MAT Yatının Atlantik Gezisi
Teoman Arsay
Yılın her zamanında seyirde görebileceğiniz Teoman (Arsay) abimizin teknesi MAT’ın Karadeniz’den Kızıldeniz’e, oradan Atlantik’e “kayıtlı” yaklaşık 200 bin mil seyri, seyirler boyunca biriktirdiği onlarca anısı, denizciliğe ilişkin sayısız bilgisi/deneyimi var.
MAT’ın uzun seyirlerinden biri olan, 16 Eylül 2002’de başlayan Atlantik gezisi Yelken Dünyası dergisinde “MAT Yatının Atlantik Seferi” üst başlığıyla bölümler halinde yayımlanmıştı (2002-2003). Dokuz ay süren 12 892 millik Atlantik gezisinin fotoğraflar, çizimler ve metin elden geçirilerek tek bölüm haline getirilen seyri “MAT Yatının Atlantik Gezisi” başlığıyla toplu halde ilk kez okuruyla buluşuyor. Teoman abinin seyir notlarına/gözlemlerine toplumsal gidişatımız/geçmişimiz ve amatör denizcilik üzerine düşünceleri de eşlik ediyor. Keyifli okumalar…
S/Y MAT:
Tekne cinsi: ÖZEL YAT İnşa yeri /yılı: İSTANBUL, 1980 Bağlama limanı: İSTANBUL
Tescil boyu: 17,7 m. Tam boy: 19,20 m. Eni: 4,45 m. Derinliği: 2,85 m.
Gros ton: 44,48 Net ton: 25,41 DWT (DWT) Toplam makine gücü: 250 BHP
12.09.2002
Uzun yolculuğun başlangıcında ilk etap
İSTANBUL’DAN MALTA’YA…
Geçtiğimiz ay ortalarında İstanbul Ataköy Marina’dan başlayan yolculukta 825 Dm (deniz mili) yol kat edip Malta’ya geldik.
Pame! Sabahın 02:30’u, ortalık kapkaranlık. Büyümekte olan mehtap, bulutların arkasına saklanmışken, bizi çeviren Yunan Sahil Güvenlik botu işte bu emirle gazlayıp bir anda yanımızdan ayrıldı ve karanlığın içinde kaybolup gitti.
Pame! Boyu 18-20 metre dolayında, fiber bir bot, üstünde üç kişi ile, içeride belki başkaları da vardı, karanlıktan seyir fenerleri kapalı gelerek Lavrion önlerinde bizi durdurup pasaport kontrolü yaptıktan sonra ayrılırken duyduğumuz son emirdi “pame”, Türkçesi, “gidiyoruz” ya da “gidelim” demek.
Aklım bir anda çook gerilere taa 50’li yıllara gidiverdi. Dört motorlu dansöz Pamela gelmişti İstanbul’a ve gece kulüplerinde sahneye çıkıyordu. Pamela’nın dört motoru dört püskülden ibaretti. İkisini poposunun iki yanağına, diğer ikisini de göğüslerinin uçlarına, sanırım vantuzlarla emdirip -iğne iplikle dikecek hali yok ya- sahnede önce teker teker, sonra ikişer ikişer sonra da dördünü aynı anda aynı veya karşı yönlerde savururken kendisi de ayaklarının ucunda döner dururdu. Pamela 67(!) derece miyoptu, sahne önüne ona yakın oturup kendisine çiçek ya da şampanya gönderen hayranlarını pek seçemezdi ama yine de hepsine sırıtır dururdu. Hayranları ise görülüp beğenildiklerini sanarak kasılırlar da kasılırlar. Pamela’nın motorları ