru yaptığımızı da bu vesileyle gördük. Teknede; sevgili de­nizci dostumuz Operatör Doç. Dr. Şinasi Numan’ın yola çıkmadan ön­ce düzenlediği hayli zengin bir ilaç ve yardımcı alet depomuz var. İçinden bir ilaç seçip kızaran yerlere sürdük, 5 dakikada her şey geçti, ama sokan meretin ne olduğunu yine de anlaya­madık. Teknede ilk yardım amaçlı bir ilaç dolabı ve kitap bulunması, hele de böyle uzun yollarda, çok gerekli. Gönüllü (zorla değil) izlenecek İlkyardım kurslarında edinilecek bilgi ve beceriler olası tehlikeli durumların aşılmasına kesinlikle yarar sağlaya­caktır; yardımlarına teşekkür ederiz Sayın hocamız. Bir şey daha biliyo­ruz, ne zaman ve nerede olursak ola­lım elimizde bir iletişim aracı olduğu sürece Doç. Dr. Şinasi Numan’ı bu­lup derdimizi anlatmamız ve çare arayıp bulmamız olasılığı yüksek.

GUADELOUPE…

Sabah (22 Mart) erkenden demir alıp kuzeyimizdeki Guadeloupe Ada­sı’na yol verdik. Guadeloupe Karayip’teki Fransız adalarının yönetim merkezi, yani baş ada; Martinique’ten hayli büyük olmasına rağ­men nüfusu daha az. Adanın başşeh­ri Pointe-a-Pitre; limana mercan ka­yaları arasındaki şamandıralı bir ka­naldan girildikten sonra hemen san­cakta 1000 yatlık bir marinası var; misafir pontonuna bağlandık.

Guadeloupe, en tepeden bakınca, görünümü bir kelebeği andırıyor. Sol, yani batı kanadı daha dağlık, do­ğu kanadı daha düzlük. Batıda dün­yanın sayılı yüksek şelalelerinden bi­risi var, üç kademede dağın tepesin­den aşağı iniyor, sadece üçüncü ka­demenin yüksekliği 110 metre. Ayrı­ca halen tepesinde kükürt dumanları tüten yanardağ da bu tarafta. İkinci günümüzde bir taksi tutup hem şela­leye hem de kraterin hemen altında­ki gözlem yerine çıktık. Şelaleye ulaş­mak için orman içinden, inişli çıkışlı fakat çok iyi düzenlenmiş, tahta par­maklıklarla korunmuş merdivenli bir yoldan, yaklaşık 45 dakika yürümek gerekiyor. Başlangıçta insan kendini tıknefes olacakmış sanıyor ama son­ra açılıyor.

Kelebeğin iki kanadının ortasın­dan kuzey-güney yönünde bir kanal geçiyor, derinlik en çok 2,5 metre, bu yol bize kapalı. Ayrıca da sabah 05.00’te açılacak iki köprüyü bekle­mek için daha da erkenden yola çık­mak gerek. Dördüncü gün sabah çı­kış işlemlerimizi tamamlayıp, saat 10.00’a geliyordu, marinadan ayrıl­dık. Önce güneye yönelip adanın ba­tı kanadını güney ucundan batıya doğru döneceğiz, sonra da en kuzey­deki Deshaies (dezzey okunuyormuş) Koyu’nda geceleyeceğiz. 50 Dm’ye yakın yolumuz var; henüz rüzgâr yok, motorla gidiyoruz. Gü­neydeki burnu geçince 15-16 not esen bir rüzgâr yakaladık ve 7-7,5 notla tam arma seyre geçtik. Hava her zamanki azizliğini etti, bir saat sürmedi, adanın kuytusunda rüzgâr önce tamamen kaldı sonra da KB’den, iskele başomuzluktan 5-10 not arasında esmeye başladı. Çare yok yine makineye döndük. Bu ada­ların batısından yelkenle seyretmek için en az 7-8 Dm açığa çıkmak ge­rekiyor. Motorla seyrederken yanı­mıza bir jandarma sürat botu geldi, kibarca nereden gelip nereye gittiği­mizi sorduktan sonra bir de fotoğra­fımızı çekip kayboldu gitti; fişlendik mi acaba?

Des Haies açık bir koy, suyu terte­miz, biraz soluğan alıyor ama 4-5 metreye demirlemek için hayli içeri girince fazla sallamıyor. Martinique’den aldığımız ve hâlâ kullanama­dığımız bütan gazıyla çalışan manga­lımızın bu akşam burada açılış kok­teylini düzenledik. Güneş batışından hemen sonraydı, etlerimizi dizdik ve cızırdaya cızırdaya bir güzel ızgara yaptık ve böyle akşamların sayısını arttırmaya karar verdik.

ANTIGUA…

Bugün 27 Mart Perşembe, Anti­gua Adası’na geçiyoruz. Antigua’daki Yelken Yarış Haftası üzerimizde hiçbir etki bırakmamış, sanki tok karnına yemek yemiş gibi hissediyoruz kendimizi, yemeseydik de olurdu gibi. Arada bunu da yaşa­mak gerekiyor elbette. Belki de sava­şın etkisi altına girmeye başlıyor ola­biliriz. Öyle ya; biz buralarda hem dönüş sezonunu bekler hem de ada­lar arasında gezerken, başka toprak­larda insanlar birbirini boğazlıyor. Düşüncelerimiz çok daha sık Türki­ye’ye kayar oldu. Sabahları BBC, ak­şamları ise özellikle Türkiye’nin Sesi radyolarından son gelişmeleri takip ediyoruz, henüz neyin ne olduğunu anlayamadık. Müdahale edip düzeltemeyeceğimize göre, beklemekten başka çaremiz yok, aklımız orada, gözümüz pruvada, yelkenle, sancak kontra bir de güzel gidiyoruz ki.

Antigua’ya çıkarken iskelemizde Montserrat Adası var. Bu adanın ya­rıdan fazlasına ayak basmak yasak, zaten olanaksız da çünkü sıcak. Montserrat aktif bir yanardağ, 400 yıl durduktan sonra 1995 ile 1997 yıllarında aniden peş peşe köpürüp patlayıvermiş, 19 kişiyi da yakıp kül etmiş. Belli aralıklarla tepesinden gri-kahverengi dumanlar püskürtüyor, gözle görülüyor, bol bol fotoğrafını çektik. Kitabın yazdığına göre Anti­gua’dan buraya günlük geziler düzenleniyormuş, pek canımızın çekeceği bir şey olmadığına karar verdik.

Antigua ufukta büyüyor ama rüz­gâr da kalıyor; yelkenleri sardık, son üç mili motorla gideceğiz. Bu adanın güneyinde iki büyük liman var, birisi tarihi, diğeri ise yeni ve özellikle maksi yatlara hizmet etmek için ya­pılmış. Tarihi olanının adı İngiliz Li­manı (English Harbour), içinde de Amiral Nelson’un donanmasını bağladığı üs var, adı Nelson’s Dockyard. Önce burnumuzu üsse soktuk, tıklım tıklım dolu, demirde yatanların ara­sında da yer kalmamış, kimi yatlar bu sıkışıklıkta baştan ve kıçtan çift de­mirde yatıyorlar; koy ama gerçek bir doğa olayı, kıvrılarak girilen bir fiyord, sonuna yakın iki kola ayrılıyor, tam harikeyn deliği dediklerinden. Yer bulamayınca çıktık; diğer lima­nın (Falmouth Harbour) doluluğu, boyları aramızdaki tepeyi aşan direk­lerin çokluğundan belli, girmeyi de­nemedik dahi ve motorla herkesin çok methettiği, bizim de daha günler­ce önceden tedbirli davranarak yer ayırttığımız, Jolly Harbour Marina’ya yol verdik.

İngiliz Limanı ve Nelson’s Docyard

Bu marina adanın batı yakasında bir lagün (deniz kulağı) içine inşa edil­miş Barbados’ta bağlandığımızdan belki 20-30 kat daha büyük; yapımı hâlâ devam ediyor. Lagünün içine yayılmış kollarda villalar, her villanın önünde kendi iskelesi ve varsa tekne­si. Ahtapot gibi bir yapı; neredeyse iki kilometre boyunda bembeyaz kumu ve pırıl pırıl denizi ile özel plajı; tesi­sin içinde elektrikli golf arabaları (günlük kirası 25 Dolar-US) ile gezili­yor; yürümeyi yeğledik, ayrıca çevre­yi tanımak böyle daha iyi oluyor. Te­nis kortları, yüzme havuzu, 18 delik­li golf sahası, kriket sahası, çarşısı, lo­kantaları var. Akşam yakışıklı caz ça­lıyorlar, bazen de raggae ile ipin ucu­nu kaçırıyorlar. Çekek yeri kocaman, özellikle büyük yatları, harikeynden korunmak için de olmalı, maden ve dümenlerini, otomobil tamirhanele­rindeki kanallar gibi toprağa açılmış uzun deliklere yerleştirerek, çok kısa dayaklarla sabitliyorlar. Yatın güver­tesine çıkmak için uzun bir merdive­ne gerek kalmadığı gibi, fazla rüzgâr­da devrilmek tehlikesi ise, görünüşe göre, sıfıra iniyor. Buralarda hari­keyn bir büyük korku nedeni, bizde ise deprem.

Harikeynden korunmak için tekneleri kanallara yerleştirme

Antigua’nın ünlü yelken yarışları haftası Nisan’ın sonunda. O bir hafta içinde beş ayrı yarış, bilmem ne kadar kategoride yapılacak. Ada yat ve in­sanla dolup dolup taşarmış; çok gü­zel bir broşür hazırlanmış, herkes he­yecanlanıyor. Tunnix yatının sahibi Hans ve eşi Gisela Venezuela’da ya­şadıkları dönemde yıllarca sezon için­de buraya kadar çıkar ve yarışlara ka­tılırlarmış; zevkle anlatırlardı.

KILAVUZ KİTAP!..

Guadeloupe’da tanıdığımız bir Amerikalı son uğrağımız olmasını dü­şündüğümüz Turks and Caicos Ada­ları’nı hiç önermediydi ve mercan ka­yaları arasında hayli tehlikeli geçişten öteye suyun berrak olmadığını ve çevrede pek de görülecek bir şey bu­lunmadığını söylediydi. Biz ise, bu konuşmadan önce, İngiltere’ye inter­netten bir kılavuz kitabı ile elimizde olmayan haritaları ısmarlamıştık; li­mana geldiğimizde teslim aldık. Kıla­vuz kitabını karıştırırken bir de ne gö­relim; adaların adını koyarken bizim Osmanlı fesine benzemesinden esin­lenilen kaktüse, rüzgârın tahribatı ne­deniyle, oralarda artık pek rastlan­maz olmuş, ancak bahçelerde veya saksılarda yetiştiriliyormuş artık. Kaktüsü yerinde göremedikten sonra ne­den gidelim ki dedik ve seyir progra­mımızda bir değişiklik yaptık; dönüş yolculuğumuza BVI-British Virgin Is­land’larından (İngiliz Bakire Adaları = ne biçim bakireyse?) birisi olan Tortola’dan başlayacağız. Durumu Ali ile Nilgün’e telefonla bildirdik, St. Mar­tin’de buluşacağız.

Antigua’daki üçüncü günümüzde bir minibüsle adayı gezerken bir de baktık ki, aradığımız kaktüslerden bu­rada da varmış. Bol bol fotoğraflarını çektik; Mesut Baran yayımlarsa kak­tüsün fesi ne derece andırdığına oku­yanlar karar verir artık.

Fesi andıran kaktüsler…

Bu arada kılavuz kitabında başka bir şey daha bulduk. Hani “yoksa bu adalara bizlerden birileri daha önce­leri gelmiş miydi?” diye düşünüyor­dum da, bizim pehlivan tefrikasının geçen sayısında da yazmıştım ya! Şu şans dediğimiz garip olguya bakınız, kılavuz kitabının yazarı kaba taslak ne diyor; Bu adalara daha önceleri “Salt Islands” denirmiş. Sonraları adalarda çokça bulunan ve Türkler’in taşıdığı fes görünümlü kak­tüslerden (Melocactus intortus) esinlenerek “Turks Islands” adı ve­rilmiş. Bu adı veren kişi 1687 yılın­da buralara gelen Sir William Phipps isimli bir İngiliz. Phipps’in adalara geliş nedeni ise batık bir İs­panyol kalyonundan 26 toncuk al­tın ve gümüşü çıkarmakmış, anla­şılan başarılı da olmuş; ortalıkta kaktüsleri görünce de ismi yerleş­tirmiş.

(Şimdi bu bölümün biraz daha dikkatle okunmasında yarar var).

Ancaak bir başka iddiaya göre de adaların ismi bir zamanlar buralara sığınan, aralarında 72 Türk kökenlilerin de bulundu­ğu korsanlara kadar gidebili­yormuş. Ve nitekim 16’ncı ve 17’nci yüzyıllarda iki Barba­ros kardeşin önderliğinde bir­takım Türk korsanlarının İs­tanbul’dan (Constantinople) hareketle buralara gelerek ıs­sız bir adayı üs edinip operas­yona girişmiş olmaları nede­niyle de sonradan İspanyollar adaya Grand Turk = Büyük Türk adını vermiş olabilirler­miş. Bu iddianın kanıtları yok, ne var ki, günümüzde za­man zaman adalara yollanan bir mektup ya da paketin yo­lunu şaşırıp Türkiye’ye gittiği de oluyormuş. (Son cümle anla­şılan yazarın şakası).

Heey Koca Hızır Reis’imiz, Kaptan-ı Derya Barbaros Hayreddin Paşa’mız; yoksa sen levendlerinle ger­çekten buralara geldin mi? Geldiysen eğer; geçen yıl 1 Temmuz Denizcilik Bayramı’nda DSTİ (Denizciler Sivil Toplum İnisiyatifi) gönüllülerinin ga­zetelere verdiği ve Türk denizciliğinin bugün içinde bulunduğu durum adına senden özür diledikleri kocamaaan ilanın değeri ölçülmez oldu, şimdi senden her gün özür dilesek de yet­mez artık. O ilanlı gazete sayfalarını halen ellerinde bulunduranlar zinhar kaybetmesinler. Hayal, rüya, kanıtsızlık, ilgisizlik, bilgisizlik, ne olursa olsun, bir kitapta yukarıdaki ifadele­rin yer almış olmasının hiç mi önemi yok, dostlar ve tarihçiler? Tanrı insa­nını sevindirmek isterse…

İkinci günümüzde akşamüstü yü­rüyerek deniz kıyısına, plaja indik, güneşin batışını seyredeceğiz. Marina’nın sahilde bir kulüp binası var, herkes toplanıyor, bol laklak edilen bir yer. Kumun üstünde bir masaya yerleştik, güneşi takip ediyoruz; ve galiba bu sefer yakaladım, yeşil ışık bir güzel çaktı ki; Mesut Baran basar­sa renk farkı görülecektir.

Antigua’da yat turizmine ne den­li önem verildiğinin bir başka kanıtı da bütün Karayip denizinde tek oldu­ğu söylenen oda servisli otel. İngiliz limanının doğusundaki koyda bir otel var. Önündeki T-iskeleye bağlanan yatlara oda servisi veriliyor, sade yi­yecek ve içecek değil, tekne temizli­ği, yatak düzeltmesi ve çamaşır dahil. Bu hizmeti belki bizim ülkemizde de veren oteller vardır ama kim biliyor? Elimizde bölgeyle ilgili iki kitap var, ikisinde de bu otelden bahsediliyor. Ada turunda İngiliz Limanı ve çevre­sinin en iyi temaşa edilebileceği Şirley tepelerine çıktığımızda oteli, iske­lesini ve bağlı yatan bir yatı uzaktan gördük.

BARBUDA…

Karayip Denizi’nde gezerken yağ­mura alışmak gerekiyor, pek de zor bir şey değil. Cüneyt’in tabiriyle (Little-Aries) arada bir bulut geçiyor, tü­kürüp gidiyor; kimi gün sık sık, kimi gün seyrek. Jolly Harbour Marina’dan ayrılırken de yağmur banyo­muzu yaptık. Şamandıralı kanalı tam bitirmiş ve kuzeye yol vermiştik, bu kez 15 dakika kadar süren sert sağa­nak ve yağış altında seyrederken adayı arkamızda bulutlar arasında kaybediverdik. Yarım saat sonra ise 30 mil kuzeydoğudaki Barbuda Ada­sı’na doğru 40 derecenin altında yakı­şıklı bir orsa seyirle ve pırıl pırıl güneş altında yükseliyorduk.

Barbuda ve Antigua aynı devlet, eski İngiliz kolonisi, bugün bağımsız ama Vali’yi İngiltere kraliçesi tayin ediyor. Valinin günümüzde fazla bir ağırlığı yok, anlaşılan sadece geçmişe bağımlılığı temsil ediyor. Asıl parla­mento ve hükümet demokratik yol­dan seçiliyor. Adanın etrafı hayli sığ ve mercan kayalıkları ile dolu, yakla­şım dikkatli seyir gerektiriyor. Bu gibi yerlere yaklaşırken güneşi arkanı­za almanız kesin şart, aksi halde renk seçmek mümkün değil ve sığlıkları göremiyorsunuz. Biz yaklaşırken gü­neş arkamızdaydı ve beş metre derinli­ği bulana kadar uzun ve bembeyaz plajın önüne doğru sokulduk; iskele başomuzluğumuzda 100 metre me­safede üzerinde denizin açıldığı mer­can kayaları, sancakta biraz ilerisi da­ha da kötü; 40 metre zincirle demir­ledik, rüzgâr gece gündüz hep aynı yönden estiği için teknenin tersine salması mümkün değil, demir üstün­de 40° sancak-iskele geziniyoruz, ya­rım boy mizana bastık, şimdi rüzgâra daha dik duruyoruz. Tam önümüzde, plajın hemen arkasında ufak uçak pisti var, çim zeminli, bir de cart kır­mızı rüzgâr manşonu.

Demirledikten sonra önce bir gü­zel denize girdik, sonra akşam için mangalımızı hazırladık; akşam yeme­ğimiz soya sosu, sirke ve sarımsakla marine edilmiş tavuk ızgara olacak; olmasına oldu hem de nefis oldu am­ma, rüzgârdan güvertenin bir köşesi de yağ içinde kaldı, birkaç günde an­cak temizleriz.

Adada yatlara yardımcı olan Ge­orge adında birisi var, VHF ile aradık ve bir taksi ısmarladık. George dile­yenleri dalmaya veya sörfe götürü­yor, tamir işlerini organize ediyor, her derde deva birisi. Taksiyle buluş­ma noktamız havaalanının rüzgâr manşonu. Bota bindik, Ahmet bizi sahile bırakıp dönecek; plaja vardık ki, demir yerinde olmayan bir solu­ğan kalkıp kalkıp iniyor. Ahmet suya inip botu tutmak istedi, sığ sandığı­mız yer yarım adam boyu çıktı, ney­se sonunda bizler de paçalarımıza ka­dar ıslanarak kendimizi kumlara at­tık, bakalım dönüşümüz nasıl olacak?

Taksi tam vaktinde geldi. Kısmen kitaplardan kısmen de taksi şoförün­den öğrendiklerimiz şöyle: Adanın nüfusu 1200 kişi, üç oteli var, az odalı, pahalı lüks oteller, plaj boyun­ca yayılmışlar. Uygarlıktan uzak tati­le çıkmak isteyenler için yapılmışlar anlaşılan. Otellerden ikisi Mayıs’tan Aralık’a kadar çalışmazmış. Çim pist­li havaalanı otellerden birisine ait, günde iki uçak geliyor, otel müşteri­lerini taşıyor, adaya da servis veriyor. Adanın bir de asfalt pistli havaalanı var, onu da bütün yıl açık olan otel onarıp kullanıyormuş.

Adada esir ticaretinin azgın yılla­rında özellikle tahıl üretilirmiş, esirle­re yakıt gerekiyor ya; asalete ve tica­rete bak, ne biçim ama!.. Günümüz­de adanın gelir kaynakları, turizm, balıkçılık ve kum ihracatı. Güzelim plaj kumu başka adalara, hatta Guadeloupe’a dahi satılıyor, kosterlere veya römorkör yedeğinde gelen şat­lara yüklenip gönderiliyor. Kuzeyde bir büyük lagün var, tutulan ıstakozla­rı orada barındırıyor ve sonra da ih­raç ediyorlarmış ama yine de parasız yaşamayı başarmak zorundalar. Mi­nicik, güzelliklerle dolu bir yer, gırtla­ğına kadar dert içinde; gördüğümüze değdi.

Adanın başşehri, zaten başka bir şehir de yok ki, Codrington. Bu isim bir aileye ait. Antigua valisi 1668 yılında adayı bu ailenin kullanımına le­ase yolu ile tahsis etmiş, amaç bay­rak dalgalansın yeter. Lease bedeli başlangıçta yılda bir mısır başağı, sonraları da yılda bir adet yağlıcana bir koyunmuş; ancak vali dilese le­ase bedelini almayabilirmiş. Lease yaklaşık 200 yıl sürmüş; bu arada ki­racı aile adaya büyük, küçük baş hay­van, katır, at, geyik getirerek yetiştir­meye, İngiliz donanması için yeşil kaplumbağa, balık, zerzevat, laym, deri eşya ile hamak üretip satmaya başlamışlar. Bütün bu işler bu küçü­cük adada yapılırmış. Burada sanırım bir felsefe gizli. Ben önceleri korsan, sonraları asker ve daha sonraları tüc­carları bu adalara göndereceğim, el­de tutmak için de tüccarlara birtakım ufak bedelli büyük haklar tanıyaca­ğım, onlar da bu adalarda benim bayrağımı dalgalandıracak, hüküm­ranlığımı temsil edecekler. Felsefe basit; bayrak ne kadar çok yerde dal­galanırsa, ülke o kadar yaygın temsil edilir. Buna elbette gemiler de dahil, yatlar da!.. Bizdeki uygulamalar ise bayrak konusunda yoruma iyice açık. Barbuda’nın en yüksek noktası 40 feet, denizden yaklaşırken çok zor, çevre sularında bilinen 150 dolayın­da batık gemi var.

NEVİS…

Buradan Nevis Adası’na geçece­ğiz. Nevis ve St. Kitts iki adadan olu­şan bir federasyon. Nevis hemen bir yanardağın eteklerine yayılmış. 10.000 dolayında nüfusu olan ve sa­dece şeker kamışı üretimi ile turizm­den geçinen yeşillikler içinde bir ada. Pupaya yakın bir seyirle sallan yuvar­lan gelip güneyinden dolaştık, batı sahilinde hindistan cevizi ağaçları ve otel yoğun plajının önüne 9 metre suya demirledik, demir yerimizin adı Pinneys Beach ve bugün 1 Nisan. Dip pırıl pırıl gözüküyor, yüzerken gözlük takmaya dahi gerek yok. Önümüzdeki ufak hindistan cevizi ağaçlarından oluşan ormanın hemen ilk ağaç sırasının arkasında direksiz bir yat yatıyor; son harikeynin bir kurbanı, deniz kaldırıp ormana sa­vurmuş. Sabah giriş işlemlerini yap­tık; işlem diye fazla bir şey yok, iki kopya mürettebat listesi, pasaportla­ra birer damga, elimize bir de “cru­ising permit” tutuşturdular, hepsi bu.

Cruising permit eşittir bizdeki transit log ama pek basit tutulmuş. Biz bu transit log adını galiba Yuna­nistan’dan devralmıştık hâlâ da de­ğiştirmedik. Oysa belgenin doğru adı “gezi izin belgesi = cruising permit” olmalıydı. Bir ülkeye resmen girdik­ten sonra o ülkede gezerken, karada veya karasularında, işin transit ola­cak ne tarafı var ki. Yunanistan’da durum değişik olabilir, onların bir sü­rü adası var, aralarında dolaşırken belki bazıları transit geçiliyordur bi­zim boğazlarda olduğu gibi.

Adada eski malikaneler butik otellere dönüştürülmüş. Malikaneler şeker kamışı plantajlarının ve şeker fabrikalarının eski sahiplerine ait, bi­linen kolonyal stilde inşa edilmiş ger­çekten lüks binalar, bahçeleri, yüzme havuzları ve fiyatları ile göz kamaştı­rıyorlar. Oda fiyatları biraz tuhaf, ör­neğin adanın en gözde oteli “Four Seasons”ta gecesi 4500,- US Dolar (dörtbinbeşyüz) olan oda var, bu fiya­ta her şey dahilmiş; bu “her şey”in ne anlama geldiğini kestirmek için in­sanın hayal gücünü zorlaması gereki­yor. Birkaç butik otelde de bu seviye­de fiyatlar var, hepsi de adanın tanı­tım broşürlerinde yer alıyor. Otel müşterileri karşıdaki asıl büyük ada St. Kitts’in havaalanından yakışıklı sürat motorlarına transfer olup geli­yorlar, aynı yoldan da dönüyorlar.

Demir yerine inerken açıktan bir Sahil Güvenlik botunun yedeğinde gelen 8-9 metre boyunda kırmızı bir tekne gördük. Tekneyi getirip limana demirlediler, içinden birisini sahile çı­karıp ambülansa koydular ve adanın küçük hastanesine götürdüler. Ne ol­duğunu anlayamadık. Ertesi gün öğ­rendiklerimize göre reis aç ve susuz kalıp yardım istemiş, onlar da tekne­yi gidip açıktan yedekleyip getirmiş­ler. Ertesi gün sahilde sapsarı yüzlü, saçı sakalı birbirine karışmış, hayli berduş görünümlü ama diri diri bakış­lı bir adam iskeleden kendisini yatına götürecek bot arıyordu. Bir gecelik hastane servisi anlaşılan hayli yara­mıştı. Diğer taraftan da SSB’de Gü­ney Afrika’dan yola çıkan fakat altı haftadır hiç haber alınamayan bir tekneden bahsediliyordu. Belki de aynı tekneydi. Deniz sevgisi, her sev­gi dalı gibi insanı perişanlığa sürükle­yebiliyor demek ki (ne laf ama). İn­sanların perişan olmasını önleyen kurallar olmalı, onları bir şeyi veya birilerini aşırı sevmekten koruyan. Örneğin, tüberküloz geçirmiş kişile­rin denize çıkmaları da aşk yaşamala­rı da yasaklanmalı… Yaşasın!.. Son Gemi Adamları Yönergesi neredeyse bunu sağlayacak. Hepimiz kötü du­rumlarla karşılaşmaktan kurtulacağız.

İstanbul’dan yola çıkarken iki tüp Aygaz’ımız vardı. Birisi Tenerife’de bittiydi de Dorchie doldurtmuş ve oradan yola yine iki tüp dolu çıkmış­tık. Barbados’tan sonra bir yerde yi­ne bir tüpümüz boşaldıydı ve bir tür­lü dolduramıyorduk. Bu bölgede baş­ka tüpler ve başka detantörler kulla­nılıyor. Nevis’te dolum tesisi olduğu­nu öğrenince boş tüpü kapıp gittim, fakat dolduramadılar. Onun üzerine iki dolu tüp satın almak zorunda kal­dık, iki de farklı detantör. Mangal için de iki kamping tüpü almıştık. Onların da detantörleri farklı, oldu şimdi hep­si altı tüp, bir sürü de detantör! Mata­foranın üstünde eski can salının he­men arkasında iki büyük bir küçük tüp deniz bağına vuruldu, hermetik kapalı sandıkta da iki büyük tüp var, İstanbul’a kadar yeter artık. Yumu­şak olsalardı boşalanları usturmaça niyetine kullanabilirdik.

ST. KİTTS…

Nisan ayının 3’ü sabah 08.00’i biraz geçiyordu, kalktık, St. Kitts’e geçiyoruz, 15 Dm yolumuz var. Ön­ce adanın güneyindeki kuyruk benze­ri büyük koyda denize girmek için durduk. Adanın kuyruğunu aşıp ge­len rüzgâr bir sert esiyor ki, demir üs­tünde 30-35 mil rüzgâra karşı salınıp duruyoruz. Koyun bir başka yerinde, Club Mediterranee gemilerinden biri­si yolcularını plaja çıkarmış, demirde yatıyor. Bir ara yakışıklı bir squal (çok sert yağmur da getiren sağnak rüz­gâr) geldi 10 dakikada üstümüzden geçti, gemiyi kaybettik göremiyoruz. Bu squal denilen sağnaklara çok sık rastlıyoruz. Gelişleri önceden belli oluyor, koyu bir bulutun altında geli­yor, iki tokat atıp gidiyorlar. Geçer­ken rüzgâr rahatlıkla 45-50 notları buluyor. Acaba dostumuz Haldun Sevel’in bahsettiği elektrik fırtınaları bunlar mı yoksa? Her neyse, açıkta oluşan bir tanesinin fotoğrafını yük­sek bir tepeden çektim, Mesut Baran basar umarım.

Sağnak geçti daha doğrusu iki sağnak arasında baktık bir lastik bot­la Sahil Güvenlik görevlileri geldiler, tekneleri tek tek kontrol ediyorlar. Bize de geldiler, “Rutin kontrol yapıyoruz, bazı sorular soraca­ğız, tekneye gelebilir miyiz?” di­ye sordular, buyur ettik. Aynen bizim SG gibi, gemi kâğıtlarına ve mürette­bat listesine baktılar can yeleği, may­tap, telsiz var mı? Hepsi tamam; tek­neye zarar vermediklerine dair bir belgeyi bana imzalattırdılar ve teşek­kür edip ayrıldılar.

Sağnak üstüne sağnak yiyor ısla­nıp duruyoruz, kalkıp bari limana, marinaya gidelim dedik. Bu limanı da büyük gemi rıhtımını da son harikeynlerden birisi hayli sarsmış. Geli­bolu’daki eski iç limanın biraz büyü­ğü kutu gibi bir marina, güney men­direği yıkılmış, üstüne kaya yığmışlar. İçeride büyük ahşap kazıklar çakılı, hepsini tam su seviyesinden kurt vur­muş, demir atıp aralarına kıçtan kara giriliyor. Liman hafif soluğan da alı­yor, tekneyi biraz deli dana bağlar gibi bağladık ama iyi de oldu. Nevis’teki Four Seasons Oteli’nin lüks yolcu motoru iki saatte bir gidip gelip binle­rini taşıyor, şirin bir havaalanı var, 747’ler bile iniyormuş. Temiz görü­nümlü cici bir şehir, binaların orijinal görünümleri korunmuş. Taksiler VHF 68 kanaldan çağırınca hemen geliyorlar. Bu adada da şeker kamışı ve şeker asıl üretimmiş, hâlâ da de­vam ediyor. Adayı çepeçevre dönen dar hatlı bir tren kesilen kamışları toplayıp fabrikaya getiriyor. Aynı hat üzerinde günde iki sefer yapan turis­tik bir tren de var, oyuncak gibi bir şey, tertemiz, adayı iki buçuk saatte dönü­yor, adam başı 40 US-Dolar; thank youu!.. Bir başka sefere may be.

Asıl görülecek yerlerden birisi İngilizler’in kalesi. Tuttuğumuz taksi bi­zi kalenin bulunduğu tepeye çıkardı. Kale Unesco’nun onayladığı (World Heritage Site) insanlığın ortak tarihi değerlerinden. Kale çok güzel resto­re edilmiş olmasına rağmen geçmişin savaşlarını gözde canlandırmak güç. Ağızdan dolma o eski toplar güllele­rini kaç metre uzağa atarlardı ki. Ni­şan alma düzeni aynen av tüfeği gibi, göz, gez, arpacık; ne büyük gayret­ler, zahmetler, inançlar ve yaşamlar harcanmış buralarda, sadece şeker kamışı için mi? Sanmıyorum. Güçlü olmak, kural koyabilmek çok feda­kârlık istiyor.

ST. BARTHS…

St. Kitts’den St. Barths Adası’na çıkacağız ama yolumuz üzerinde Eustatius Adası var. Bu ada Hollanda’ya ait. Vaktiyle gümrüksüz bir adaymış, bugün de öyle ve yelkenli ticaret ge­milerinin uğrak limanıymış, ayda 300 (üçyüz) dolayında gemi gelir, mal boşaltır veya yüklermiş. Arada bir kaçakçılık da olurmuş, limanı ise açık alan. Şehrin adı Oranjestad, ga­liba portakal şehri demek, bir büyük depremde tamamı denize gömül­müş, bizim Gölcük’ten beter anlaşı­lan. Kitap burada birkaç tane çok iyi lokanta bulunduğunu yazıyor, acaba nemenem şeyler ki, diye meraklanı­yoruz.

St. Kitts ve Eustatius arasındaki kanalda rüzgâr ve akıntı ters çalıştığı için bol yalpalı bir seyirle geldik ve gördük ki, depremden sonra şehir falezin üstünde dağın yamacına doğru yayılmış; ufak mendirek var, daha zi­yade römorkörlere ve kılavuz motor­larına hizmet veriyor, demir yeri ise dalgalı. Biraz ileride kocaman bir uzatma iskele, iki yanında iki dev tan­ker, bir başkası demirde, kıçtan şa­mandıraya bağlı, hortumları denize sarkıyor sahile giden boruya bağlan­mış, bir başkası da henüz 4-5 mil açıkta ama yaklaşıyor. Demirde bir de kablo döşeme gemisi yatıyor. Sonradan öğrendik ki, bu kablo ge­misini buraya batırmak üzere getir­mişler, amaç mercanlara yapay ka­yalık hazırlamak. Baktık olacak gibi değil, gözümüz tutmadı, kalamayaca­ğız, yola devam etmeye karar verdik ve açığa doğru, batıya çıkmaya baş­ladık. Yaklaşan tanker telsizden bizi arayıp rotamızda devam edip etme­yeceğimizi sordu, demirleyecekmiş çapariz vermemizi elbette istemiyor. Açığa çıktıkça görmeye başladık ki, ada bir petrol deposu. Uzun iskele­nin arkasındaki vadide kocaman bir tank-farm, kimbilir kaç tonluk, mal alıyor ya da yüklüyor. Tüccar Hollan­da burada da yapacağını yapmış, bir bütün adayı petrol ticaretine göre dü­zenlemiş. İyi lokantaların sırrı şimdi anlaşılıyor, bu kadar gemi gelirse, el­bette müşteri de gelir.

Sade cenova ile sabit rüzgârı yaka­layıncaya kadar kuzeybatı yönünde yükseldik, sonra ana yelkenle birlikte kuzeye yol verdik. Tam cenovanın bo­şunu alıyorduk ki, ıskota arabasının öksüz güvertedeki rayı baştan 20 santimlik bir kısmından kopup ye­rinden fırlayıverdi, tabii araba da bü­tün sert plastik bilyalarını denize hav­yar döken yengeç misali, savurdu durdu. Sonradan hatırladım, bu rayı döşerken baştan iki deliğinin altına ulaşıp pul ve somun bağlamak zor gözüktüğü için saplama yerine trifon salmış ve tutar sanmıştık, tutmadı iş­te. Tembellik mi desem, basiretsizlik mi desem, gerzeklik mi desem, ben de bilmiyorum, hepsi de uyar. Altın kural hep geçerli, güverteye ne ta­karsanız takın, ama sadece cıvata ve somunla bağlayın, vida veya trifonu unutun.

St. Barths’a varışımız saat 17.00’yi buldu. Kristof Kolomb bu adaya erkek kardeşinin adını vermiş ve St. Bartheremy demiş, St. Barths ismin kısaltılmışı. Ada Fransa’ya ait ve high society’nin uğrak yeri. Ufak bir pisti var, 740 metre boyunda, uçağın biri inip biri kalkıyor, özellikle St. Maarten’den yolcu taşıyorlar. Bu high society denilen kesim ne de ge­niş. Gördüklerimize hiçbirisi tanıdık gelmiyor. Ne biz onlardanız, ne de onlar bizden. Gustavia isimli limanı bizim Poyrazköy’ün ancak iki misli ka­dar. İçeride 50-60 metre boya kadar motor ve yelkenli yatlar kıçtan kara bağlı yatıyorlar, yan yana 14-15 adet varlar. Akşam hava karardıktan sonra bütün lambalar yanıyor, ortalık şı­kır şıkır. Yelkenlilerin her gurcatasında bir lamba, direk tepesinde de kır­mızı fener, fiyakaya diyecek yok. Li­man ortasında ayrıca bir de şamandıralı bölüm var, baştan kıçtan şaman­dıralara bağlanılıyor. Liman içi bele­diye otobüsü gibi tıklım tıklım. Liman dışında megadan mikroya her boyda yat demirde yatıyor, tamamı 200 adet olsa gerek. Telsizle sorduk, li­man girişine yakın bir yer verdiler, girdik baştan demir atıp kıçtan kara olduk ve ancak aydık ki, içeriye solu­ğan giriyor; ne var ki, artık bağlan­mış olduğumuz için gidip dışarıda de­mirlemeyi de canımız çekmedi, pasarella uzatmaya olanak yok, bordadan bota inip karaya çıkacağız. Limana giriş işlemlerimizi yaptırmaya gittik, tek kişi çalışıyor, sadece iki kopya mü­rettebat listesi aldı, bir de kâğıt doldu­rup bize imzalattı, hoş geldiniz, gider­ken yine uğrayın dedi, iş bitti. Gemi belgesi, pasaport, damga mamga, hele de sahil sıhhiye, hiçbir şey yok, kişinin beyanı her şeyin üstünde ve önünde. Günlerden Cumartesi ve ayın 6’sı, iki gün sürecek yarışlar bu­gün başlamış, yarın devam edecek­ler; yarışanlar ise boyları 30 metre­nin üzerinde yatlar; limana girip çık­malarını ve manevralarını seyretmek çok keyifli.

Berbat bir gece geçirdik, rüzgâr her yönden esti, bol şimşekle gelen yağmur tekneyi pırıl pırıl yıkadı ama bizi de uykusuz bıraktı. Rüzgâr yön değiştirdikçe teknenin başı bir sanca­ğa bir iskeleye kaykılıp duruyor. So­luğan arttı, kıç bağlama halatlarımızı dörtledik, tekne yüklendiği zaman ya halatlardan birisi kopacak ya da ba­balar güverteden sökülecekmiş gibi oluyor. Bir ara squall tam üstümüz­den geçerken liman dışında demirli teknelerin ışıkları tamamen kaybol­du; saat 06.00’ya geliyordu, yattık.

Gustavia ve hatta adanın tamamı Fransa’nın herhangi bir Akdeniz sa­hil kenti olabilir. Bahçeler, çiçekler, cici cici arabalar, uçaklar, yatlar, ev­ler, oteller, villalar, plajlar, lokantalar, diskolar cıvıl cıvıl kaynıyor ve halkın neredeyse tamamı beyaz ırk mensu­bu. İkinci akşamdı, karaya tam çıktı­ğımızda bizim yaşlarda bir Fransız çif­ti teknenin kıçında bekler bulduk. Gerçekten İstanbul’dan gelip gelme­diğimizi sordular. Mat’ın isminin al­tındaki AMYC’nin anlamını merak etmişler, açıkladık. Geçen yaz kara­vanları ile Brindisi’den feribotla Çeş­me’ye gelmişler, bütün güney sahille­rimizi, Anadolu’yu ve Karadeniz sa­hilini boydan boya gezmişler, ağızla­rından bal damlıyor, Türkiye’nin rek­lamını böyleleri en güzel yapıyor. Konuştukça öğrendik; 8-9 yıl önce buraya gelip bir ev almışlar, aradan iki yıl geçince bu kez Fransa’da bir katamaran almışlar ve yola çıkıp bu­ralara gelmişler, birkaç yıl süreyle kış aylarında bütün Karayip Denizi’ni ge­zer, yaz gelince de tekneyi harikeynden uzak bir yere bırakır Fransa’ya Riviera’ daki evlerine dönerlermiş. Panama Kanalı’nı geçip Costa Rica ve daha yukarıya Meksika sahillerine de çıkmışlar, sonra dönüp Key West’ten başlayarak önce Florida’yı sonra da ABD’nin doğu sahilini taaa New York’a kadar gezmişler. Der­ken adamcağızın bir kalp ameliyatı olması gerekmiş, olmuş ve şimdi de­nizde gezmek zor gelmeye başladığı için tekneyi satışa çıkarmışlar ama karavanla gezilerine devam ediyor­larmış, ilerideki yıllardan birinde yine Türkiye’ye gelmeyi de düşlüyorlarmış. Hikâye bu kadar, karşılıklı kart­lar alınıp verildi, ertesi gün tekrar uğ­radılar, bir ihtiyacımız olup olmadığı­nı sordular ve ayrıldık gittiii; dünya küçük, insanlar iyi…

Burası çok güzel bir yer. Özel plajları var üstsüz de altsız da dolaş­mak serbest. İkinci günümüzde yarı­şacak büyük yatların limandan ayrıl­maları ayrı bir atraksiyondu. Her bi­rinde 20’den fazla mürettebat var. Biz seyrederken boylarını unuttuk daha çok ana direk gurcatalarının adedine bakıp değerlendiriyoruz, ta­bii matrak geçiyoruz. Bir tanesinde altı gurcata vardı, direk boyu herhalde 50 metrenin de üzerinde belki de 60 metre vardı. Çoğunda cenova ıskota­ları bordanın dış yüzeyindeki bir yumru üzerine yerleştirilmiş makara arabalarından geçip bir delikten tek­nenin içinde kayboluyor, güvertede vinç yok, aşağıda tamburlu captive vinçler var besbelli. Her tekne, yat üretim teknolojisinin bugün ulaşmış olduğu son durumu yansıtıyor. İçle­rinde birisi vardı, adı Tethis, İtalyan Perini Navi firmasının ürünü, demek ki, gövdesi de İstanbul’da Yıldız ter­sanesinde üretilmiş, bizim de payımız var. Dört yıl önceydi, aynı yatı hem Kızıldeniz’de Hurghada’da hem de daha sonra Marmaris’te görmüştük.

Oradan buraya dünyayı dolaşıp dolaşıp duruyorlar. Charter çalışıyor­lar. Bu boy teknelerin haftalığı 30- 70.000 US dolar arasında da deği­şirmiş. Buralarda aylık bedelsiz yatçı­lık dergileri çıkıyor, reklamlarla yaşı­yorlar. Rüzgârüstü adalarında maga­zinin adı “Compass“dı, burada, yani rüzgâraltı adalarında “All at Sea” ol­du, her ikisi de çoğunlukla charter işi­ne yönelik. Ayrıca aldığımız bir baş­ka turizm dergisinin son sayfasında önümüzdeki yaz sezonunda dünyada “IN” olan dört liman sayılıyor, bir ta­nesi Bodrum; onurlanmamak müm­kün mü? Hey gidi günler, 1950’lerde hatta 60’lı yıllarda dahi Bodrum’a gidenler, özellikle de Ankaralılar, bi­lerek ya da bilmeyerek, koyun yerine keçi eti yerler, sonra da her nedense ishal olup dönerlerdi. Dünya klasma­nında olmak güzel bir şey, umalım ki, her yıl yine “IN” olalım, “viya böy­le” mi demeliyiz şimdi?

ST. MAARTEN…

Salı günü akşamüstüne doğru St. Maarten’e gitmek üzere yola çıktık. Gustavia’nın üç mil kuzeyinde güzel olduğu söylenen bir koy var, adı Anse de Columbier, orada geceleyip er­tesi gün denize girecek ve perşembe günü ada değiştireceğiz. Ali ve Nilgün Gündüz arkadaşlarımız bize St. Maarten’de katılacaklar. Koya girdik ki, içeriden dışarıya yabani bir rüzgâr esiyor, anemometre ikide bir 35-40 nota dayanıyor. Koyun iki ya­nağında şamandıralar var, tekne boylarına göre boyanmış, bu bölge­lerde demirlemek yasak, aşağıda mercanlar var. Koyun orta hattında ise demirlemek serbest. Girebildiği­miz kadar girdik ve yedi metre suya 50 metre zincirle demirledik. Koyun giri­şinde sağda dünyanın sayılı zenginle­rinden Rockefeller ailesinin malika­nesi, bir yarımadacığın üzerinde de deniz seyretme köşkü, -bizim Osmanlı evlerinde galiba cihannüma denilen camlı balkon- var. Çarşamba sabahı baktık hava tatsızlığını koru­yor, denize girmek eza haline gele­cek, artık şımardık ya, topladık demi­rimizi ve düştük St. Maarten yolları­na. Deniz dışarıda bir kabarmış ki, üstelik de kıçımızdan geliyor, sallan yuvarlan, sade cenova ile 7-8 not ara­sında süratle gidiyoruz. Adaya yak­laştıkça denizler ufalır gibi oldu, tica­ri ve turistik liman Philipsburg Koyu’­nun önünden geçiyoruz, açıkta Nor­way isimli bir transatlantik, baştan kıçtan aykırı iki demirle dalgalara sancak bordasını vermiş mendirekçilik oynuyor ve iskele bordasından yolcularını sahile çıkarmak üzere bot­lara transfer ediyor. Bu gemi Fran­sa’nın eski transatlantiklerinden ya France ya da Pasteur idi, Norveçliler alıp adını Norway koydular, makine­lerini değiştirdiler ve piyasaya sürdülerdi; şimdi modern ve kimi motoryatlar gibi Rowenta ütüsü görünümlü gemilerin yanında pek sümsük duru­yor. Limandaki büyük iskeleyi de dört Rowenta gemi paylaşıyorlar, iskele­nin iki yanına peş peşe dizilmişler.

Önümüzde üç yat belirdi, önce ya­rışıyorlar sandık, oysa turist gezdiriyorlarmış. Birisi ABD, diğer ikisi Ka­nada bayraklı, 12 metre J-Class tek­neler. Sonradan öğrendik limanda bunlardan 9 adet varmış ve her gün turistleri alıp limanın açığına yerleşti­rilmiş şamandıralar arasında yarışı­yorlar. İsteyen turistler de görev alabi­liyorlar. Bir güzel gidiyorlar ki, altımızdan üstümüzden geçip durdular, hangisini seyredeceğimizi şaşırdık. St. Maarten Adası’nın göbeğinde bir kocaman lagün var. Adanın yarı­sı Fransa’ya yarısı da Hollanda’ya ait ama arada hudut yok. Lagün ’ün (deniz kulağı = lagoon) gü­ney girişi Hollanda, kuzey girişi ise Fransız bölgesinde. İkisinde de köp­rü var, belli saatlerde açılıyor, yatlar girip çıkıyorlar. Lagün’ün içinde muhtelif marinalar yerleşmiş, biz Simpson Bay Yacht Club Marina’sı­na gideceğiz. Köprünün açılışını bek­lemek üzere dört metre suya demirle­dik. Havalar kaç gündür anormal gi­diyor ya, burada da demir üstünde yuvarlanıp duruyoruz. Köprü açıla­cak, marinanın botu gelip bize kıla­vuzluk edecek ve yerimizi bulacağız. Lagün içinde yer yer sığlıklar var. Bu lagün yıllarca en güvenli harikeyn de­liklerinden birisi olarak bilinirken, bundan birkaç yıl önce galiba Lenny’nin gadrine uğrayıp, darma­dağın olmuştu. Kitaptaki bilgilere gö­re lagüne sığınmış 1000 tekneden 800’ü o deli fırtınada karaya vurmuş, hem de balık istifi.

Saat 17:00’de köprü açıldı ve 7-8 yat konvoy halin­de lagüne girdik, her marinanın bir kılavuz botu var. Daha demirde bek­lerken teknelere yanaşıp kendisini ta­nıtıyor. Bizim marinanın botu da gi­rişte kılavuzluk etti ve bağlanacağımız iskeleye kadar şamandıraların ve sığ­lıkların arasından geçmemize yardım­cı oldu. En sonunda noktası noktası­na demirleyeceğimiz yeri de gösterdi. Bağlandık pasarellamızı uzattık, suyu­muzu, 220V elektriğimizi ve Ataköy Marina’dan sonra ilk kez internet kablomuzu da bağladık. İnternetten çok güzel bir müjde geldi. Denizcilik Müsteşarlığı yeni yayımladığı bir yö­netmelikle Gemi Adamları Yönetme­liği’nde değişiklik yaparak amatör de­nizcilerin sağlık yoklamasının geçerli­lik süresini ikiden beş yıla uzatmış. Ay­rıca sağlık yoklamasını da Gemi Adamları Sağlık Yönergesi hükümle­rinin dışına çıkarmış. (Bakınız, dosya­layınız veya yanınızda taşıyınız. “10 Nisan 2003 tarihli Resmî Gazete”) Büyük bir adımı yıllardır ilk kez ADF ve DSTİ’nin çabala­rının anlayış bulması ile devlet ile kurulan diyalog ürünlerini vermeye başla­dı. Gerçi sağlık yoklaması başka ülkelerde olduğu gibi, sadece bir defaya mahsus olmalıydı, o da belgeyi alırken ama bu şekli ile de gerçeğe ve ge­leceğe atılan bir adım ol­mak özelliğine sahip. Di­yalog geliştikçe mevcut pürüzlerinde ortadan kal­kacağına hep birlikte inanmamız gerek: ama­tör denizciliğin üzerine çöken bulutlar herhalde dağılacaktır. Konunun beni kişisel olarak sevindiren yanı ise, bu geziden Türkiye’ye döndüğümde ADYB’nin geçerliliğini koruyor olmasıdır. Yeni yönetmelik ile eski uygulamaya göre süresi bu ay içinde dolan sağlık yoklamam şimdi 2006 yılma kadar uzamış oldu. Bilin­diği gibi hem genel hukuk kurallarına hem de Anayasamıza gö­re devletin kararlarındaki değişiklikler eğer vatandaşın yararına hükümler getiriyorsa bunlar derhal uygulamaya konulur ve retroaktif, yani makabline şamil, yani geriye dönük de çalı­şır, bu konuda en sağlam bilgiyi sanı­rım ve umarım ki hukukçu ve amatör denizci arkadaşlarımızdan birisi hem bu sayfalarda hem de internetteki si­telerimizde bizlere verirler.

Lagün’de birçok marina var. Bunlardan bir tanesinin adı Prenses, arkasında geniş alana yayılmış ote­li, evleri ve bir de Casino’su var; Casino’nun adı da Prenses. Bir ara uğra­yıp bakmak istedik, belki bir Türk yö­neticiye rastlarız diye düşündük, ama vaktimiz olmadı. Adanın Hollanda bölümünde sekiz casino var, Fransız bö­lümünde hiç yok. Yine sonradan öğ­rendik güney sularımızda çoğumuzun tanıdığı Prenses Zeynep isimli bir charter gezi teknemiz de aynı marinada bağlıymış. Bayrağımız buralarda dalgalanır. Hele birde başka ülkeler­de olduğu gibi, kullanılmış tekne satın alıp bayrak değiştirmek hakkı Türk vatandaşlarına da tanınsın, bakın gö­rün dünya denizlerinde daha ne ka­dar çok bayrak gezdireceğiz. Devletle diyalogun devam etmesi lazım. So­nuçta bizim devletimiz bizim için var.

Yağmur ve rüzgâr ilk üç günümüz süresince bizi burada da pek rahat bı­rakmadı. Cuma günü öğleden son­raydı sevgili arkadaşlarımız Ali ve Nilgün marinaya ulaştılar, dönüş yolcu­luğumuzun ekibi tamamlandı. Ay so­nuna kadar 15 günümüz kaldı, bura­dan Anguilla Adası’na oradan da İngi­liz Bakire ya da Bakire İngiliz adaları­na (acaba hangisi daha doğru tercü­medir?) geçeceğiz ve havalar elverdi­ği anda da yola çıkacağız. Tortola Adası’ndan yola çıkmayı planlıyoruz; geniş bir yay çizerek ve rüzgârı takip ederek gidebilirsek, rüzgâr da bulur­sak Azorlar ’a kadar 2250 Dm yolu­muz var. Rüzgâr yetmez de makine kullanmamız gerekirse, bu kez yakıt tazeleyebilmek için Bermuda’ya yükselmemiz gerekiyor ki, yolumuz 400 Dm daha uzayacak; göreceğiz, kıs­metimizde ne varsa razıyız, bu işin pazarlığı yok.

Bugün 15 Nisan Salı, Lagünü denize bağlayan kanalı kesen köprünün saat 11:00’deki açılışına yetiştik ve kendimizi 20 not esen bir DGD rüzgârı ile dalgaların karşı­sında bulduk. Adanın güney sahili boyunca 4 Dm gidip kuzeye döne­cek, geceyi, sahilini mercan kayala­rının koruduğu geniş bir koy olan Orient Bay’de geçireceğiz. Philipsburg limanının önünden geçer­ken baktık bu kez dört adet 12 metre sınıfı yat, turistleri doldurmuşlar, şamandıralar arasında cirit atıp du­ruyorlar. Manzaranın doyulmazlığı video ve fotoğraf çekmemizi engel­ledi, çok heyecanlandık. İskelede dün bir şey yoktu ama, bugün yine dört adet Rowenta ütü tipi gemilerden yanaşmış, esnafı sevindiriyorlar.

Orient Bay’a girdik ve dört metre suya 40 metre zincirle demirledik. Dip pırıl pırıl. Koy hafif soluğan alı­yor. Önümüzde ufak bir ada ve kumsal bize bakıyor. Biz de dürbün­le kumsalı inceliyoruz. Âdem baba­lar ve Havva analar burada buluş­muşlar. Koyun asıl uzun kumsalı da pek buradan aşağı kalır değil. Ne yapsınlar belki de mayo alacak pa­raları yok. Tam kıçımızdan çapraz geçen bir sörfçü, “Selam Türki­ye’ diye bağırdı ve dönmek ister­ken kapaklandı. Yüzerek yaklaştı, sörfünü kıçımıza bağladı, kendisini güverteye aldık, tanıştık. Prenses tesislerinde çalışan bir genç vatan­daşımız. Dört yıldır buradaymış, haya­tından pek de memnun gözüküyor­du. Bu gece dolunay var. Yemeği­miz tavuk, pilav ve brokoli (broccoli). Sabah 08:30’da yola çıkarız herhalde.

Sabah oldu, henüz güneş pek yükselmeden canımız denize gir­mek istemedi. Kahvaltımızı ettik, demirimizi aldık ve mercan kayala­rının arasındaki hayli geniş kanal­dan KKD rotamıza girerek flok- anayelken düzeninde yol verdik. Süratimiz arada 8 notu geçiyor. Anguilla’nın doğu ucunda bir ufak ada var, asıl ada ile bu ada arasın­daki altı metre derinliği olan kanal­dan geçip kuzey sahili boyunca ba­tıya giriş limanı olan Road Bay’e gi­deceğiz.

ŞAMANDIRALAR TAKILINCA!...

Adaların çevresinde 20-30 metre derinliğe kadar olan yerlerde balık­çılar kocaman demir kafesleri dibe bırakıp üstüne de orta boy konser­ve kutusu boyunda ikişer şamandıra bırakıyorlar, dalgaların köpükleri arasında görülmeleri bazen çok güç. Kimi zaman şamandıra tarla­sından geçiliyor sanki. Kanala yak­laşık 1,5 Dm mesafemiz kalmıştı ki, hemen pruvamızda iki küçük şa­mandıra belirdi, 8 not gidiyoruz. Otopilottan çıkıp dümene geçme­mize vakit kalmadı. Şamandıraları bordaya değercesine geçtik; daha doğrusu geçtiğimizi sandık. Biraz sonra teknenin sürati 7, 6 ve 5 no­ta kadar düştü. Baktık bir şey gö­zükmüyor ama rüzgâr ve denizin durumunda da değişiklik yok. Nilgün birden fark etti, kıçımızda, teknenin su hattından bir metre kadar aşağıda tonoz halatı ile birlikte bir şamandıra sürüklüyoruz. Yelkenleri küçülttük, sürati düşürdük ama karaya doğru da düşmeye başladık. Şamandıralar arasındaki halata gönderle ulaşma­yı denedik, boy yetmiyor. Patal­ya’nın katlanır çapasını sallayıp ya­kalayalım dedik, tam olmadı. Halat bedenine doğru dürüst bağlanma­mış, birden boşaldı ve elimizde sa­dece çıma kaldı. Cengiz ustanın yaptığı paslanmaz çelik şemsiye ça­pa şimdi oralarda bir yerde denizin dibini süslüyor. Bu ihracat sayılır mı? Dönüp adanın güney sahili bo­yunca seyretmek var, rüzgârı geniş apaz alacağız, ancak bu tarafta de­mirlemek yasak. Altımızda 25 met­re su var, giderek sahile sokulaca­ğız, vazgeçtik, makineyi çalıştırma­ya korkuyoruz, halatları pervaneye dolarsak tam işimiz iş olacak. Tek­rar yelken büyüttük ve kanala yö­neldik. Yedeğimizde salata gibi şa­mandıralar ve dipteki kafesle 6 not gidiyoruz. Eğer varsa içindeki ısta­kozlar herhalde neye uğradıklarını şaşırmışlardır. Takla ata ata yerler­de sürüklenirken, Ahmet makineye indi. Şaft kaplinine anahtar takıp çeviriyor, kolay dönüyor, bu meret nereye takıldı ki? Bu kez yedekler arasından kanca benzeri bir parça bulduk, Ahmet sarkıtıp halata taka­bildi ve bir çekişte nereye takıldılarsa oradan kurtardı, iki şamandıra birden 20 metre kıçımızda tekrar suyun yüzüne çıktılar. Tabii ümit­lendiğimiz kafesteki ıstakoz veya balıkları da orada bıraktık ama ola­sı tehlikeli bir durumdan da kurtul­duk. Sonra durduğumuzda dalıp baktık, pervaneye halel gelmemiş, görünür bir iz de yok. Halatın per­vaneden başka takılabileceği bir yer de yok altımızda. İyi atlattık.

ANGUİLLA…

Kanalı geçince yeni rotamıza dön­dük ve Anguilla’nın kuzey sahili boyunca seyrederek limanımız Road Bay’e ge­lip, pırıl pırıl bir de­nizde dört metre suya demirledik. Saat 13:00’ü biraz ge­çiyordu; sahil boylu boyunca ince­cik bir kumla kaplı, dalgalar gelip gidip yalıyorlar. Dorchie ve Ali giriş işlemleri için sahile çıktılar, dört kopya mürettebat listesi vermişler o kadar, görevli bir kâğıt doldurmuş, pasa­portlara bakmamış dahi.

Tam demirlemiştik iskele borda­mıza hayli yakın mesafede bir deniz kaplumbağası başını sudan çıkarıp bize bakmaya başladı, sonra daldı. Burada kaldığımız iki gün süresince yakınımızdan hiç ayrılmadı, aşırı bir samimiyet gösterisinde de bulun­madı. Evi burada demek ki, bölge­nin tamamı zaten koruma altında.

Anguilla 25×5 mil boyunda bir ada; adı İspanyolca’da yılan balığı demekmiş. Çevresindeki ıstakoz yatakları ve un gibi ince kumlu plaj­ları ile tanınıyor. Buralardaki ısta­kozlar bildiğimiz kıskaçlı türden de­ğil, bizim böcek (langust) dedikle­rimizden. Dünyanın en lezzetli ısta­kozu İzlanda Adası ile Grönland ara­sındaki Denmark Strait denilen de­nizlerden, sığ olmayan soğuk sular­dan çıkarmış. Bu işi Fransızlar gali­ba en iyi biliyorlar. Ayrıca ABD’nin Maine eyaletinin soğuk sularında çiftliklerde yetiştirilenler de çok lez­zetli olurmuş.

Hava yine yağmura döndü. Gündüzleri idare ediyor ama gece­leri kuzeye dö­nüp, şimşek ve gök gürültüleri arasında ikide bir üzerimize çullanı­yor. Demirli oldu­ğumuz liman ku­zeye açık, gece­nin ortasında çıl­gınlar gibi bir yağmur, 20 not rüzgâr ve kısa esme yolunda (feç) fazla büyüyemeyen bir soluğanla uyanıp etrafı kola­çan ediyoruz. Anguilla’da kaldığı­mız üç gün boyunca bu hep böyle oldu. Britiş Vircin Aylands (British Virgin lslands = İngiliz Bakire Adala­rı) 74 Dm kuzeybatımızda, yağmur yüzünden bir türlü yola çıkamadık. Her zamanki gibi bir minibüs tutup adayı gezdik. Kuzeydoğu ucunda bir mercan kayalığı üzerindeki saz­lardan yapılmış ünlü kır lokantasın­da ıstakoz denemeye gittik, gittiği­mize de değdi. Kır lokantası ama her tarafı deniz kabukları ile süslü, sağlam görünüşlü bir de çatısı var; harikeynler her seferinde kayalığı süpürüp her şeyi kırıp döktükleri için bu kez işi biraz sağlam tutmuş­lar. Bir albüm gösterdiler, insan baktıkça dehşet içinde kalıyor; fırtı­na taş üstünde taş bırakmıyor, önü­ne gelen her şeyi parçalayıp dağıtı­yor, mal sahibi de her seferinde bir­kaç ay içinde lokantasını yeniden kurup çevresini palmiye, Hindistan cevizi ve bizim kırmızı kafalı kaktüs­lerle yeşillendiriyormuş; malûm kaktüsler artık “bizim” oldu.

Anguilla’da bir kişinin öğle yemeği…

Geldik 19 Nisan cuma gününe ve sabah saat 05:45’te vira demir, kalktık, önceleri güney sonraları gü­neydoğudan 15-18 not esen güzel bir rüzgârla cenova + camadanlı ana yelken düzeninde 7-8 notla seyredi­yoruz. Dalgalar ehhh, şöyle böyle varlar, 1,5 metre temizinden, arada bir 2 metrelikleri çıkıyor, iskele kıç omuzluktan geliyorlar, Şerife işinin başında, yel üfürüyor, su götürüyor, bundan iyisi can sağlığı diyoruz, bir taraftan da “acaba Atlantik’te böyle bir rüzgârımız olacak mı?” diye de düşünüyoruz.

VIRGIN GORDA…

İlk uğrayacağımız adanın ismi Virgin Gorda. Gorda şişman demekmiş; Kristof Kolomb ağabeyi­miz adayı arka üstü yatan hayli tombul bir hanıma benzettiği için de adını “tombul bakire” koy­muş, farkı nasıl anlamış ki? Bu Kris­tof Kolomb çok deneyimli birisi miy­miş, bilen var mı? Doğadaki şekil­lenmelerden benzetmeler uydur­mak insanın bakışına, kafasında uçuşanlara ve gönlünde yatanlara bağlı olsa gerek. Biz adayı hiç mi hiç tombul bir bakireye benzeteme­dik.

Virgin Gorda çevresinde mer­can kayalıkları var, aralarından yo­lumuzu bulduk ve adanın batı yü­zündeki yapay lagüne yerleştirilmiş marinaya girip orta alanda bir mik­tar dolandıktan sonra iskeleyle, iki büyük motoryatın sırasına aborda olduk. Anguilla’dan buraya ortala­ma 7.3 notla gelmişiz. Çevremiz İs­panyolca konuşanlarla dolu, meğer hemen hepsi 60 Dm ötemizdeki Porto Rico’dan tekneleriyle gelmiş­ler ve Paskalya tatilini geçirmekteler; ada yükünü almış vaziyette.

Bir gece kaldığımız ve noksanla­rımızı tamamladığımız bu marinadan saat 11.00’de ayrıldık ve ge­çen yıl Ataköy Marina’da bağlı du­ran yabancı bayraklı bir motoryatın Amerikalı kaptanının tavsiyelerine uyarak yine bir minik mercan kaya­lığı üzerine yerleşmiş otel ve lokan­tanın önüne gidip şamandıralı to­nozlardan birisine bağlandık. De­mirlemek yasak, gecelemek 25 Do­lar US. Denize girdik, önümüzde 200 metre uzağımızda mendirek gibi bir mercan kayalığı, üzerinden deniz aşamıyor, içi havuz sanki, al­tımızda da 12 metre su var. Ada yüksek değil, belki 20 metre belki daha da az, yüzeyi bizim Sivri Ada’nın yarısından da küçük, hap gibi bir şey, ama yakıt istasyonu var, butiği var, barı var. Saat 17:00 ile 18:30 arasında “happy hours” (vakti kerahet olmalı) ve içkiler yarı fiyatına, insanlar teknelerinden çıkıp barda toplanıyor, canlı müzik (teneke çalan bir adam ve sintesayzeri) eşliğinde güneşin batışını seyredi­yorlar, biz de umuma uyduk.

KÖPEK BALIKLARI!..

Akşam, hava karardıktan son­raydı Efendi Kaptan Ahmet tekne­nin yakınında büyücek bir balığın dolaştığı haberini getirdi, biraz he­yecanlıydı. El fenerine davrandık ki, ne görelim; altımızda boyları 1,5 m. boyunda köpek balıkları, üçü beşi bir arada geziniyorlar; anaaa, biz bugün burada yüzmedik mi? Havhav balıkçıkları ışıktan rahatsız olup derine doğru kaçıyorlar, bir suskunluk çöktü hepimize. Sonra­dan kitaptan okuduk ki, bölgede köpek balığı, barakuda ve deniz kaplumbağalarına sıkça rastlanırmış; saldırı olayları pek az olurmuş ama yine de dikkatli olunmalıymış. Biz onlara saygılı davranırsak onlar da bize saygılı olurlarmış; mış, mış da ya ben ayaküstü denize atladığımda bunlardan birisinin kafasına düşseydim?

Bir milden daha yakın mesafede Tortola Adası’nın doğu ucu üzerinde bir ufak havaalanı var, uçaklar gece saat 10:00’a kadar inip kalkıyorlar, pek hareketli bir yer. Diğer taraftan Virgin Gorda Adası’nın bir burnuna yakın yerde, üç küçük koyu oluştu­ran kayalar arasında bir doğa par­çası var ki, görülmeye değer. Tu­rizm broşürlerinde bol bol fotoğraf­ları var, adı Baths, yani hamam. Köpek balıklı gecenin sabahında şamandıramızı koyuverdik ve hama­mın önüne gidip, sarı renkli şaman­dıraya bağlandık. Buralarda şaman­dıralar renklere göre düzenlenmiş, boyları 55-85 feet ve deplasmanla­rı 25 tona kadar olan teknelerle bü­yük charter yatları sarı şamandırala­ra bağlanıyorlar. Önerilen bağlı kal­ma süresi 90 dakika, yani hamama git, şnorkelle dal, kayalar arasında dolaş ama sonra burayı terk et, baş­kaları da yararlanacak. Mat’ın boyu 62 feet de kilosu biraz fazla tombu­lumun, 43 tonluk, yine de bağlan­dık, bulunduğumuz yer hafif solu­ğan alıyor. Patalyalarla kayalıklara gidiliyor ama sahile çıkmak solu­ğandan dolayı olağandışı; patalya­dan denize girmek gerekiyor. Gö­rülmeye değer bir yer, ancak ada­nın bir başka tarafına turist gemisi de gelmiş, hamamı oluşturan üç koycuk da tıklım tıklım. Dorchie, Nilgün ve Ali gittiler, yüzüp, gezip, görüp, mutlu döndüler.

Saat öğleye yaklaşırken şaman­dıradan ayrıldık. Adanın kuzey yü­zündeki bir başka koya gideceğiz, 12-14 mile yakın yolumuz var. Cenova yelkenimizi bastık, tekneyi 10 mil esen rüzgârın önüne saldık, kimi zaman çocukların uydurup oynadığı, üzeri­ne civciv tüyü dikilmiş tahta parça­sından gemiler gibi, tıngır mıngır 3-4 notla, karışık salatadan ibaret öğ­le yemeğimizle birlikte akıyoruz.

Yine mercan kayaları ve arala­rındaki yolu markalayan kırmızı ye­şil şamandıralar belirdi önümüzde. Koya girerken kırmızı şamandırayı sancakta, yeşili iskelede bırakaca­ğız, yani bizdekinin tam tersi. Gir­dik, koy büyücek, içinde üç demir yeri ve üç marina + otel + kulüp barın­dırıyor. Önce sancaktaki Drakes Anchorage (korsan Dreykin demir yeri) ilgimizi çekti. Sahildeki otel ve lokanta kapalı ya da terk edilmiş, demirde yatan bir tekne var, tam aradığımız inziva yeri. Demirledik, mercan kayalarının dışında koca­man ama çok kocaman bir katamaran yolcu gemisi demirli duruyor, servis botları ile sahile yolcu çıkarı­yorlar, anlaşılan hamamı dolduran­lar da bunlardı. Gemi her iki gövde­sinden birer demir atmış; tek de­mirde yatarsa gövdenin birisi acaba başını alıp gider mi ki?

BARAKUDA!...

Bizim dalgıç ekibi, Dorchie+Nilgün+Ali botla demir yerimizi çevre­leyen kayalığın (reef) lagününe dal­maya gittiler; dürbünle takip ediyo­rum. Dalıp dalıp bir şeyler çıkarı­yorlar sanki. Öylesine ortalığı sey­rederken birden nasıl olduysa deni­ze baktım, girip yüzsem mi diye dü­şünüyorum; anaaa o da ne? Tam dibimizde, teknenin sudaki gölge­sinde kesinlikle boyu 1,5 metre bir balık öylecene sessiz sedasız duru­yor. Ahmeeet oğlum bu ne ki? İyi­ce bakınca seçtik ki, bu kez dostu­muz bir barakuda. Tekne boyunca yavaş yavaş gidip geliyor, arada sı­rada altına saklanıyor sadece kafa­sını ya da kuyruğunu görüyoruz, gitmiyor. Dalgıçlar dönüyorlardı, uzaktan işaretle sessiz olmalarını is­tedik, yol kestiler ama balık bir an­da harekete geldi, 5-6 metre öteye fişek gibi fırlayıp açıldı ve tekrar durdu, sanki bota yanaşması için yol veriyordu. Sevgili hayvanımız bir süre daha bizimle eğlendi, fo­toğraflarını çekmemiz için poz ver­di, sonunda da kendisinden aşırı derecede rahatsız olan Ahmet’in, bir anlık açtığı septik tank vanasın­dan yolladığı malzemeyle yaptığı şakayı (!) beğenmeyerek yolunu seç­ti ve gitti, baradukalar canlı av seviyorlar, anlaşılan.

Demir yerimizin karşısında, do­ğuda Bitter End Yacht Club marinası ve oteli var Sabah 09:00 dola­yında kalktık, biraz da sahili elleye­rek karşıya geçip bir şamandıraya bağlandık, hava güzel, açık aralık­larla yağmur eksik değil. Çevre charter yatları ile dolu, genel olarak gördüklerimizin yarısı tek gövde, yarısı katamaran. Katamaran bütün Karayipler’de çok yaygın kullanılı­yor, charter yapanların pek sevdiği bir tip.

JOST VAN DYKE…

Akşam sahile yemeğe çıktık, or­tanın üstünde bir fiyata ortanın hay­li de altında lezzetsiz ama bol kepçe bir yemek yedik, teknede yemediği­mize pişman olduk. Burada da bir gece kaldıktan sonra yine ağırdan alarak bu kez motorla adalar arasın­daki geçitleri kullanarak adını çok duyduğumuz Jost Van Dyke (Hollandalı olmalı) Adası’na yöneldik. Hava yarı kapalı, hayli ru­tubetli ve sıcak. Gerek Furuno Weatherfax cihazımızla Boston’dan al­dığımız sinoptik haritalarda görü­len, gerekse bölge radyosunun ha­va raporlarında bildirdiği gibi mevsi­min ilk tropikal fırtınası kuzeyimiz­de bir yerlerde, Bahamalar’ın da kuzeyine kayarak ortalığı karıştıra karıştıra yavaş yavaş Atlantik’e yü­rüyor, rüzgâr sürati 50 notlarda, dalga boyları 5 metre. Hava harita­larında bu fırtınanın cinsi önceleri “subtropikal” olarak görünürken, daha sonra “tropikal” olarak değişti ve adı ANA olarak kondu. Radyodan edindiğimiz bilgilere gö­re 1871 yılından beri ilk kez bura­da Nisan ayında bir “tropical ga­le” görülüyormuş. Bize de Ana’dan biraz soluğan ve de bu acayip sıkıntılı yağmura doygun ha­va sarkıyor. Jost Van Dyke Adası’na yaklaşıyorduk ki, yağmur birden boşandı, göz gözü görmüyor, deni­zin üstü pıtrak pıtrak, fotoğraf çek­tim, her yer gri, başka hiçbir şey gözükmüyor. Aradan yarım saat geçince de her şey bitti ve kendimi­zi tatil broşürlerinde çok sık görülen Sandy Spit mercan adacığının yanı başında bulduk; üzerindeki hindistan cevizi ağaçları (coconut) ve mer­can kumlu sahili ile gözlerimiz şen­leniyor. Bu ada bir koyun ucunda yer alıyor, dört metre suya demirledik, denize girdik ki, yağmur geri geldi; Nilgün’le Doreen için iyi bir saç yı­kama fırsatıydı, değerlendirdiler.

Jost Van Dyke’ın güney sahilin­de 2-3 koy var, sırayla hepsine gi­rip çıktık, birisinde demirleyip, çayı­mızı içtik, denize girdik ve kalktık asıl limanı Great Harbour’a girip demirledik. St. Lucia’da tanıştığımız ve ikiz yelken mafsalını kopyaladığı­mız Simply Magic yatı da burada, eller kollar sallandı, selâmlaştık, ak­şamüstü de kıç güvertemizde birlik­te birer içki içtik. Herkes aradan ge­çen zaman içinde yaşadıklarını an­lattı. Kaza geçirmişler, adamın biri­si tekneyi çok beğenip fotoğrafını çekerken nasıl olmuşsa kendi demir halatı koyuvermiş ve vizörden baka baka gelip tekneye yaslanmış. Burada demirli 50 dolayında yatın arasın­dan çıktık ve Tortola Adası’na inme­ye başladık. Adanın batı ucunda adalar var, aralarından geçerken 3 not akıntıya karşı gidiliyor, biraz ile­rimizde de Amerikan bakire adala­rından St. John gözüküyor; bunlar da aynı cinsten. ABD bu adaları 1917 yılında 25 milyon dolar altın karşılığında Danimarka’dan satın almış, şimdi turist kaynıyorlar. Ara­da deniz üzerinde yer yer şamandı­ralar var, sanki hudut belirlenmiş, feribotlar iki yönlü çalışıyor.

Tortola’nın en batı ucunda Soppers Hole Koyu ve marinası var, de­rinliklerini beğenmedik ve girme­dik, doğuya gittikçe Nanni Cay Marina’ya geliniyor; çok sıcak olur­muş, oraya da girmedik ve geldik asıl ana liman olan Road Town’a. Burası biraz büyücek bir koy; büyük yolcu gemileri için yapılmış yeni is­kele limanın ortasına kazık gibi çıkı­yor, yük gemileri için ayrı bir termi­nal var ve de beş tane ayrı marina et­rafa yayılmış vaziyetteler, altıncısının yapımı sürüyor. Her yer tekne dolu, charterci Moorings şirketinin kendi marinası var, tekneler dizi di­zi duruyorlar, sezon artık kapanı­yor, limanlar böylesine doluyken açıkta gezen bir sürü yat nerede ba­rınacak, kestirmek mümkün değil.

BVI (British Virgin Islands) vergi cenneti olarak isimlendirilen yerler­den birisi. Hayat çok pahalı çünkü adada hiçbir şey yetişmiyor, her şey ithal malı. Ne var ki, burada avukat­lar aracılığı ile uluslararası ticaret için şirket kurmak çok ucuz. BVI bayrağı altında tekne sahibi olmak kolaylıkla mümkün, bazen yatların arkasında bağlama limanı olarak görülen Road Harbour işte burası.

ŞU BAYRAK MESELESİ…

Bayrak meselesine gelince iş yi­ne alevleniyor. Türk vatandaşları, kendi kullanımları için ikinci el piya­sasından satın aldıkları yatlarını başka ülkelerin bayraklarına muhtaç kal­maksızın, muhtaç bırakılmaksızın, acaba ne zaman kendi öz bayrakla­rı olan Türk bayrağı altında tescil ettirebileceklerdir? Ne zaman? Bu yol neden kapalıdır? Bu yol örne­ğin, Avrupa ülkelerinde neden açık­tır da bizde kapalıdır? Bilir misiniz ki; Türkiye’de borcundan dolayı ha­ciz edilen ve bu nedenle mahkeme­ce satışa çıkarılan yabancı bayraklı bir yatı arttırmaya katılan bir Türk vatandaşı aldığı zaman ona Türk bayrağı çekemez. Hal böyleyken bunu başarmış olanların var olduğu söyleniyor. Eğer söylenenler doğruysa, haciz yoluyla da olsa hacizsiz de olsa, her Türk vatandaşının satın aldığı ikinci, üçüncü ya da yirminci el yabancı bayraklı yatına Türk bay­rağı çekme hakkı vardır; aksi halde bu çifte standardın bir açıklaması ol­ması gerekir. Burada hukuki bir du­rum var ve neden hukukçular ko­nuyla hiç ilgilenmezler? Yassa­aahhh gardaşım yassaaahhh işte! Biz hep böyle mi yaşayacağız yani?

Nerede yazıyor satın alınan kul­lanılmış yatlara Türk bayrağı çekile­meyeceği? Yıllar önce ithalat reji­minde ticaret gemileri için böyle bir hüküm vardı belki. O zamanlar da­ha Denizcilik Müsteşarlığı yoktu. Sanıyorum ticaret gemileri için cins ve boyla ilgili bir ayırım bugün de var. Neden var? Sorunun cevabını gemi sahipleri, işletmecileri ve ya­pımcıları bilmelidir. Özel yatlar için aynı kurallar mı geçerli olmalı? Ola­nakları kısıtlı amatör denizci kim bilir kaç vatandaşımızın, gönlünde ya­tan tekneye sahip olamadığı için hevesi kursağında kalmıştır? Olmaaaz, yat alacaksan yeni olacak; ne­denmiş? Kullanılmış otomobil, kul­lanılmış ev, bisiklet, motosiklet, el­bise, ayakkabı, uçak, av tüfeği, her şeyi satın alıp kullanmak mümkün de malın adı yat olunca değil. Biri­lerimiz bu soruları genişletmeli ve birilerimizden de cevapları gelmeli, mevzuat değişecekse de değişmeli. Denizci ülke olmanın yolu sadece yeni gemi kullanmaktan geçseydi eğer, Yunanistan bugünkü durumu­na herhalde gelemezdi.

ATLANTİK HAZIRLIĞI…

Tortola’da Ana’nın üfürüp bit­mesini, havanın mevsim normalle­rine dönmesini beklerken boş du­rulmuyor. Doreen ve Nilgün, hava koşulları nedeniyle yemek pişiremeyeceğimiz günler için önceden yemekler hazırlayıp seyyar dipfrize yerleştiriyorlar. Armanın kontrolü, güvenlik bantlarının döşenmesi, panic bag’lerde taşıdığımız el fener­leri, GPS gibi aletlerdeki pillerin ye­nilenmesi, makaraların kontrolü, halatların tasnifi, can yeleklerinin vücutlarımıza göre ayarlanması, ha­zırlık işlerimiz arasında.

Kamyonetten dönme arkası açık, tepesi tenteli bir taksiyle ada turu yaptık; bu arada yola çıkaca­ğımız koyu saptadık. Marinadan sabah ayrılıp seçtiğimiz koyda de­mirleyeceğiz, denize gireceğiz, son kez kurallarımızı konuşacağız ve yıllar sürmüş bir hayalin nasıl olup da gerçekleşebildiği hayreti içinde uykuya dalacağız.

Ertesi sabah erkenden, amatör dünyamız içinde öğrendiğimiz şek­liyle denizcilik zanaatını uygulama­ya başlayacağız, yeni deneyimler edineceğiz; yürekleri deniz sevgisi dolu altı kişi, yeni bir kader birliğine hazırlanıyoruz. İngiltere’deki MetWorks’la temas kurduk, tasarladı­ğımız yolu onlar da öneriyorlar. Hareket günümüz yaklaştıkça ha­va koşullarını birlikte daha yakın­dan takip edeceğiz. İki gündür yağmur yağmadı. Görünen o ki, her şey normal giderse Nisan’ın 30’u veya Mayıs’ın 1’inde yola çı­karız; ilk etap Azorlar, 2250 Dm yolumuz var, bugün 28 Nisan Pa­zartesi, Tortola’da son hazırlıklarımızı yap­tık. Alacaklarımızı aldık, kumanya­mızı tazeledik, marina ile hesabımızı kestik, bir gün önce adayı kamyonet­ten dönme taksi ile gezerken görüp be­ğendiğimiz bir koyda hem yüzmek hem de gecelemek üzere pontonumuz­dan ayrılıp, karşıdaki marinanın Shell yakıt istasyonuna yanaştık.

YAKIT KONUSU…

Özellikle Karayip’te yakıt alırken çok dikkatli olmak gerekiyor. Kesinlik­le, bilinen marka yakıt istasyonları ter­cih edilmeli. Nedeni basit ama çok teh­likeli; adı duyulmamış kenar köşe yakıt istasyonlarında veya cerikenle satılan mazotun çoğu kez düşük kaliteli ve yağlama özelliği olmayan cinsten olabi­leceğini bir Amerikan yat dergisinde çı­kan yazıdan öğrenmiştik. Bu düşük ka­liteli mazot, yakıt pompası elemanları­nın kuru çalışmalarına ve sürtünme ile aşınıp bloke olmalarına neden olmak­taymış. Yazıyı okuduktan sonra yakıt alırken daha da dikkatli davranmaya başladık. Öğrendiğimize göre de yat tu­rizmi filolarının bulunduğu marinalardaki istasyonlar en güvenli olanları, yat turizmi filoları yakıtlarını bu denenmiş istasyonlardan sağlıyorlar. Darda kalıp, özelliği bilinmeyen türden yakıt almak gerektiğinde depoya, kıçtan takma motorlarda kullanılan iki zamanlı motor yağından bir miktar kesinlikle katılması gerektiği de okuduğumuz yazıda öneril­mekteydi. Tortola’da yakıt aldığımız is­tasyon tamamı Moorings şirketine ait bir marinada bulunmaktaydı. Yakıtı ve­ren personel, yakıtın nasıl devamlı kontrol edildiğini ve ekstra filtreden ge­çirildiğini her nedense ayrıca anlatmak ihtiyacını hissetti.

Su tanklarından ikisini ilave yakıt tankı olarak kullanmayı kararlaştırmış ve gerekli bağlantıları yapmıştık, ancak daha hiç doldurmamıştık. Artan kapa­site ile yakıt almamız uzayınca yanımızdaki pontonda bağlı yatan Amerikan bayraklı teknenin sahibi ile sohbete dal­dık ve laf arasında gecelemeyi düşün­düğümüz koyda denize giren birçok ki­şinin acayip bir kulak hastalığına yaka­landığını öğrendik. Burada yüzenlerin kulaklarına bir cins mantar yapışıyor, duyma bozukluğu yaratıyormuş; tabii hepimizde hoşafın yağı kesti. Seçtiği­miz koy birden “out” yerine “Little Jost Van Dayk” Adası’nın doğu koyu “in” oluverdi, yakıt almamız bitince de Tor­tola Adası’nın güney sahili boyunca yel­kenle yola koyulduk, batıda iki ada ara­sındaki kanaldan geçip kuzeye yükselip demir yerimize ulaşacağız.

Yeni tanklarla birlikte toplam yakıtı­mız 2000 litreye yükselirken, suyumuz da 2000 litreye indi. Volvo Penta TAMD60C tipi 255 BG’deki motoru­muz 1600-1700 devirleri aşmadıkça hava ve deniz koşullarına göre tekneye 7,8 ila 8,2 not sürat yaptırırken 12-14 litre arasında yakıt harcıyor. Ancak baş denizlerine karşı dövünmeye başlarsak, 6 notun altında seyrettiğimiz de oluyor. Rüzgârsız kalırsak, mevcut yakıtımız em­niyet payımızla birlikte 150 saat seyre yetecek ki, bu da 1200 Dm yol eder.

ROTA…

Atlantik geçişimiz için iki rotadan birisi üzerinde karar kılmaya hazırlanı­yorduk. Birincisi Jimmy Cornell’in kita­bında önerdiği, önce Bermuda’nın iyice kuzeyine yükselip oradan doğuya dö­nüp Azor Adaları’na gitmek, ki, yaklaşık 2600 Dm tutuyor; İkinci­si ise Archie ile üzerinde anlaştığımız, Bermuda’nın 100-150 Dm gü­neydoğusuna kadar yük­selip oradan doğuya dön­mek ve arada rüzgârımız olmaz da motorla gitmek zorunda kalırsak, Bermu­da’ya uğrayıp yakıt taze­lemek; bu yol da 2400 Dm tutuyor.

Son akşamdı, MetWorks ile fakslaştık ve deneyimli kap­tanlar önce kuzeye yönelip ticaret rüzgârlarını ortadan keserek karşıya 25 kuzey en­lemi ile 60 batı boylamı yönüne geçmemizi, ki, buraya ka­dar ticaret rüzgârlarının kapsadığı alan 400 Dm genişliğindedir, sonra da kuzeydoğuya dönüp 30 kuzey enlemi ile 50 ba­tı boylamına yönelmemizi önerdiler. Bu noktadan sonra Mayıs’ın 4’ünden başlayarak hafif güney rüzgârları beklendiğini, dolayısıyla dalgaların Bermuda rotasına nazaran çok daha küçük olacaklarının tahmin edildiğini bildirirken, 15-20 not rüzgârla apaz seyirde ne sürat yaptığımızı da sordular; ihtiyat­lı davranıp 7 not üzerinde yaptığımızı bildirdik; bu öneriye göre Tortola-Azorlar arası mesafe de ayrıca kısalıp 2200 Dm’ye iniyordu. Öneri mantıklı geldi, benimsedik ve yeni ro­tamızı saptadık. MetWorks’un elinde dünya denizlerinin yak­laşık her noktası hakkında yıl, mevsim, gün ve saatlere göre düzenlenmiş 150 yıldan fazla bir süreyi zamanı kapsayan istatistiki bil­gi var. Ayrıca devamlı ilişkide olduğu hava istasyonlarından her an bilgi toplayıp kompüterde animasyonla hava tahmini ve rota saptıyor, bu hizmeti de ticaret gemilerine ve yatlara bedeli mukabilinde sunuyor. Ellerinde bilgi olmayan denizler­den birisi ise kimi zaman mahzun, kimi zaman azgın Karade­niz’imiz. Kayralardan birisinde MetWorks’den bilgi almayı denemiştik de kendilerine her gün bulunduğumuz mevkideki hava durumunu bildirirsek bazı tahminlerde bulunabilecekle­rini yazmışlardı.

Bu arada Martinique’de İsviçre bayraklı bir teknenin re­isinden duyduklarımızı da hatırladık. Geçen yıl önce ticaret rüzgârları sonra da kesintisiz esen nefis bir güney rüzgârı ve apaz seyirle 13 günde Guadalup Adası’ndan Azorların Faial Adası’na geçmişler. Söz konusu tekne Atlantik’e her yıl gi­dip geliyor ve her seferinde yeni bir ekibe okyanus seyrinde deneyim kazandırıyor; kulüp teknesi olsa gerek, ya da bir va­kıf malıdır. Boş bulunduk sormadık ve ne olduğunu öğrene­medik; sağlam, denizci, çelebi görünüşlü bir tekneydi. Deniz­le böyle haşır neşir olunca, Whitbread yarışını kazanmak da America’s Cup’ı almak da denizi olmayan ülkelerin denizci sporcuları için mümkün olabiliyor. Şimdilerde, değerli deniz­cimiz Cumhur Gökova’nın eğitim amaçlı gezilerini yavaş ya­vaş uzaklara, dış sulara taşımaya başladığını internetten gör­dükçe insan ümitleniyor ve onurlanıyor. Kimbilir belki de yu­murta çatlamaya başlıyordur artık, göreceğiz.

SON AYRINTILAR…

Jost Van Dayk Adası’nın doğuya bakan koyunda döşen­miş şamandıralardan birisine bağlandık, rüzgâr 15-20 not esiyor, denize girdik, façaya yerleşmiş yosunlar silindi, Şerife’nin dümen palasından arkaya uzanan ve su içinde kalan yekesini Ahmet sert süngerle silip bir güzel parlattı, trim tabı -biz ona kuyruk diyoruz- yerine bağladık, güneş batarken de akşam yemeğimizi yedik ve tumba yatak uykuya daldık, sa­bah 06:00’da kalkıyoruz.

Dönüş rotası: Jost Van Dayk Adası- GİB (Cebel-i Tarık), çizim: Archie Annan

SEYİR BAŞLIYOR…   

Bugün 1 Mayıs 2003, şamandıranın halatını saldık, ağır yol motorla koydan çıktık, kuzeye döndük; motorla giderken fazla devir veremiyoruz, çünkü Şerife’nin kuyruğu pervane­nin suyunda rezonansa giriyor. Bir iki mil gittikten sonra ti­caret rüzgârının içine girmiş olduk, cenova ve ana yelkeni bas­tık, motoru durdurduk, dar apaz bir seyirle ve dalgaları baş omuzluktan teperek sancak kontra 8 not dolayında süratle kuzey rotamıza girdik. Nöbet düzenimiz işlemeye başladı; nö­bet tutanlar havuzlukta, diğerleri ya salonda ya da kamarasın­da yatakta; yolumuz uzun, nöbete gelirken dinlenmiş olmalıyız. Ali gerek Weatherfax cihazı ile doğ­rudan gerekse SSB telsizden Bonito isimli bir program ile kompütere hava raporlarını almaya başladı bile. SSB kayıtları bazen daha temiz çıkıyor, an­ten farklarından olduğunu düşünüyo­ruz. Bu yakada ana istasyonumuz Bos­ton; Kuzey Atlantik’i günde iki kez ba­tı ve doğu olarak bölgesel, ayrıca da bir kez tamamen veriyor.

MetWorks’un önerisini kabul ettiği­mize hep birlikte seviniyoruz. Çünkü hava haritalarında, kuzeyimizde Ber­muda yolunda, fırtınalar görülmeye başladı bile, alçak basınçlar Kuzey Amerika’da göller bölgesinde oluşup doğuya yürüyor, denize ulaşınca da bir band üstünde gibi peş peşe kuzey Avru­pa’ya doğru koşturup duruyorlar. Şu anda görünen o ki, Azorlar üzerinde bir yüksek basınç var, biz oralara gelin­ceye kadar yerinde durursa, son gün­lerde motor seyri kaçınılmaz olacak. Bu arada ticaret rüzgârlarını kuzey yö­nünde geçmemiz bitince, değişken rüz­gârlar bölgesine (variables) gireceğiz ki, orada da bir süre motorla gitmemiz ge­rekebilecek, aynı husus MetWorks’un tahmininde de belirtilmiş.

Nitekim öyle oldu ve bir gece ansı­zın rüzgârsız kalıverdik, ticaret rüzgâr­larından çıkmıştık, şimdi 30 kuzey, 50 batı boylamı yönünde motorla yol al­mamız gerekiyordu. Motor seyrimiz 30’u aşkın saat sürdü ve yine bir sabah saat 08:00 sularıydı, birden, sanki ran­devulaşmış gibi, güney rüzgârı ile bulu­şuverdik; motor “out”, cenova, ana yelken yarım + mizana “in”. Önceleri Şeri­fe’yi kullanmadık, otopilotla seyrettik, ancak daha birinci gecenin içindeydi, otopilotun elektrikli pompası aküyü yiyiverdi; jeneratör çalışmasına rağmen böyle bir durumla karşılaşınca bir şarj problemimiz olduğuna karar verdik. Düzelteceğiz elbette ilk fırsatta; tembel­liği bırakıp Şerife’yi yeniden donattık, 7 not üzerinde sabit bir süratle az dal­galı bir denizde seyrederken huzur do­lu günlerimiz de geriye geldi.

BALİNALAR…

Gündüzleri çevremizde balinalar görmeye başladık, kimi zaman tek, ki­mi zaman sürü halinde; kimi­si bizim İstanbul Belediye­si’nin Haliç’te helikopter dü­şüren fıskiyesi gibi üflüyor sanki (bu tarif galiba biraz av­cı palavrasına benzedi). De­mek istediğim bayağı yüksek su püskürtüyorlar, nefesi güç­lü yaratıklar bunlar. Her bali­na gördüğümde sevgili dos­tum, değerli insan, yazar, kaptan Oktay Sönmez’in yaşamını anlattığı “Güneşi Hüzünlüdür Kutup Denizlerinin” kitabı aklıma geliyor. İnsanların bu can­lılara verdiği zararın boyutlarını anla­mak için kitabı bir değil, kafalara iyice dank etsin diye, birkaç kez okumak ge­rekiyor.

Artık mercan kayalıklı sığ sulardan açıkdenize ve derin sulara çıktık ya, ol­tamızı peşimizden salabiliriz. Sığ, özel­likle mercan kayalarının olduğu sığ su­larda balık tutmak ve bunları yemek riskli bir iş. Bu tür sularda yaşayan ba­lıkların etinden zehirlenmek mümkün. Zehirlenme sonucundaki öldürücü has­talığın adı Ciguatera (siguatera okunuyormuş). Şimdilerde, erken farkına var­mak ve zamanında hastaneye ulaşmak koşuluyla tedavisi mümkün olabiliyor­muş. Tedaviye rağmen ömür boyu sü­ren bir alerjiyle beraber yaşamaya da alışmak gerekiyor. Buralarda güvenli yol ancak yerlilerin tuttuğu balıkları ye­mek. Çünkü, onlar bu hastalığı ezelden beri bilir, tutulan balıkları zehir taşıyıp taşımadıklarına göre ayırabilirlermiş. Balık büyüdükçe zehirlenmenin ağırlaş­ma olasılığı da yükseliyor. “Denizden babam çıksa yerim” gibi ham halat bir iddia söz konusu sularda geçmiyor, maalesef her balığın eti yenmiyor.

Şimdi bulunduğumuz sularda hâlâ balina avlayan gemiler var; ne var ki, bu gemilerin çoğunluğu bütün dünya ülkelerinin imzaladığı ve balina soykırı­mına son veren anlaşmaya katılmayan Japonlara ait, galiba Ruslar da aynı şe­kilde devam ediyorlar. Balinalara za­man zaman bu kadar yakın olunca say­gı duymamak elde değil. Kimisi Mat’tan da büyüktü gördüklerimizin. Bir ara iki gece peş peşe, ufukta kuvvet­li bir ışık gördük. İkinci geceydi, önce­leri ufkun ötesinde ama aynı rotada gidiyormuşuz gibi gözüktü, sonra yaklaş­maya başladı, balıkçı gemisiymiş. Tel­sizle arayıp konuştuk, arkasından ağ çekiyormuş ama derin sürüyormuş, en­dişelenmeye gerek olmadığını söyledi, biraz biz rotamızı değiştirdik, biraz da o yapacağını yaptı, arkasından geçtik. Balina ağla avlanmadığına göre, her­halde orkinos ya da karides ya da kala­mar topluyordu, sormak istemedik bile ne tuttuğunu.

YUNUSLAR…

Yanımıza sık sık yunuslar da geli­yordu, kimi zaman da kocaman kanat­lı kuşlar uçuyordu çevremizde. Bir baş­ka gece bir başka balıkçı gemisi ile çok yakın geçiştik, arkasından çektiği ağın uç şamandırasını 1 milden fazla açıkta radarda görmek mümkündü. Yine bir başka gece de ufuk hattında çok kuv­vetli çakan iki ışık gördük, Ahmet deni­zaltı olabileceklerini ileri sürdü, askerli­ğini yaparken bir kez görmüş, gece manevralarında su üstüne çıkınca böy­le çakarlarmış; bence balıkçıların ağla­rıydı, nitekim arada sırada yanımızdan üzerinde radar reflektörü bulunan şa­mandıralar da geçiyordu.

ARGO ARMADA PROJESİ…

Okyanuslarda katliam devam ededursun, bir taraftan da gayet ciddi araştırmalar sürmekte. Örneğin, Argo Armada isimli bir projenin uygulamaya konmuş olduğunu sonraları Horta’da elimize geçen bir yayından öğreniyo­ruz. Argo Armada projesi 2004 yılın­da, yani önümüzdeki yıl, tamamlanmış olduğunda 3000 adet şamandıradan oluşan bir filo kurulmuş olacak. Gide­rek büyüyen bu şamandıra filosu 2000 yılından beri Kuzey Atlantik ve Güney Pasifik okyanuslarında deniz suyu sı­caklığını, tuzluluk oranlarını ve akıntıla­rı saptayarak uydu aracılığı ile bir mer­keze ulaştırıyor. Bu akıllı şamandıralar akıntı ile derinlerde sürüklenirken her 10 günde bir kez bulunduktan derinlik­lerden yaklaşık altı saatte su yüzeyine yükselirken gereken bilgileri topluyor ve açık havaya ulaşınca da bir saat süren bir yayın döneminde hepsini uyduya gönderip tekrar dalmaya başlıyorlar. Proje tamamlandığında şamandıraların adedi her ne kadar 3000’e ulaşacaksa da denizlerde dolaşan yatların bunlara rastlama olanağı hemen hemen hiç ol­mayacak; kimseye görünmeden kendi başlarına sessiz sedasız dünyamızı ve doğayı tanımakta bizlere yardımcı ola­caklar.

Nilgün’ün de katılımıyla iyice şen­lenen kuzinemizden çıkan mönüler yol­cu gemisi kalitesinde. Denizcilik bilgisi, becerisi ve deneyimi olan arkadaşlarla birlikte seyretmek her bakımdan hem zevkli hem de güvenli. Yolculuğun iki büyük ayağında, giderken Kemal ve Nesrin Ayata, şimdi dönerken de Ali ve Nilgün Gündüz gibi insanın güvenebileceği dostlarıyla birlikte olması çok önemli bir unsur. Tortola’dan aldığımız son şa­raplar feci pespaye türden çıktı, içilir gibi değil, ucuz etin yahnisi de böyle oluyor işte.

GEÇEN GÜNLER…

Nöbet düzenimiz değişmedi, gün­düz dört saatlik üç nöbetimiz var, gece üç saatlik dört nöbet tutuyoruz; mehtap ge­celerimizi aydınlatmak istiyor ama be­ceremiyor çünkü gökyüzü hep kapalı, çok az güneş görerek yaptığımız bir se­yir bu seferki. Mayo giyip güneşlenme­yi düşünmek dahi mümkün değil, hava iyice serin, polar giyiyoruz. Günlerden bir gün hemen yanı başımızda, 20 met­reden yakın bir mesafede, sırtı yeşilim­si, karnı beyaza yakın kocaman bir ba­lık belirdi, boyu 4 metre dolayında var­dı, kah sancakta kah iskelede bizimle birlikte gidiyor, iki yanında birer  adet kısa yüzgeçleri var. Su püskürtmü­yor, demek ki, memelilerden değil, arada sırada sırtını ve yüzgecini göste­riyor. Sanki köpekbalığı ama acaba ne cins? Kitaptan baktık bir şeye benzete­medik, bir süre sonra herhalde canı sı­kıldı, birden döndü dalıp altımızdan geçti ve kayboldu gitti. Serin denizlerde yaşayan, ağzı açık olarak yüzeyde gezi­nip plankton toplayarak beslenen, za­rarsız, Basking Shark cinsinden olabile­ceğini varsaydık.

AZORLAR…

Konforlu sancak kontra yelken sey­rimiz, kesintisiz 10 gün sürdü. Azor yüksek basıncının içine girmeye başla­yınca rüzgâr azalmaya başladı ve 14 Mayıs Çarşamba günü saat UTC 14:00’de tamamen kaldı. Soluğan el­bette var ama rahatsız etmiyor, Atlan­tik solumadan yapamıyor anlaşılan; motoru çalıştırdık ve Faial Adası’nın Horta limanında akşam saat 22:27’de rıhtıma bağlanıncaya kadar hiç durdur­madık. Bu geçişimizin özeti şöyle; Jost Van Dayk Adası’ndan Faial Adası’nın Horta limanına 348 saatte yani tam 14,5 günde gelmişiz ve 2284 Dm yol yapmışız. Rüzgârsız kaldığımız bölgele­ri aşmak için 97,45 saat motor çalıştı­rarak 695 Dm yol yapmışız. Kalan 1589 Dm’yi 250,15 saatte yelkenle geçmişiz, yelken/motor ortalama süra­timiz 6,56 not. Bizden sonra limana daha bir hayli adet boy boy yat geldi. Bura­sı Atlantik’i batıdan doğuya geçenlerin ilk uğrak limanı. Her yıl haziran ve temmuz aylarında buradan 1000 do­layında yat geçermiş. Bermuda rotasın­dan gelen bir maksi herhalde boşluğa rastlamış olacak son beş gününü motor­la yürümüş, bu arada filtresi tıkananlar da var. Bölgede hava çok sık ve çabuk değişebiliyor.

DUVARA YAZI YAZILIYOR…

Horta’da kaldığımız iki tam gün içinde Archie, Nilgün’ün de yardımıyla, limanın kara tarafındaki duvarına bin­lerce başka yatın isimleri arasına bizim­kini de boyadı; en son galiba geçen yıl buraya uğramış başka bayraklı bir yatın, yere boyalı ambleminde Zafer adında bir amatör denizcimizi de görünce çok hoşlandık. Başka T.C. bayraklı yat ismi göremedik ama olduğunu biliyoruz, bulmak için limanın duvar­ları boyunca adım adım tetkik gezi­sine çıkmak gerek, saatler sürer.

Azorlar Sao Miguel’e damgamızı bastık…
Sao Miguel’e damgamızı bastıktan sonra… Doreen, Teoman, Ali (Gündüz), Archie ve önde Ahmet…

Azor Adaları Portekiz’e ait özerk bir bölge, Açores olarak yazılıp assores okunuyor. Balıkçılık, hayvancılık ve tu­rizm ana gelir kaynakları. Tamamı vol­kanik, her adada bir ya da birkaç kra­ter var. Biz Faial, Terceira ve Sao Mi­guel Adaları’na uğradık, aralarındaki uzaklık 60 ve 90 mil dolayında. Sao Miguel upuzun ve en büyük ada, takı­mın başkenti de burası, 150 bin dola­yında nüfusu var, üç yeni marina yapılı­yor. Azorlar giderek kuzeyden, örneğin İngiltere’den veya Almanya’dan gelen yatçıların uğrak yeri haline geliyor. Bu­rada soluklanıp ya daha aşağılara ya da Akdeniz’e yöneliyorlar. Sevgili dos­tumuz İlkay Bilgişin’in böyle bir gezisi Yelken Dünyası’nda yıllar önce yayım­lanmıştı, buraları gördükten sonra ke­sinlikle yeniden okumak gerekiyor. Şu Yelken Dünyası’nın yıllara ve konulara göre düzenlenmiş bir fihristi olmalı, faydalı birçok bilgiye ulaşmak için şim­di ara dur bakalım; Mesut Baran belki yapar?

Lizbon’a her gün uçak var uçuş sü­resi iki saat. Adalar arasında feribotlar çalışıyor. Dağlar tepeler her yer ya yemyeşil bitki örtülü ya da simsiyah lav kayalı. İnsanları son derece medeni, cana yakın, yemeklerin, özellikle deniz ürünü ağırlıklı olanların, tadına doymak mümkün değil, kendine özgü bir mut­fakları var. Adamlar gerçekten deniz­den çıkan her şeyi yiyorlar. Ancak, taş parçalarına yapışık olarak sofraya sun­dukları çiğ ve soğuk olarak yenilen, teknelerimizin altına yerleşen kekamoz ’a çok benzeyen bir kabuklu deniz ürü­nü var ki, yemesi de yutması da pek kolay değil. Ola ki, giderek kirlenen ve yabani avlanma metotları ile balıkları yok edilen denizlerimiz bir gün bizleri gerçek kekamoz yemekten zevk alır hale de getirir. Belki rakı eşliğinde gü­zel de gider.

Adalar Portekiz’in Salazar diktatör­lüğü döneminde çok ihmal edilmiş ve insanları bütün dünyaya kapalı yaşatıl­mışlar. Örneğin televizyon yasakmış. Salazar buraya bir kez dahi gelmemiş, hadi sıkıyorsa de bakalım şimdi “ora­da bir ada var uzakta, gitmesem de görmesem de benim adam­dır”, vaa mı böyle dümen? Bugün adamın arkasından lanet okuyorlar; neyse ki, ordu, adamı hır gür yaratma­dan koltuğundan kan dökülmeksizin indirivermiş. İngiliz krallarının, kraliçeleri­nin hatta veliahtların bütün kolonileri çoğu zaman şimdilerde hurdaya çıkan son kraliyet yatı Britannia ya da askeri bir gemi veya uçakla ziyaret etmeleri­nin temelinde yatan düşünce nire Salazar’ınki nire? Adam iki saatlik yolu bile uçmamış, 50 yıllık iktidarı süresince. Diktatörlerin hep korku içinde yaşama­ları, yaptıklarının doğru olmadığını bil­melerinden ve hep arkadan vurulmak­tan korkmalarından kaynaklanıyor ol­malı. Pek akıllıca seçilmiş bir yaşam şekli değil, adam gibi yaşamak varken.

Portekiz’in Avrupa Birliği üyesi ol­ması ile işler belli ki, hepten değişmiş, paralar akıyor, yollar, otoyollar yapılı­yor, birlikten kuvvet doğuyor, artık her yer Avrupa, yaşam aynı kalitede olma­lı. Milli bayraklar henüz var ama her­halde yakında tarihe karışacaklar. Azorlar’dan ABD’ye göç edenlerin sa­yısı hayli yüksek. Ne var ki, göçmenler, her fırsatta adalarına para aktarmaktan da kaçınmıyorlar, her yerde yeni inşaat görülüyor, tipik tarihi yerlere ise hiç dokunmuyorlar, özenle koruyorlar.

İNSANCA YAŞAMAK!...

Bir ülkede yaşayan insanların mut­suz olmaları için o ülkenin illa da dikta­törlükle idare edilmesine gerek yok. Seçimle işbaşına gelinmesine rağmen uygulamada devletçiliğin dozunu iyice kaçırınca benzer durumlar doğabiliyor, örneğin;

•Vatandaşların seyahat özgürlükle­rinin uyduruk nedenlerle kısıtlanması,

•Kümese tıkılmış tavuklar gibi muamele görmeleri ile yurtdışına çıkmalarının yasaklanması veya iki hatta üç yılda bir kez ile sınırlanması,

•Cebinde yabancı para ya da sigara, evinde viski bulun­duranların hapishanelerde ikâmete zorlanmaları,

•Düşünürlerden ve yazar­lardan korkarak her fırsatta canlarına ot tıkanmaya çalışıl­ması,

•Menkul kıymetler borsasının adının ağıza dahi alınma­ması,

•Devlet tahvili faizinin en sağlam gelir kaynağı olduğu iddiası ile kısa vadeye yüksek faiz yerine, uzun vadeye yük­sek faiz uygulayarak milletin parasının çarçur edilmesi,

•Uygar ülkelerde öteden beri var olan kazanmak ile kâr etmek fi­illerinin iki ayrı kavram olduğu bilgi ve bilincinin gelişmesinden vatan­daşların mahrum bırakılarak, ümit dediğimiz ve insanı geleceğe bağla­yan sürücü duygudan yoksun yaşa­malarına neden olunması,

•Her şeyde ve her yerde dövlet, dövlet, diyerek vatandaşın vatandaş gözünde dahi sindirilip unutturulmaya çalışılması.

Bütün bunlardan çoook çok daha önce matbaanın kullanılmasına 200 yıl direnilmesi ve daha nice benzer yasak­layıcı uygulama kimleri mutlu edebilir ki, uygulayanları her gün korku içinde yaşatmaktan öteye?

Adalarda, yükseklerde uçan ve kar­tala benzeyen kuşlar var. Sanırım bizim doğan cinsinden bir yırtıcı, tepelere çı­kınca görmek olası, süzülüp duruyor­lar. Buralara ilk yerleşenler ise bu kuşu kartal sanıp adalara Açor (asor) ismini ver­mişler; Açor çaylak veya kartal gibi bir kuş yani “kartal adaları” ama kartal nanay, yerine doğan verelim.

BOĞA KOŞUSU!...

Azorlar’da toplam altı gün kaldık. Faial Adası’nın tam karşısında 3-5 mil mesafede Pico Adası var. Hava açık olunca Pico yanardağını görmek olası, piramit gibi yükseliyor. Bir gün feribot­la karşıya geçtik, biraz dolanıp yemek yedikten sonra Ali ve ben erken dön­dük. Oysa o gün sokaklarda boğa koş­turulan bir bayrammış. Boğaları yularla bağlı olarak halkın arasına salıyorlar, boğa kovalıyor, insanlar kaçıyor, bir sü­rü komik sahne. Nilgün gülmekten olayların çoğunu videoya çekememiş. Önce boğaları kapalı sandıklar üstün­den yere indirmek üzere kaldırırken ha­lat kopmuş ve sandık içindeki boğa ile birlikte tepetaklak yere düşmüş ve kırıl­mış. Düzeltmeye koşanların yürekleri ağızlarında, çünkü boğa açığa çıkarsa, önüne geleni benzetecek. Gerçekten de sandık kırılınca, serbest kalan boğa çılgına dönmüş halde ilk rastladığı ada­mın birini hastanelik edip stadyumdan tarlalara kaçıvermiş; böylesine acayip bir şey işte, gösteri mi, oyun mu, adet mi, ne olduğu belli değil. Millet eğleni­yor olan da boğaya oluyor.

Çok eskidendi, talebeyken, 50’li yıllarda, İspanya’ya gelip üç ayrı yerde boğa güreşi seyretmiştim. Her seferin­de altışar boğa öldürmüşlerdi, arena de­nilen savaş alanı mezbahaya benzemişti. Sonradan, Oktay Sönmez’in “Ereğlili Memed” kitabında okudum. Bo­ğanın, güreşte zorlandığı vakit arenayı pisletmesin diye bir hafta önceden ye­meğini tamamen keser, midesinin bomboş olmasını sağlar, yaralandıkça can acısı ile böğüremesin diye de ses tellerini bir gece önceden dağlarlarmış; haayyyt be!… erkeklik dediğin böyle olur işte; aslanım boğa, tepele önüne geleni, en büyük sensin, senden büyü­ğü yok.

Burada yaşayanların geçmişteki asıl işleri balina avcılığı olduğu için gö­rülecek şeylerin çoğunluğu da o dö­nemle ilgili, ancak doğal güzellikler baş­ka tabii. Kıyı boyunca balina gözlem yerleri var, nöbetçiler, püsküren suları görünce köylere haber salarlar, balıkçı­lar da ava çıkarlarmış. Merak edenlerin (merhum) Oktay Sönmez’in Güneşi Hüzünlüdür Kutup Denizlerinin kitabını okumalarını öneririm.

YENİ ROTA…

MetWorks’la yazıştık, GİB’e (Cebel-i Tarık) geçmek için pek bir şey söylemi­yorlar, havaların gidişi belli değil, rüz­gâr ve deniz koşulları değişkenliğini muhafaza edecekmiş. Bölgede oraya buraya kayıp duran bir yüksek basınç var ama kuzeyinden hababam alçak basınçlar geçiyor, ayrıca Afrika’nın ku­zeybatı ucunda Marokko (Fas) üzerinden At­lantik’e sarkan hayli durağan bir alçak basınç daha var. Görünüş o ki, rüzgâ­rın gözü doğuda, yani tam kafadan ala­cağız. Göreceklerimizi görüp, yiyecek deniz mahsulü cinsi de bırakmadıktan, bu arada Archie’nin burada da duvara boyadığı basitleştirilmiş amblemimiz önünde bir de toplu fotoğraf çektikten sonra yola çıkmaya karar verdik ve 24 Mayıs Cumartesi saat 10:00’da marina yönetim binasındaki gümrük görevlisi­ne gittik, hareketimizi defterine not et­ti, iyi yolculuklar diledi ve limandan ay­rıldık; rüzgâr 20-25 not tam doğudan, motorla adayı sıyırıncaya kadar ilerle­yeceğiz, sonra yön saptayıp yelkene döneceğiz. Ada bitti, rüzgârın yönü de­ğişmedi, üstüne üstlük işin içine kuzey­doğudan bir de iri kıyım soluğan karıştı, yani kuzeydoğuya gitsek dövüneceğiz ve de yol yapamayacağız, çarnaçar gü­neydoğuya döndük, cenova, anayelken ve yarım mizana ile Şerife yönetiminde gitmeye başladık.

Gel gör ki, çok fazla güneye de inemeyiz, çünkü oradan kuzeye GİB’e yükselmek hayli güç olacak, çok vakit kaybedeceğiz, buradan GİB’e 950 Dm’den fazla yolumuz var; normal şartlarda 1 hafta çeker ama volta volta gideceksek eğer iki haftayı geçeriz. Azorların en doğudaki adası Santa Maria; adanın yakınlarında, tepesinde fener olan ve çevresinde su derinliği 20-30 metre çeken bir de kayalık var ki, balıkçılar bu kayalığın orada ağ çekiyorlar. Denizler kayaların üstünden aşıyor, 1,5 mil sancağımızda bırakıp geçtik. Kayalar arasında bir de demir yeri var, ancak herhalde böyle havalarda yatmak olanağı yoktur.

Güneydoğu yönünde seyrimiz 24 saate yakın sürdü. Ne rüzgâr yönü de­ğişti ne de soluğan, bu rotada devamın anlamı yok. Kuzeye çıkmaya kalkışsak iyice dövüneceğiz ve de yavaşlayaca­ğız, yelkenleri sardık, motora döndük GİB’e 871 Dm yolumuz kalmış, soluğa­nı olabildiğince baş omuzluktan karşıla­yarak 5-7 notla seyre geçtik. Hava de­ğişirse yine yelkene döneriz ama, bu belirsiz koşullarda yerinde saymanın anlamı yok. Ali’nin aldığı bütün hava raporları aynı, şimdi artık Boston çık­mıyor, yerine Offenbach (Almanya) ve Northwood (İngiltere) yayınlarını alıyo­ruz; İkincisinin haritaları çok temiz geli­yor. Doğudan 20 not olarak öngörülen rüzgâr bir ara 50’lere çıktı. Kutuptan kutba uzanan koskocaman bir alan, yer yer koşullar değişiveriyor. Kâh deniz daha çok kabarıyor, kâh rüzgâr azıyor. Gemiler görüyoruz, dalganın çukuruna düşünce kayboluyorlar. Sevgili Sadun Boro’yu hatırlıyorum, son buluştuğu­muzda; “Gel sen beni dinle, bak gitmişken bari Pasifik’ten, Kızıl Deniz’den dön gel, o yolda hava koşulları çok daha iyidir, Kuzey Atlantik daha zordur, yorucudur” diyordu. Denediği için biliyor, kesinlik­le haklı da ancak o işi yapacak vakti başından ayarlamak gerekirdi, biz yap­madık.

Bu pasajımızda sallanıp silkelen­mekten yemek işlerimiz biraz kolaylaş­tırıldı, sandviç veya çorba ile idare edi­yoruz. Daha Azorlara gelmeden ön­ceydi, Nilgün’ün saldığı oltamıza koca­man 4,5 kiloluk bir golden mackarel, altın rengi sırtı olan uskumru cinsinden büyük bir balık takılıydı, Archie galsamasından (solungacından) içeri Tekel cini boca edince gerçekten cin çarpmışa dönen balığın altın rengi hemen laciverte dönüverdiydi. Yarısını yemiştik, kalan yarısı dipf­rizde duruyordu; Efendi Kaptan Ahmet patatesli, soğanlı, sarımsaklı bir balık çorbası yaptı, neredeyse iki günlük doyduk.

İberik yarımadasının Cadiz Körfezi’ne dönen güney köşesin­deki Vincente Burnu’nun soluğa­nı keseceği ve daha az sallana­cağımız belki de yelkenle seyre başlayacağımız ümidiyle, tekne ikide bir yarı beline kadar deniz­lere dalarken, tahterevallide oy­nayan çocuklar gibi ranzaları­mızdan yukarılara savrula savrula yolumuza devam ediyoruz. Burnu geçtik, değişen bir şey yok, nihayet 30-40 mil içeriye girince biraz rahatladık, akşama da bir şey kalmadı, dalga küçüldü, rüzgâr da doğudan güneye kayarak 10 notun altına düştü. Bu ka­dar sallanınca depolardaki mazotun içindeki pislikler de harekete geçtiği için, arada sırada filtre değiştirmek zo­runda da kalıyorduk. Her pasajda oldu­ğu gibi günler geceleri, geceler günleri kovaladı, az gittik uz gittik bir de baktık ki, bir arpa boyu yol gitmiş ve Sao Mi­guel Adası’nın Porta Delgada limanın­dan GİB’e sapmalarımız ile birlikte 1060 Dm yolu 153,5 saatte ortalama 6,81 not süratle aşmış, yolculuğumuzu 115 saat motor ve 38,5 saat yelken seyriyle tamamlamışız. İstanbul’dan ha­reketimizden bugüne dek yaptığımız toplam yol 10800 Dm’ni bulmuş.

CEBELİTARIK…

GİB’e yaklaşırken Med-Cezir akıntısına oturunca tekne 12,5 not süratle seyret­meye başladı. GİB’i artık biliyoruz ya, doğru gümrük pontonuna yanaştık. Nilgün ve Ali’nin İngiltere vizeleri yok, ancak görevliler çok anlayışlı davrandı­lar, bir acentemiz olur da sorumluluğu üstlenirse giriş izni alınabileceğini be­lirttiler. Biz de geçen sefer uğradığımız­da İstanbul’da acente sahibi dostumuz Kenan Türkantos’un bilgilendirdiği acentenin adını verdik, telefonla ko­nuştular, okeyleştiler ve işler halloldu.

Akdeniz rotası, çizim: Archie Annan

…VE AKDENİZ

GİB’de bir tam gün ve iki ge­ce kaldıktan sonra -Atlantik ge­çişimiz hepsi dahil 30 gün sür­müş- 01 Haziran Pazar sabahı saat 09:00’da İspanya’nın 32 Dm doğumuzda bulunan Puerto Banús marinasına yol verdik. Telefonla yer ayırtmak istedik, marina dolu, biraz pahalı olacak ama bize 50 metrelik bir yatın yerini verecekler, kabullendik; herhalde Güliver ve cücelerini oynayacağız. Nefis bir poyrazla saat 14:00’de marinaya geldik ki, Güliver işi gerçek, ancak ter­sine; Güliver ve cüceleri yerine cüce ve Güliver’ler demek daha doğru olacak; iki yanımızda kocaman 2 gemi, birkaç saat içinde araya Antigua hafta­sında yarıştıktan sonra Akdeniz’e dö­nen maksi yatlardan -boylar 30/40 metre arası- iki tane daha gelip girdi ve de cüceliğimiz onaylanmış oldu. Yapa­cak bir şey yok, biz onları seyrediyoruz, onlar da bizi: “Bu tekne nerede ya­pıldı? diye arada soruyorlar, bütün sa­mimiyet bu kadar, kulvarlarımız farklı. Bu limana baştaki manevra pervanesinin (bow thruster) aşı­nan kömürlerini yenilemek için geldik. Pazartesi sabahı tamire vereceğiz, her­halde bir günde yaparlar, bizler de ara­da biraz çevreyi dolaşırız. Turizmin ne menem bir potansiyel olduğunu burada görmek olası; her şey hizmete yönelik. Ortalık daha yaz başlamadan insan kaynıyor, plajlar hurileşmeye çalışan­larla dolup taşıyor, bir hareket, bir ha­reket ki, görmek gerek. Akşamüstü ar­kamızdaki rıhtım kabak gibi kızarmış turist güzellerle doluyor, pantalonlar daracık, göğüsler sıkıştırıla sıkıştırıla yu­karılara sürülmüş, boy gösteriyor, salı­nıp duruyorlar, sarı saç moda anlaşılan. İspanya’ya zaten kendi nüfusundan fazla turist gelirdi; yanlış hatırlamıyor­sam. Daha 70’li yıllarda kendi nüfusla­rı 32 milyondu, turist sayısı ise 34 mily­on. Şimdi artık AB ile birlikte böyle bir oran da kalmamış, burada yaşayan herkes artık aynı ülkenin vatandaşı. Bi­zim 70 milyon nüfusumuzun üstüne yıl­da 75 milyon da turist geldiğini düşün­meyi beceremiyorum, olmaz sanırım böyle bir şey.

HABERLEŞME…

Yol boyunca iletişimle ilgili dene­yimler de edindik. Kanımca SSB en ucuz ama en de zahmetli yol. Yatlarda anten başlı başına bir problem. MAT’ın 750 Watt çıkışlı Skanti telsizi bile uzun mesafelerde yetmedi, anten cihazın gü­cünden daha önemli. Haberleşme için belli saatleri kollamak zorunluğu var, iyonosfer her zaman iyi yansıtmıyor vs. vs. Örneğin Kanarya Adaları’ndan karşıya geçerken Kemal neredeyse her gün İstanbul’daki arkadaşlarımızla ilişki kurmaya çalışmış, başarı oranı %30’larda kalmıştı. Ancak SSB üzerinden çalışan ve amatör telsizcilerin kurdu­ğu SailMail adında bir servis var ki, bağlanabilenler, günde on dakikayı geçmeyen bir sürede yaklaşık bir sayfa e-mail alabiliyor veya gönderebiliyorlar. Dünya çevresinde gezen­ler günlük haberleşmelerinde bu çok ucuz hatta neredeyse bedelsiz sistemden yararlanıyorlar. Ne var ki, internetin yaygın ve zengin düzenine alışmış kişiler için bu süre çok kısa, yetersiz.

Amatör telsizcilerin kullandığı HAM ise bir haberleşme olanağı değil, amatör telsizciliğin gereği teknik bir iletişim yolu, haberleşmeye başladınız mı uluslararası kuralları da çiğnemeye başladınız demektir. Amatör telsizciler dünya­nın her tarafında bu konuda son derece titiz davranıyorlar ve kurallara uyuyorlar; ancak acil durumlarda herkes her zaman yardıma hazır.

GSM cep telefonları, kıyılara yakın olunduğu sürece Akdeniz’in her köşesinde, Atlantik’te Azor, Madeira ve Kanarya Adaları’nda, Karayip’te de Fransa’ya ait olan adalarda ve Fransız Guyana’da çalışıyor. Eski İngiliz ko­lonileri olan adaların çoğunda Cable&Wireless adında bir başka şirketin sistemi çalışmakta. Bu sistemden yararlan­mak için yeni bir telefon ve kart almak gerekiyor. Üç ka­nal olarak tanımlanan sistem ise bu adalarda çalışmıyor ama ABD’de çalışıyor. Bu nedenle üç sistem cep telefonu olan vatandaşlarımız Amerika’ya gittiklerinde iletişim sı­kıntısı çekmiyorlar.

Inmarsat uyduları üzerinden iletişim ise Satcom dediği­miz ve A, B, C, M ve MiniM tiplerinde cihazlarla mümkün. A ve B tipleri her şeyi yapıyor, C tipi teleks ve yazı­lı faks gönderip alabiliyor, doküman veya fotoğraf yollayamıyor ve alamıyor. Mat’ta bir tane M tipi var hem telefon hem de faks haberleşmesine müsait, data da gönderebili­yor. Ne var ki, özellikle Atlantik’te ya güneşin açısı ya da radyasyonu dolayısıyla kötü çalıştığı hatta hiç konuşamadı­ğımız anlar çok oldu. Hele de tekne kıyak yalpalara düştü­ğünde tevcihli antenimiz uyduyu sık sık kaçırıyordu; anteni direğe değil de iki metreden alçak olmamak üzere belki gü­verte üzerine yerleştirmek daha doğru olabilir. Ne var ki, bu cihazın faks bağlantısı telefonundan daha iyi ve süratli çalı­şıyor, nedenini bilmiyorum. Sistem kendisine ait olan ikisi Atlantik, birisi Hint diğeri ise Pasifik Okyanusu üzerinde bu­lunan dört geostasyoner -yerinde sayan- uydudan yararlanı­yor. Satcom haberleşmesi, hele de Türk Telekom numara­sı kullanıyorsanız, hiç ucuz değil, onun için biz olabildiğince faksı telefona tercih ettik. MetWorks’la iletişimimizi de devamlı faksla yaptık. Türk Telekom numarası dışında baş­ka numaralı bir cihaz Türk bayraklı yata nasıl monte edilir ve de ruhsat alınır, onu da bilmiyorum, sanıyorum yaparsa­nız kaçak bir iş yapmış olursunuz. Karayip’te duyduklarımıza göre Inmarsat üzerinden de internet bağ­lantısı yapılabilecekmiş; ayrıntıları öğrenmek gerekiyor. Ucuzluk kavramı ile ilgili bir örnek vermek gerekirse, kurvaziyer gemilerin internet kafelerinde 200 dakika internet bağlantısı için geçen yıl 50 ABD Doları ödeniyordu.

Moda cihaz sanıyorum ki, şu sıralarda Iridium. Yabancı yatlarda iflastan el değiştirerek kurtulan Iridium sistemine ait telefonları sıkça gördük. Anteni minicik, ken­di serveri var ve UUPlus adında bir programla internet bağlantısı son derece süratli, telefon, faks hepsi var, ister­seniz el cihazınızı tekne dışına da taşıyabiliyorsunuz, kişi adına alındığı için cep telefonu gibi, ruhsat gerektirmiyor, dolayısıyla hayli ucuza kullanmak mümkün. Satın alma fi­yatı SSB’ den çok farklı değil. Sistem 34 özel uydudan yararlanıyor. Dakika başına konuşma üc­retleri, hele de peşin ödeyip asgari bir süre konuşmayı garanti ederseniz, sentlerle ölçülüyor(muş). Inmarsat’ın modernleşmeye karar vermiş olmasın­da Iridium rekabetinin baskısını sezmek mümkün.

İki ayrı sistem daha var ki, birisi Tu­raya, Suudi Arabistan’a ait olduğunu söylüyorlar, çok etkinmiş, ancak sade­ce Akdeniz ve Kızıldeniz içinde çalışı­yor, diğeri de GlobalStar ki, o da açık-denizlerde kıyıdan 200 milden uzakta çalışmıyor(muş). Her ikisinin de kıyı seyrinde kalındığı sürece GSM’den da­ha etkin oldukları kesin. Her iki sistem de GSM olan yerlerde bunlardan, ol­mayan yerlerde de kendi uydularından yararlanıyor.

VHF ise malum, GMDSS çerçeve­sinde DSC yoluyla kıyılar boyunca doğ­rudan masa üstü telefonlarına veya bu telefonlardan tekneye ulaşmak müm­kün; daha fazlası yok. Elektronik dün­yasında satın alınan her cihaz daha o anda eski sayıldığına göre, yukarıdaki bilgilerin de kesinlikle yeniden gözden geçirilmesi gerekir. Teknik, insanın mutluluğu için her gün baş döndürücü bir hızla durmadan gelişip yenileniyor, işin güzel tarafı ise insan mutluluğunu kıskananların gelişmeyi durdurmalarına olanak yok.

GELİŞMEYLE İLGİLİ DİĞER ÖRNEK…

Gelişme, değişimi de beraberinde getiriyor. Örneğin şimdiye kadar, bir iki limanda kısa birer beyan hariç, tek­nenin ve bizlerin sağlık durumu ile ilgili hiçbir sual sorulmadı, hiçbir görevli görmedik. Örneğin Porto Banus’tan İspanya’ya girerken bütün işlemler marinanın ofisinde yapıldı. İşlemler bir tek kâğıt doldurulması ile pasaportlarda Schengen vizesi olup olmadığının so­rulmasından -dikkat sadece soruldu- öteye gitmedi ne pasaport polisi ne gümrük ne de sağlık görevlisi gördük, damgalanmadık da. Buralarda, bu bo­yuttaki yat trafiğinde daha fazlasını yap­maya zaten olanak da yok, acaba tu­rizm gelişince mi işlemler kolaylaştı, yoksa işlemler kolaylaştıkça mı turizm ve de ülke gelişti, değişti? Bizde ise “bu teşkilat kapatılsın, sadece salgın hasta­lık hallerinde görevlendirilecek bir Ka­rantina Müdürlüğü’müz olsun, mil­letin parası başka şeylere harcan­sın” diyenlere karşı ileri sürülen son iddiaya göre ise Hudutlar ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü’nün hikmet-i vücudu, yani varo­luş nedeni, Montreux Anlaşması’na ve bu anlaşmadan doğan hüküm­ranlık haklarımızın tespit ve teslimi nedenine dayanmaktaymış. Boğazlar Rejimi gereği belki evet, o da belki, çünkü 1923 yılında Lozan’da imzalan­mış olan anlaşmanın yerine 1936 yılın­da imzaladığımız ve özel kanununda adı “Boğazlar Rejimi Hakkında Montreux’de 20 Temmuz 1936 Tarihinde İmza Edilen Mukavelename” olarak be­lirtilen Montreux Anlaşması gerçekten sadece Boğazlar Rejimini düzenliyor ve nitekim sıhhi kontrollerle ilgili olarak da 3’üncü maddesinde aynen şöyle den­mekte: Ege Denizi’nden veya Ka­radeniz’den Boğazlar’a dahil olacak her gemi beynelmilel sıhhi hükümler çerçevesi dahilinde Türk nizamlarıyla vazedil­miş olan sıhhi kontrole tabi ol­mak için Boğazlar methaline yakın bir sıhhat merkezinde te­vakkuf edecektir. Maddenin deva­mı bu kontrolün nasıl yapılacağı ile ilgi­li olduğu için buraya aktarılmasına ge­rek yok. Günümüz koşullarında Boğazlardan ortalama 14 dakikada bir gemi geçtiği bilinen bir şey. Bu boyuta ulaş­mış bir trafikte her gemiyi nasıl dur­duracak ve kontrol edeceksiniz ki? Sa­dece sarı renkli Sağlık Kontrol botu yü­rüyen gemiye yanaşıyor, bir kâğıt veri­lip alınıyor, bir iki de damga basılıyor, hepsi bu ve oldu sana kontrol. Şimdi vatandaşın sorması gerekiyor; Boğazları anladık da. Antalya-Alanya veya Rize-Hopa veya İstanbul-Bandırma ve­ya İzmir-Kuşadası arasında sefer yapan gemilerin -Türk Bayraklı Gemile­rin- sağlık kontrolünden geçirilmeleri­nin ne anlamı var?.. Anlamı yok ama nedeni var, Umumi Hıfzıssıhha Kanu­nu; onun da en kısa yoldan ilgili mad­delerinin iptali gerekir, topu topu hep­si de iki madde. Denizde gezenlerin ta­mamını mikrop taşır görüp her liman­da sağlık kontrolünden geçirmeye ça­lışmak, söz konusu kanunun çıkarıldığı yıllara dönülünce belki kabul edilebilir de bugüne hiç mi hiç uymuyor. Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nun 1942 yılında değiştirilen maddelerine bakılırsa Türk limanları arasında seyreden ve kürek­le yürütülen araçların dahi sağlık kontrolünden geçirilmeleri gerekiyor, nasıl olacak bu işler? Ve de neden? Ge­rekçesi nedir? Bir de söylentiler var; ör­neğin Genel Müdürlüğün sadece İDO idaresinden birikmiş alacağı katrilyon­lar dolayındaymış; ne için, hangi kont­rol için ve neden? Bu katrilyonlar önünde sonunda vatandaşların cepleri­ne, taşımadıkları hastalıkların yapılma­yan kontrolleri nedeniyle ödedikleri bir ceza gibi yansıyacaktır. Bunun da ne­deni olan terslik “Denizde kürekten başka kuvvetle yürütülen her araç ge­midir” tarifinden geliyor ki, hal böyle olunca Optimist’lerimiz dahi “gemi” sayılıyor. Yine de mutlu olmak gerekir, çünkü henüz kimse, sistemi ve kontrol­leri, bu arada bizim patenteleri de ka­rayollarına yaymak, bütün iller arası trafikten de teşkilata gelir sağlamak gibi bir yola başvurmayı henüz deneme­di, akıl etmedi. Birileri herhalde bu iş­lerle bir gün yakından ilgilenecektir de bakalım ne zaman?

CARTAGENA…

Salı günüydü, öğleden sonra Por­to Banus’dan ayrıldık, hava sakin, rüz­gâr yok, motorla gidiyoruz, hedefimiz Bonifacio, 750 mil dolayında yolu­muz var. Gece gittik, ertesi gün öğle­ye doğruydu İberik veya İber Yarımadası’nın gü­ney sahilinin kuzeye kıvrılan köşesi Gato Burnu’nu geçtik ve kuzeydoğu yönünde yükselmeye başladık ki, rüz­gâr da çıktı ama tam kafadan, deniz­ler de yavaş yavaş boylanmaya başla­dılar. Birden bu kıyılar boyunca gider­ken neden biraz mavi yolculuk yapmı­yoruz diye düşündük ve ani bir karar­la batıya dönüp Cartagena limanına yelkenle yol verdik.

Cartagena’ya yine de karanlıkta gir­memiz gerekti. Buraya ikinci Kartaca diyorlar, tarihi bir yer. M.Ö. 243 yılında Hasdrubal tarafından kurulmuş. Hasdrubal, Alp Dağları’nı fillerle geçen Kartacalı Hannibal’ın kardeşi. Hanni­bal burasını bir üs olarak kullanırmış. Önceleri kardeşi esirlerle bölgedeki al­tın ve gümüş madenlerini işletirmiş. Sonraları kent ve bölge yolgeçen hanı­na dönmüş, Romalılar yerleşmişler, sonra Hıristiyanlığı İspanya’ya yaymak için Kudüs’ten yola çıkan azizlerden bi­risi, sözde dört gün süren bir seyirden sonra M.S. 36’larda buraya ayak bas­mış, sonra Barbarlar, sonra Afrikalı Moorlar gelmişler. İkinci Philip 16’ıncı asırda çevre tepeleri tahkim etmiş, Korsan Drake ise gelip kalenin topları­nı çalmış ve Jamaika’ya taşımış, 18’in­ci asırda Üçüncü Şarl burayı bir deniz üssü haline getirmiş, en sonunda da 1936’da İspanya İç Savaşı’nda Cumhuriyetçiler Madrid’e karşı buradan aylarca direnmişler, şim­di de biz geliyoruz.

Liman aynı zamanda askeri liman, Gölcük’ü andırıyor. Mari­na limanın içinde bir özel mendi­rekle ayrılmış, çevre gecenin 3’üne kadar insan kaynıyor, hareketli, neşeli bir yer. Mendireğin başına kadar gelen bir görevli el feneri ile bağlanacağımız rıhtımı gösterdi, taaa içerilerde bir yer, girdik ve aborda olduk, elektrik, su bağlandı, bir gece­lik parayı peşin ödedik, yattık. Baş tarafımızda Alman bayraklı adı Shirin olan bir Cheoy Lee yapısı yat bağlı. Ola ki sahibi bizdendir.

Gündüz biraz şehir gezisiyle geçti, sokaklar lokanta dolu. Limana birkaç tane Amerikan askeri gemisi gel­di, birisi helikopter gemisi ama üstü kamyon dolu, her­halde savaştan dönüyorlar. Askerler şehre çıkıp dağıl­dılar. Gördüğümüze göre iyi stres atıyorlar gibi!..

BONİFACİO DERKEN!..

Ali, komşu Şirin yatının sahibiyle konuştu ve tekne isminin bir akrabasının Türk hanımından kaynaklandı­ğını öğrendi, hoş bir rastlantıydı. Akşam yemeğinden dönerken sabah saat 02.00’de yola çıkmaya karar ver­dik. Tam saatinde halatlarımızı topladık, limandan ay­rıldık, burnu döndük hedefimiz Bonifacio, rüzgâr çok az ve yine kafadan, zamanı boşa harcamayalım diye motorla gidiyoruz, tabii yakıtı da harcıyoruz. Gün ağar­maya başladı, gökyüzü kapalı, güneş kendini tam gös­teremiyor, Navtex’den gelen hava raporuna göre rüz­gâr 6 kuvvetine kadar çıkacak ve yönü değişmeyecek, kuzeydoğuda kalacak, nitekim de öyle oldu doğanın programı işliyor, süratimiz düştü, arada sırada da olsa baştan dalıyoruz. Öğleye doğruydu, baktık Alican- te’den 40 mile yakın açıktayız, “haydi bir başka liman daha tanıyalım’’ dedik ve döndük, mavi yolculuk yapı­yoruz ya. Bu rotada güzel de yelken çalıştırabiliyoruz, süratimiz 8,5 notun üstüne oturdu, konforumuz yerine geldi.

Alicante limanı hayli büyük, içeride, ana mendire­ğin karaya bağlandığı havuz gibi köşesinde bir marinası var, tam girişinde de yakıt istasyonu. Yıllarca önce okumuştum, bir Alman yatçı İspanya sahillerini anlattı­ğı kitabında, kimi bölgelerde iki milde bir marina oldu­ğunu yazıyordu. Bugün sanki daha da fazla var. Bu ka­dar marina olmasına rağmen yer bulmak, hele de se­zon ortasında mümkün değil. En doğru yol gelip yakıt istasyonuna yanaşmak ve yer istemek, bir iki gecelik de olsa bir yere sıkıştırıveriyorlar tekneleri, olmazsa gece­yi yakıt istasyonunun rıhtımında geçirmek de denene­cek bir yol.

GÜZEL BİR RASTLANTI…

Mendireği döndük, limanın içinde ağır yol gidiyo­ruz; marinaya yaklaşırken gördük ki, mendireğin iç rıhtımında üst üste aborda ikişerden dört savaş gemisi yatı­yor, hepsi firkateyn. Birden bir tanesinde bayrağımızın dalgalandığını fark ettik. Ne de nazlı ne de güzel, kıç üs­tüne çepeçevre işaret bayrakları döşenmiş; ıslandılar da kurutuluyorlar sandık. Hemen VHF kanal 16’dan ça­ğırmaya başladık, cevap verdiler, kendimizi tanıttık, iki taraf birden sevinç ve heyecana boğulduk. Önce Seyir Subayı, sonra 2’nci Komutanla konuştuk, gemi “TCG Gemlik”, akşam saat 20:00’de kokteyl varmış, kıç üs­tü onun için süslenmiş, davet edildik, bir hoşumuza git­ti ki.

Marina bize hemen girişte kısa fingerli bir yer ver­di. Finger çok alçak, alüminyum, köşeleri keskin ve açık, bir lastik koruyucu bile yok. Girerken önleyeme­dik, tam köşesine yerleştirmeye çalıştığımız usturmaça sıkışınca yukarıya fırladı ve yaslandık, borda boyasını macunun dibine kadar 50-60 santim boyunda çiziverdik. Sevgili İlhami Usta’­mıza İstanbul’a dönünce bir ilave iş da­ha çıktı. Efendi kaptan Ahmet, çiziği macunla kapattı, böyle idare edeceğiz.

Yıkandık, paklandık, temizlerimizi giydik, polis kontrol noktasına gelen bir assubayımızın refakatinde gemiye geldik. Rıhtımdaki birinci gemi Yunan bayraklı, bizimki ona aborda olmuş. Önce Yunan gemisinden geçtik, kom­şularımız, benziyoruz sanki, böyle yan yana olmak karşı karşıya olmaktan çok daha güzel değil mi? Bizim gemi pırıl pırıl, göğsümüz kabarıyor. Bütün kıç üstüne tente gerilmiş, müzik çalıyor; CD’den Fahir Atakol’u, Akdeniz’i dinli­yoruz; özlemişiz yakın denizlerimizi, ül­kemizi, insanlarımızı, adetlerimizi, ye­meklerimizi; birden yurtsuz, yuvasız ol­madığımız duygusu içimizi kabarttı, ül­ke varlığımızın en güzel örneklerinden birisinde bulunduğumuz bilinci ile to­parlandık.

TCG Gemlik, Donanmamıza Amerika’dan alınarak 1998 yılında ka­tılmış, çift gaz türbinli bir gemimiz. Ha­len, yanlış yazmıyorsam eğer, STANAVFORMED -Standard Naval Force Mediterranean (Akdeniz Standart De­niz Gücü)- adını taşıyan ve NATO’ya bağlı bir özel güçte görevli. Güce Akde­niz içinden dört, dışından üç ülke katılıyor ve Akdeniz’i kontrol ediyorlar. Geçen yıldı, Atlantik’e çıkmak için batıya sey­rederken ticaret gemilerini çevirip sor­gulayan işte bu kuvvet; gemilere soru­yorlar, adın ne, son limanın hangisi, nereye gidiyorsun, yükün nedir vs. vs. Dünya denizlerinde iyilerin yanında kö­tüler de dolaşıyor, kollamak gerek.

Güneş batıyor, bütün gemilerde, kuvvetin komutan gemisi Hollanda bayraklı firkateyne uyularak aynı anda Arya Sancak Töreni yapılıyor -karşıda­ki marinada duran Mat’ta da- davetli­lerden çıt çıkmıyor, herkes esas duruşa geçti, duygu dolu bir an daha yaşıyo­ruz. Alicante’den gelen resmi zevat ile kuvvete bağlı gemilerden 7’şer kişi ve beklenmeyen davetliler olarak bizler, aramızda gezdirilen ve her geminin ül­ke mutfağını temsil eden tepsilerden bol bol da gıdalanıyoruz, sonunda bak­lavamızı da kıvırdık. Arada diğer gemi­lerin subayları ile de laflıyoruz. İngiliz firkateyninin subaylarından birisi ile ko­nuşurken gaz türbinli gemisinin sıfırdan 28 not sürate bir dakika dolayında bir sürede ulaştığını öğreniyoruz. Bizimki kesinlikle ondan yavaş değildir de şu bir dakikaya aklım pek ermedi, iki deseydi inanacaktım.

Gemi Komutanımız vaktinin hemen tamamını bizimle geçire­cek gibi gözüküyor, utandık bi­raz, daha bir sürü konuğu var, iz­nini istedik, lombar ağzındaki tavaya kadar refakat etti, ertesi gün öğle ye­meğine gemiye davet etti. Burada bir gün daha kalıp kalmayacağımız belli değil, kalmaz da gelemezsek yine bir başka limanda rastlaşmak ümidiyle ve­dalaştık, ayrıldık.

İBİZA ADASI…

Akşam Nilgün’le Ali kenti biraz gezdiler, eskiyle yeni içiçe, kocaman bir alana dağılmış. Rüzgâr iyice kaldı, Navtex ‘e göre de kuzeydoğudan 3 kuv­vetinde esecek. Yapacak bir şey yok, yine motora kuvvet gideceğiz demek­tir, hedefimiz hâlâ Bonifacio ama bu kez de yakın geçeceğimiz Balear Adala­rı’na uğrayalım dedik ve sabah saat 08.00’de İbiza Adası’na rota tutmak üzere limandan ayrıldık. Çıkarken de VHF’ten TCG Gemlik’i arayıp devre başındaki görevliye durumu bildirdik, Komutana tekrar teşekkürlerimizi ilet­tik, vedalaştık. İbiza Adası’na 100 mile yakın yolumuz var, gün batmadan varı­rız. Vardık da. Nilgün’ün yolda balık tu­tma çabaları hep naylon torbaları topla­makla sonuçlandı, sonunda o da sıkıldı ve oltasını topladı. İbiza’da bir gece kal­dık. Kalabalık, otel ve yüksek binalarla dolmuş her yer. Liman girişine duvar gibi yeni bir mendirek yapmışlar, iç ta­rafındaki rıhtıma büyük yolcu gemileri yanaşıyor olmalı, sabit usturmaçalar beyaz. Bu mendirek haritalarda ve pi­lot kitaplarında henüz yok, Archie bi­zim haritaya işledi bile. Sabah 07.00’de ayrıldık, herkes uykuda, bu­gün 8 Haziran Pazar, marina ofisi saat 10.00’da açılıyor, bir gecelik bağlama paramızı akşam yanaştığımızda hemen almışlardı, dolayısıyla hareket etmekte serbestiz.

MALLORCA…

Mavi yolculuğumuz devam ediyor, aynı durgun havada 66 mil kuzeydoğu­daki asıl büyük ada Mallorca’ya geçiyo­ruz. Büyük limanı Palma’da 5-6 adet ayrı marina var. Yoldan telefonla sor­duk, en büyük ikisi dolu, son yapılan ve galiba liman işletmesine ait olanında sadece iki gecelik bir yer bulabildik. Va­rınca gördük ki, kocaman bir liman içinde iskeleler ve pontonlar bölümlere ayrılmış, her bir bölüm ayrı bir marina. Bu arada tekneleri bizim Yıldız Tersa­nesi’nde yapılarak İtalya’da donatılmış lüks koca koca yatlar en birinci sıralar­da yer alıyor. Yolda sancağımızdan, iskelemizden hızlısı yavaşı, büyüğü kü­çüğü ile adalar ve kıta arasında işleyen bir sürü feribot geçti. Palma’dan Barcelona’ya 38 not süratli ve 600 araç taşı­yan feribotla 3,5 saatte geçilebiliyormuş. Her yer yat dolu, belli ki, buralar­da kimseler yatlara ve yatçılara kıskanç gözlerle bakmamış, kesinlikle denizde gezmeyi de hiç yasaklamamışlar. Fe­nerbahçe ile Moda Burnu arasına çeki­lecek iki mendireğin kapatacağı koyda, Kurbağalıdere’yi de denizin tabanından mendirek dışına akıntının içine bir ka­nalla bağladıktan sonra neden birkaç marina birden olamasın? Karada yaşa­yanların denize inebilecekleri bir basa­mak olamaz mı bu marinalar? Yedikule’de surların muhteşem kulisi önünde, mevcut yeşil alanın denize bakan cephesinde de suyu rezillemesine pis olsa da bir ya da birkaç marina olamaz mı? Kentçilik açısından ola ki, bu istekler yanlıştır; diğer taraftan da “15 mil­yonluk İstanbul hep böyle marinasız mı kalacak?” diye sormak ge­rek. Haliç, özellikle motoryatlar için, boylu boyunca marina olamaz mı? Per­vanelerin köpürttüğü sular atmosfere oksijen çıkaracağı için, dolayısıyla eg­zoz emisyonu ile oksijen birbirini den­geleyeceğine göre, çevrecilerden bir tepki beklememek gerekir.

EKİBİMİZ KÜÇÜLÜYOR…

Bugün 10 Haziran Salı, Nilgün ve Ali sabah saat 06:00’da taksi ile liman­da bekleyen Barcelona feribotuna gitti­ler. Saint Martin Adası’ndan günümüze dek devam eden iki aylık kader birliği­miz burada son buldu. Hazırlanacaklar, Ali 19-20 Haziran tarihinde başlaya­cak Marmara Yat Rallisi MAYRA’nın komodorluk görevini üstlenecek, orga­nize olmaları gerekiyor; “organize olalım abiler” fıkrasını hatırlamadan edemiyoruz. Bundan sonraki yolumuzu dört kişi sürdüreceğiz, karasularımıza gi­rince belki de bir yerlerde MAYRA filo­su ile geçişiriz, kesinlikle zevkli bir MAYRA olacaktır yine. Onlar gittiler, biz de son hazırlıklarımızı yapıp saat 11.00’de palamarlarımızı çözdük ve kalktık. Yanımızdaki motoryatın reisi ile son konuşmamızda yakında onların da Hırvatistan’a hareket edeceklerini, ancak kışı nerede geçireceklerini bil­mediklerini öğrendik ve hemen Ataköy Marina’yı önerdik, kâğıt üstünde bili­yorlar. İstanbul kışlamak için gerçekten çok uygun bir kent, gündüz ve gece ya­şamı zengin, hareketli, dünyanın bütün ülkeleri ile uçak bağlantısı var, yakın çevresinde, denizde ve karada gezile­cek yer çok, ülkenin herhangi bir noktasına her türlü araçla çarçabuk ulaş­mak olası, noksan olan nedir? Neden İstanbul’da çok yat kışlamaz?

Bonifacio’ya 352 Dm yolumuz var, hava sakin, motorla gidiyoruz. Mallor­ca (Mayorka) adasından biraz bir şeyler daha görelim diye kuzeyinden dolan­mayı yeğledik, mesafede fazla bir deği­şiklik olmuyor. Kıyı boyunca motor seyrindeyiz, sarp kayalıklar, Karaburun-Marmaris arasını andırıyor, arada bir­kaç güzel koy ve marina geçiyoruz: Temmuz ayında buraları dolup taşar­mış. Bu arada Nilgün ve Ali’den SMS geldi, Barcelona’ya varmışlar ama kendilerini iki aylık seyirden sonra sudan çıkmış balık gibi hissediyorlarmış; anla­şılan özleniyoruz, ne diye indiniz ki? Bizler de ne güzel mutluyduk, geçinip gidiyorduk işte. Denizde, uzun yolda, uzun süre birlikte sürdürülen yaşam, ku­tu kadar tekneyi, psikolojik unsurların ağır bastığı bir ortam haline getiriveriyor; böylesine bir geziyi insanın ağzın­da acı bir tat bırakmaksızın, sadece güzel hatıralarla dolu mutlulukla tamamla­yabilmiş olmak, gezginlerin ruhsal ol­gunluklarının ürünü olmalı; sağolun bu geziye katılan değerli dostlar Nesrin-Kemal Ayata, Mesut Baran ve ailesi, Faruk Kutay, Murat Emiralioğlu, Nilgün-Ali Gündüz ve yaşamlarının 9 ayı­nı benimle ve efendi kaptan Ahmet’le birlikte geçiren, bizlerin yokluğunda Mat‘a göz kulak olan, bakıp kollayan Doreen ile Archie, paylaştık, oldu.

BONİFACİO’YA DOĞRU…

Saat 20:00’ye yaklaşıyordu, Mallorca ile Formentera Adaları arasındaki kanalın kuzeyinden geçerken yakışıklı bir güney-güneydoğu rüzgârı almaya başladık, yelken bastık, makineyi dur­durduk. Süratimiz 8,3-8,5 notta kaldı, yelkenlerimiz şimdi 180 beygir dola­yında güç üretiyor olmalı. Bu keyifli se­yir gece yarısına kadar sürdü ve sonra birisi birden fanımızı durdurdu, rüzgârı­mız sıfıra düştü, biz de motor seyrine, döndük.

Yıllardır ülkemizde kışla­yan yatlardan Alman bayraklı Heureka’dan yollanan SMS’den karşı rotada olduklarını biliyo­ruz.

Bütün gece motorla gittik, sabah pırıl pırıl bir güneş Akdeniz’in mor mavi sularını yüzümüze karşı şenlendirdi; deniz dört ucundan gerilmiş çarşaf gibi. Çevremizde naylon, odun, şişe, pislik, rezillik ne varsa yüzüyor, aralarından slalom yapmıyoruz ama yoğunluğu artarsa yapmak zorunluğu da doğabilir. Nereden geliyor bu kadar pislik? Bilenler bilmeyenlere söylemeli ki, önlem alınsın. Arada boy boy deniz kaplumbağaları yüzeyde kol bacak sal­layarak yakınlarımızdan geçiyorlar, bel­ki biz onları geçiyoruz, güzel bir gün. Öğle saatleriydi, Heureka yatı ile 16’in­ci kanalda buluşuverdik ve 30 mil açık­tan karşı rotalarda geçiştik. Yatın sahi­bi çiftin niyeti Balearlar’da vakit geçir­dikten sonra gelip daha önceleri yap­tıkları gibi Kemer’de kışlamak. Bunlar da sevgili Hasan Kaçmaz’dan kopamayan Türkiye dostlarımızdan. Sadece geçen kışı Tunus’ta Manastır limanında geçirdiler, şimdi yine dönüp geliyorlar.

Bütün gün ve geceyi palpa limanlık bir havada motorla gittikten sonra Bonifacio’nun girişine 12 Haziran Per­şembe günü sabah 07.00’de vardık ve saat 07.30’da görevlinin gösterdiği ye­re kıçtankara bağlandık. Kent, deniz seviyesinden başlayarak yukarılara, gü­ney yakadaki sarp kayalıklara doğru yükselerek yerleşmiş. Yukarıya dimdik merdivenlerden çıkılabiliyor, tabii nor­mal araç yolu da var. Limanı tepeden, asansör boşluğuna bakarcasına, seyre­denlerin güverte kapaklarından tekne­lerin içlerini görmeleri olası. Palma de Mallorca’dan buraya kadar olan 355 Dm yolu 45 saate yakın bir sürede ta­mamlamışız, yelkenle seyrimiz sadece dört saat sürmüş.

BONİFACİO

Bonifacio Korsika Adası’nın güney sahilinde, adını verdiği asıl Bonifacio Boğazı’nın batısında kalan, içeriye kaya­lar arasından kıvrılarak girilen her ha­vaya kapalı fiyord benzeri doğal bir li­man, tarih boyunca balıkçılar kullanmış olmalı. Kentleşme yolunda atılan ilk adımlara M.S. 828’de Toskana Markisi’nin bir seferden dönüşünde rastlanı­yor. Aradan 300 yılı aşkın zaman geç­tikten sonra Cenevizliler 1195’te ken­ti işgal ediyor ve yerli halkı kent dışına sürüyorlar. Daha sonraları 1554 yılın­da, bir Fransız-Türk birleşik kuvveti kenti ele geçiriyor, fakat kısa bir süre sonra anlaşmayla yine Cenevizlilere iade ediyor. Söz konusu Fransız-Türk birleşik kuvvetinde bizim tarafı “Dragut” adıyla Akdeniz’de nam salmış kor­sanlarımızdan Turgut Reis temsil edi­yor. İşin Osmanlı ile alakası yok.

Sadun Boro’nun “Pupa Yelken” kitabında da yazdığı gibi iki ada ve iki ülke arasındaki Bonifacio Boğazı çok güçlü rüzgârı ile biliniyor, ne var ki biz daha henüz bir şey görmedik, her yer süt liman. Planımız yakıt tazeledikten, biraz da kenti gördükten sonra tekrar yola koyulmak, belki de geceyi burada geçirir sabah yola çıkarız. Buradan sonra Sardinya Adası’nın doğu sahilinde yine bir başka doğal liman içinde Ağa Han’ın kurduğu turistik kent ve marinadan oluşan Porto Cervo’ya uğrama­yı planladıysak da vazgeçtik. Dün yolda geçiştiğimiz Alman yatının reisinden öğrendiğimize göre liman içinde de­mirlemek yasaklanmış, bağlanacak yer de kalmamış, bulunsa dahi bağlama üc­retleri herhangi bir marinanın sekiz katına kadar yükseliyormuş. Bu nedenle yola çıktıktan sonraki ilk durağımız Sicilya Adası’nda Messina Boğazı’nı geçtikten sonra herhangi bir liman olacak. Uzak­tan da olsa halen püskürmeye devam eden Etna Yanardağı’nı görmek istiyo­ruz. Kitaba göre bize en uygun liman Catania olmalı. Sonra da ver elini İyon Denizi. Kefalonya Kanalı, Patras Kör­fezi, Korent Kanalı, Lavrion’un altın­dan Dora Kanalı, Çanakkale Boğazı, Marmara Denizi ve İstanbul, yuvamız Ataköy Marina; çok yolumuz kalmadı, yelken motor bir 1200 mil daha gide­ceğiz ve özlediğimiz dostlarımızla bulu­şacağız. Sevgili Murat Emiralioğlu kar­deşimiz ameliyat oldu, Kemal’den sı­zan dedikodulara göre cip yerleştirmiş­ler, yandık vallahi, ayağa kalkınca başı­mıza kimbilir neler geti­recektir.

Yaklaşık dokuz ay süren bu gezimizin değerlendir­mesini bir başka yazıda yapmak üzere, denizsever ve denizci dostlarımı­zı selamlıyoruz, sağlıcak­la kalın, keyfinize göre bir sezon geçirin. Bu dünyanın en güzeli, do­ğaca en zengini yine de bizim ülkemiz, karşılaştır­ma yaptıkça üzülüp kız­sak, kızıp köpürsek de mal bizim, değerini bil­mek gerek.

Bonifacio’dan, Messina Boğazı’na inmek üzere 12 Hazi­ran Perşembe günü akşamüstü sa­at 17:15’te ayrıldık. Buraya sa­bah 07:30’da gelmiştik. Hava yi­ne rüzgârsız. Önce Bonifacio Bo­ğazı’ndan karşıya geçtik, Sardinya Adası’nın kuzey kıyısı adalar ve iri­li ufaklı koylarla bezenmiş; gerçek bir denizci gezgin buralarda her günü yeniliklerle dolu 3-4 hafta geçirebilir.

Güneş batmak üzereydi, adalararası son kanalı da arkamızda bıraktık, sancak baş omuzluğumuzda, güneybatıda Ağa Han’ın marinası Porto Cervo’da bağlı mega yatların direkleri tepelerin arkasın­dan görünüyor, içerisi tıklım tıklım dolu. Zaten gitmeyecektik ama yi­ne de meraklanıyoruz. Yıllar ön­ceydi, 1970’lerde, Ağa Han, gü­verte üstü meşhur otomobil tasa­rımcısı Pinin Farina, gövdesi Sparkman & Stephens tarafından çizilmiş ve Almanya’nın hâlâ dün­yaca ünlü yat tersanesi Abeking & Rasmussen tezgahlarında inşa edilmiş -boy 28 metre, azami sü­rat 44 not, beheri 3500 BG iki adet MTU dizel motor, tam yol giderken salonunda fısıldayarak konuşmak mümkün- alüminyum gövdeli yatıyla İstanbul’a gelmiş. Tarabya Oteli’nin önüne kıçtankara bağlanmıştı. O zamanlar MTU, marka olarak yeni sayılırdı ve bir­liği oluşturan firmalar arasında he­nüz anlaşmazlıklar çıkıp, tamamı Mercedes’in eline geçmemiş ya da üstüne kalmamıştı. Ağa Han’ın geliş nedeni, Ege sahillerimizde Porto Cervo benzeri bir yatırım için yer aramak, olanakları araştır­maktı. Baktığı yerlerden birisi de Mandalya (Güllük) körfezindeki Çam Limanı’ydı. Ne olduysa oldu, yatırımdan vazgeçti, döndü gitti.

İnsan kimi zaman düşünü­yor, bize hep “aman haaa, sakın siz İtalya’nın, özel­likle İspanya’nın yaptığı hataları yapmayın, sahil­lerinizi turizm için boşu boşuna ve ucuza harca­mayın, bakın orası nasıl bir keşmekeş içinde” de­mişlerdi de bizler hep birlikte inanmış, yanlışı kopya etmemiş­tik. Sonuçta İspanya bugünkü tu­rizm azmanı güçlü İspanya oldu, biz ise denizde yaşar (liveaboards) emekli turistlerin 13 marinalı kış­lağı ile yetiniyoruz. Onlar turizmi ulaştığı seviyede nasıl düzenleye­ceklerini düşünürken biz hâlâ nasıl geliştireceğimizin hesapları ile uğraşıyoruz. Ola ki, birileri bizi işle­tip kontrpiyede bırakmak için ça­ba sarf etmişti. Şimdi artık atı alan Üsküdar’ı geçmiş, sen sür eşeğini Niğde’ye; kesinlikle yanılmalıyım.

DOĞUYA DOĞRU…

Gece Sardinya Adası ile İtalya ara­sında çalışan, rotaları rotamızı dik açıyla kesen feribotları kollayarak mehtapta motorla seyrettik, rüzgâr maalesef nanay, geleceği de yok. Her yer yüksek basıncın etkisinde. Dolunay var, feribotların pervanelerinin karıştırdığı dümen suları gominalarca ışıl ışıl aydınlık kaynıyor, nefis bir gece ve motorla da olsa nefis bir seyir.

Bir tam gün ve gece daha bittikten sonra Cumar­tesi günü sabahın erken saatlerinde aralarında halen aktif olan Stromboli Yanardağı’nın da bulunduğu Aeolia Takımadaları’nın arasından geçtik. Stromboli 15 mil kadar doğumuzda, göremiyoruz ama diğerlerini görüyoruz. Turist taşıyan feribotlar Napoli dolayların­dan buralara gelmekteler. Puslu ufuktan teker teker panoramamıza doğuyorlar. Bu adalar arasında da bir haftadan fazla vakit geçirmek mümkün, doğrudan marinaları yok ama korunaklı iskeleleri var.

ANILARDAKİ ANKARA VAPURU…

Hayli gerilerde kaldı, 50’ler, üniversite yılları. De­nizyollarının Ankara vapuru ile ve rahmetli meşhur Şefik Kaptan’ın yönetiminde İstanbul’dan Napoli’ye giderken sabah saat 02:00 sularında buralardan geç­miştik. O zamanlar uçak seferleri bugünkü gibi değil­di, Avrupa’ya çoğu kez gemiyle gidilirdi. Deniz Yolla­rı İşletmesi’nin Akdeniz’de ün saldığı yıllardı, harp sonrası, her yer yıkık, ülkeler nefessiz kalmış, biz ta­rafsızlığımız nedeniyle savaştan tartaklanmadan çık­mışız. Napoli yolunda, kamarota yatmadan önce tali­mat verince, saat yaklaşırken kapılarımızı tıklatıp uyandırır, bizler de kalkıp gezi güvertesine çıkar Stromboli’ nin belli aralıklarla indifa ederken parlayan ateşini seyrederdik.

Yine bir başka seferde ve aynı gemide bir Mayıs akşamıydı, bugün öğleye doğru varacağımız Messina Boğazı’nı, güneyden kuzeye geçerken. Şefik Kaptan beni köprüye yanına çağırtmış ve “Bak, denizi kokla, bu ayda bu bölgede portakal ağaçları çiçek açar, bütün çevre, millerce alan portakal kokar” demiş, ben de hayretler içinde, boğazı geçin­ceye kadar köprünün kanadında çevreyi koklaya koklaya oturmuştum.

Ankara vapurunun o seferi sanki bir tarihi olaydı. Türkiye ilk kez Avrupa’ya sümüklü böcek ihraç edi­yordu. Geminin ambarları ve üst güverte sandıklar dolusu sümüklü böcek doluydu. Seferden iki gün ön­ce, gazeteler yazmıştı, gemiye yüklenen sandıkların çıta aralıkları fazla geniş bırakıldığı için sümüklü bö­cekler güvertelere yayılmış, gemi tayfası da bunları tek tek toplamış, sandıkların üzerine yeni çıtalar çaka­rak aralıkları daraltmış ve tencereye düşmeden evvel­ki son yolculuklarının güven içinde geçmesini sağla­mıştı; sandıklardaki yanlış, ihracatçının tecrübesizli­ğinden kaynaklanmıştı.

Ankara‘nın köprüüstünde ambarların tavanına ka­dar inen pirinç borular vardı. Ola ki ambarda yangın çıkarsa, duman bu borulardan yükselip kaptan köşkü­ne ulaşacak, anında yangın alarmı verilecekti; gemi önceki hayatında, galiba 1928 yapısıydı. Amerikan hastane gemisiymiş. Sümüklü böcek taşınan bu sefer­de ambarlardan kaptan köşküne, nöbet tutanların burun direklerini kıracak berbatlıkta leş gibi bir koku yükselmekteydi; bu kadar lezzetli bir hayvancığın kapalı alanda böylesine kötü kok­ması anlaşılır gibi değildi. Kaptan köşkünün kanadında çevreyi sey­rederken denizden portakal çiçek­lerinin kokusunu teneffüs ediyor, arada başımı çevirdikçe de köşk­ten taşan leş gibi kokuyla midem dönüyordu.

MESSİNA BOĞAZI

Messina Boğazı’nda akıntı altı sa­atte bir yön değiştiriyor, öğleye doğru vardığımızda bizimle birlikte olacak. Bu bölgede kılıç balığı av­lamak için kullanılan özel tekneler var. Balıkçı teknesi; ortasından 20-25 metre boyunda bir direk yükseliyor; ön tarafta, baş güver­teden, bodoslamanın üzerinden ileri çıkan, denize paralel, tanker­lerde güverteyi binadan baş kasa­raya kadar ayaklar üstünde geçen kedi köprüsüne benzeyen, upu­zun, vardavelalı bir yol var. Bu yol; belli aralıklarda çarmıhlarla di­reğe asılmış, direkten ayrıca tek­nenin kıçına doğru da başka çar­mıhlar iniyor; yol kenarlarında tar­lalarda gördüğümüz, telsiz istas­yonlarının, yıkılmasın diye, çevre­sinden toprağa tellerle bağlanmış antenlerine benzeyen bir alamet. Direğin tepesinde iki kişi, denizin üstünü kolluyorlar, satıhta uyuyan kılıç balığını görünce, avcının biri­si başta asılı yolun ucuna kadar se­ğirtiyor ve oradan balığı vuru­yormuş.

Telefonla Messina Marina’da yer ayırtmıştık; saat 12:00’de bo­ğazı geçtik ve gelip gördük ki, marinada mendirek yok, limanın ku­zeye açık ağzına yakın bir yerine birkaç ponton yerleştirilmiş. Va­kit bulursak Etna Yanardağı’na çık­mak istiyoruz, burada rota koy­duk. Catania, Etna Yanardağı’na en yakın iki limandan birisi. Hava açık olursa yarın yukarı çıkarız. Bu mevsimde dahi tepede kar yağabilirmiş, sıkı giyinmek gerekebilir.

CATANİA…

Catania’nın ticaret limanında, dört adet küçük marina var; kimisi iki, kimisi üç pontonlu; isimleri de Yat Kulüp, 1, 2, 3, ve 4 olarak kon­muş. Telefon edip yer sorduk, 1 numarada varmış, ayırttık, akşam 18.00’de varmış olacağız.

Artık Akdeniz’deyiz ya, telsiz­den sıkça Türkçe çağrılar duyulu­yor. Karadeniz’imizin namlı ailele­rinin isimlerini taşıyan gemilerde çalışan personel yarenlik ediyor. Aralarında Catania’ya gelmekte olanlar da var, bakalım boyları posları nicedir, görürüz belki. Saat 18.00’de limanın mendirek başını gördük ve Yacht Club No. 1 ma­rinamıza yaklaşmaya başladık. Marina, limanın en kuzey ucunda bir köşede. Şu anda görebildiği­miz kadarı ile Türk bayraklı iki ge­mi var rıhtımlarda; birisinden bizi fark ettiler, ıslıkla ve eller sallana­rak selâmlaştık. Pontonda bize ay­rılan yer tam boyumuza göre. İki teknenin arasına girdik, çift tonoz verdiler, kıç halatları da marinaya ait, bizimkileri kullanmadık, elekt­rik var, su var, hepsine bağlandık; Bonifacio’dan buraya 49 saat 5 dakikada gelmişiz, tamamı motor seyrimizin ortalama sürati 8.4 not; iyi bir rüzgârımız olsaydı kuş­kusuz aynı sürede gelirdik. Marina denilen yer küçücük, tertemiz bir bağlama yeri, idare binası yarım konteynerden yapılmış, pontonlar lebalep yat dolu. Bakalım gümrük ve pasaport işlemleri ne olacak? Hiçbir şey olmadı, elimize iki buçuk kâğıt verdiler, kocaman harflerle basılı; birisi marina için, teknenin eni, boyu, derinliği, bayrağı, adı, sigortası vs. Diğeri, yarım sayfa olanı, gümrük için, sadece tekne ile ilgili bilgiler soruyor; üçüncüsü de polis için, adınız soyadınız, uy­ruğunuz, pasaport numaranız, bu kadar; sahil sıhhiye? O ne o? Ye­nir mi? Sağlık beyanı, yok canııım neden olsun ki, yok işte yok, yok. Kâğıtları marina bekçisi aldı, saat 18.00’i geçtiği için başka kimse yok, “Ben bunları yerlerine ileteceğim, soracakları bir şey olursa haber veririm, siz şehre çıkmakta serbestsiniz” dedi; kimse bir şey sormadı.

Hem şehri görmek hem de ak­şam yemeği için yollara düştük. Ahmet teknede kaldı; selâmlaştığı­mız Türk gemisinden ikinci kap­tanla çarkçıbaşı gelmişler, buralar­da bayrağımızı görmekten mutlu olduklarını söylemişler, nerelerden geldiğimizi duyunca da bayağı hoşlanmışlar.

Catania şehri bakımsız(mış), ki­tap öyle diyor ve nedenini; ikide bir patlayıp ortalığı sallayıp silkele­yen, kırıp döküp külle örten Etna’nın varlığı olarak gösteriyor. Devamlı yıkılma tehlikesi ile yaşa­yınca insanlar bıkkınlıktan kentle­rinin temizliğini ve güzelliğini pek umursamaz olmuşlar. Bize hiç öy­le gelmedi, binalar biraz kara yüz­lü ama, insanlar neşeli, candan. Catania’ya Antalya’dan deniz al­tından telefon kablosu geliyor. Uydular döneminden önce ülke­miz Avrupa’yla bu kablo aracılığı ile konuşurdu, şimdilerde uydu trafiğini destekliyordur herhalde. Bir balıkçı lokantasında denizden ne çıkmışsa hemen hepsinden ye­dik. Beklemediğimiz ucuzlukta bir de fatura ödedik, biraz da şehri dolaştık, cıvıl cıvıl kaynıyor. Her yer Akdeniz kokuyor; tekneye döndük. Sabah Etna’nın yüzü açıksa yukarı, ka­palıysa, haydi bakalım Ataköy, denize çıkacağız, 700 mil dolayında yolumuz kaldı.

KEFALONYA KANALI…

Sabah oldu, Etna yarı belinden yukarı bulut­lar altında, marinaya hesabı ödedik, bir gece için, su elektrik hepsi dahil 100 Euro aldılar. Akıntıların yarattığı anafor nedeniyle sakin ha­vada bile liman dışında acayip karışık bir dalga var, 15-20 mil gidince kesildi. Bir ara poyrazdan rüzgâr aldık, 3-4 saat yelkenle seyrettik, son­ra hava kaldı, yine motora döndük. Kefalonya Kanalı’na 200 milden fazla yolumuz var, yarın akşamüstüne doğru adayı bordalarız. Öbürgün sabah saatlerinde Trizonia Adası’nda durup yağ değiştireceğiz, bu arada bakalım Patras Körfezi’ni aşan ve Mora Yarımadası’nı kıtaya bağlayan köp­rü inşaatı biz görmeyeli ne kadar ilerlemiş; altın­dan doğudan batıya geçişimiz dokuz ay geride kaldı. Hava sıcak, deniz palpa liman, güneşlenerek gi­diyoruz. Akdeniz’de yelkenle seyretmek için ha­va beklemek gerekiyor, devamlı esen rüzgârı yok, vakti olanlar için problem değil. Kaba tas­lak bir programınız varsa ama, motor seyirsiz ol­muyor; insan öyle uzun motor seyirlerinde At­lantik ve Karayip’teki o güzel ve devamlı rüzgârı arıyor, özlüyor. Bir kere görüp yaşadık ya, şı­mardık, ukala kesildik artık. Kimbilir bir gün bel­ki yine?.. Fakat bu kez başka yerlere; Macellan Boğazı’nı çok anlatıyorlar, ne menem bir yer ol­sa ki? At maaartiniii Debreli Haaassaaan, dağlar inleeeesiiiin…

Yolculuğumuz dönüş heyecanı içinde geçi­yor; köprü inşaatı hayli ilerlemiş, yaklaşırken ha­ber vermek gerekiyormuş. Biz bilemedik, yer yön ve süratimizi tam tamına söyleyerek VHF’le aradılar, bir de teknenin adını zifiri karanlıkta okuyabilseler daha memnun olacaktık. Anlaşılan adamın önünde arpa radar var da görüyor; nö­betteki görevli, köprünün bir ayağını sancağı­mızda, yani güneyde, üç ayağını iskelemizde, ya­ni kuzeyde, bırakarak güney geçidinden geçme­miz gerektiğini söyledi, biz de öyle yaptık. Sizler de giderseniz öyle yapacaksınız: belki de ama köprü yakında biter, geçiş yolları değişir.

Salı günleri Korent Kanalı’nın bakım günüy­müş. Trizonia Adası’nda liman dışına saat 05:00’te demirleyip motorun yağını değiştirdik­ten sonra biraz oyalandık. Catania’dan buraya 44 saatte 340 Dm yol geldik, ortalama sürati­miz bu kez 7,8 not. Deniz sakin olunca kirlilik iyice belli oluyor. Cennet gibi yerin kıyıları atık­larla ve naylon torbalarla dolu, üzülmemek mümkün değil: Akdeniz giderek kirleniyor; acı gerçek.

KORENT KANALI…

Telsizle Korint Kanalı idaresini aradık, kanal saat 16:00’da açılacak dediler; tam saatinde vardığımızda ise içe­ride şat üstünde çalışmakta olan kocaman vinci gördük, kanalın duvarlarını tıraşlayıp düzeltiyor, dipten çamur veya kum alıp algarnalara yüklüyor. Bekledik, saat 18:00’de vinç kanalın doğu ucun­dan çıktı, biz de batıdan girdik, ka­nal içinde seyrederken GPS kaput oluyor, uyduları göremediği için çalışmıyor, gereği de yok zaten. Yakıt getiren acenteye önceden telefonla 700 litre ısmarlamıştık; ufak tertemiz bir kamyonet tanke­ri var. Yakıtımızı aldık, kanal geçiş ücretimizi ödedik, her şey çabucak halloldu, 19:10’da palamarları­mızı çözdük ve kalktık, Ataköy’e 380 mil yolumuz kaldı; no rüzgâr, yes motor, yoldayız.

YİNE SAHİL GÜVENLİK BOTU

Gece oldu, Pire limanının ağ­zındaki trafik ayırım hattını batıdan doğuya keseceğiz, feribotun biri çıkıyor, biri giriyor, yük gemi­leri cabası, etraf yüzlerce lambalı balıkçı motorları ile dolu, tepemiz­den Atina Havaalanı’na inen uçak­lar geçiyor, hayli hareketli bir yer; heyecanlı bir iki saatten sonra karşıya atladık Lavrion önlerinden geçeceğiz, içimde bir his, aklımda bir soru; acaba Yunan Sahil Gü­venlik botu bizi yine çevirecek mi? Gece, daha doğrusu sabah saat 01.00: Archie ve Ahmet nöbette; uykumun içinde birtakım sesler duyuyorum, uyandım ki, durmuşuz; anaaa adam­lar yine çevirmişler. Soru­yorlar: kimsin, nesin, nered­en geliyon, nereye gidiyon, kaç kişisin; bir kopya müret­tebat listesi verdik, çok ki­bardılar, tekneye değmediler dahi, iyi yolculuklar dileyip, ışıksız gazlayıp kayboldular; gelirken de radarda görün­memişler, kamara üstü açıla­rı eğik fiber tekne, radar her zaman göremeyebiliyor. Dikkatli olmak lazım, radar gece seyrinde her şey de­mek değil. Bu kez Pame ve dört motorlu Pamela yok. Bu bölge tehlikeli, Yunanis­tan’ın en büyük mülteci kampı Lavrion’da. Geçerken dikkatli olmak gerekiyor. Yolun bundan sonrası ko­lay artık. Dora Kanalı’nı çıktık, ka­fadan biraz dalga var, rüzgâr belki üç kuvvetinde. Bir ara iyice doğuya Kuşadası’na rota tutup yelkenle seyredelim dedik, olmadı, bir iki mil sürüklendikten sonra hava yine iyice kaldı. Saat 16.00’ya geliyor­du, denizin ortasında durmakta olan Amerikan Sahil Güvenlik ge­misi gördük, öööyle duruyor, tel­sizde de çıt yok, ne arıyor buralar­da, savaştan dönenlerle bir ilgisi mi var? Yoksa yolunu mu şaşırdı da buralara geldi?

ÇANAKKALE BOĞAZI ve MARMARA DENİZİ…

Saatler ilerledi, önceleri Midil­li’nin batı sahili, bir süre sonra da Babakale sancağımızda kaldı, geceyarısına doğruydu Bozcaada ile Eşek Adası arasındaki kanalı geç­tik, Mehmetçik Feneri pruvamızda Kumkale açığına doğru seyrediyo­ruz, deniz iyice kaldı, saat 03.00’e gelirken Çanakkale Boğazı’na gir­dik. Mehmetçik Trafik Kontrol İs­tasyonu’nu aradık, kendimizi ta­nıttık, Gelibolu Yarımadası sahili boyunca çıkacağımızı bildirdik, iyi yolculuklar ve iyi nöbetler dilekle­riyle ayrıldık. Sabah 07:20’de Ge­libolu’yu geçtik. Saat 12:30’da da Paşalimanı Adası’nda, şimdi artık ara­ba vapurunun yanaştığı iskelenin Kuzeyinde, sekiz metre suya demirledik. Ataköy’e varma­dan önceki son gecemizde, biraz ruhlarımızı dinlen­dirmek, kafalarımızda 9 ayın bilançosunu çıkartmak, Cebel-i Tarık’tan bugüne boylu boyunca Akdeniz’i son­ra da kuzey Ege’yi içine alan 20 günlük seyrimizden anıları paylaşmak istedik. Hem de kendimize göre düzenlediğimiz, yol boyunca da ufak tefek değişiklik­lerle geliştirdiğimiz ve çok kullanışlı hale getirdiğimize inandığımız Seyir Jurnalimizi bir kez daha gözden ge­çireceğiz, yolculuk boyunca üç cilt kullandık.

Sabah saat 05:00’te vira demir kalktık, rüzgâr yok; bu yıl havalar yine bir tuhaf geçecek anlaşılan ne meltem var ne de bir başka rüzgâr. Saat 14:00’te Yeşilköy önlerinde durup beklemeye başladık. Başta sevgili arkadaşımız, can dostumuz Yalçın Dülger ol­mak üzere arkadaşlarımızla Ataköy Marina mendire­ğinin dışında buluşacağız hem de saat 16:00’da baş­layacak Marmara Yat Rallisi – MAYRA’nın startında hazır bulunacağız. Her şey programa göre oldu, karşılandık, hayli heyecanlıydık, mizanaya gezimizde uğ­radığımız 21 ülkenin bayraklarını donattık, MAYRA top atışıyla yola çıktı, filo gece Heybeliada’da yata­cak, biz de marinaya girip yerimize bağlandık, gün 20 Haziran 2003 Cuma, saat 16:15.

YOL ARKADAŞLARIMIZ…

Şimdiden sonra Doreen ve Archie Annan çifti Okura yatları ile artık ülkelerine dönmek üzere hazır­lıklarına başlayacaklar. Yaşları kemale erdi, ülkelerini özlediler. Akdeniz’de geçirdikleri 12 yıla yakın sürede kendi yatlarıyla iki ya da üç EMYR rallisi ile üç KAYRA rallisine katıldılar, rallilerin hazırlıklarında bizlerle çalıştılar, birlikte MAT’la bir Kızıldeniz gezisi bir de Atlantik turu yaptık. Ülkemizin gerçek dostu bu çift, yatçılar için ayrıca Ukrayna sahil­leri ile Karadeniz’in tamamını an­latan iki kılavuz kitap yazdılar, Ka­radeniz’in yat turizmine açılması için görüp öğrendiklerini adım adım anlattılar, amaca hizmet etti­ler ikisini de hep saygıyla anaca­ğım.

Yol arkadaşlarımız Doreen ve Archie Annan

GERİYE BAKINCA…

Geriye bakınca gördük ki;

Yola çıktığımız 16 Eylül 2002’den bugüne 9 ay 4 gün geç­miş.

Atlantik Okyanusu’nu turla­dığımız bu sürenin yaklaşık 3 ayı, biri Tenerife Adası’nda, diğer ikisi Martinique Adası’nda olmak üzere limanda bekleyerek geçmiş.

Gerçekten yolda geçirdiğimiz 6 ay içinde 1902,30 saat seyret­mişiz.

Toplam 12892 deniz mili yol kat etmişiz.

Akdeniz’in rüzgârsızlığı ya­nında Azorlar ile Cebel-i Tarık ara­sında aynı nedenle motor kullanmak ihtiyacımız hayli yüksek ol­muş ve liman giriş çıkışları dahil toplamı 900 saate yaklaşmış.

Yelken & motor sürat ortala­mamamız 6,8 not olmuş.

Toplam 86 liman veya demir yerinde kalmışız.

Değişik 21 ülke bayrağını ana direk sancak gurcatamızda ta­şımışız.

Bol bol gülüp neşelenmişiz, hiç ağlamamışız, üzülmemiş, ürkmemişiz.

Gerçekten tehlikeli bir an da­hi yaşamamışız.

Hiç tedbirsiz davranmamışız.

Denize, doğaya, evrene, in­sanlara, canlılara olan saygı ve sevgimizi bir an dahi yitirmemişiz.

Dostlarımız bizi bir tek gün yalnız bırakmamışlar, onların sı­cak sevgilerini hep içimizde hissetmişiz.

Şimdi kendi kendimize “bun­dan iyi ne ola ki” diye sorma­mız gerekmez mi?

Tekrar mı? Artık ar damarımız yırtıldı ya, neden olmasın? Zaman gösterir ne olacağını.

“Darısı bütün amatör de­nizcilerimizin başına” dilekleri­mizle rüzgârınız bol ve kolayına, pruvanız neta, yürekleriniz ferah olsun.

Similar Posts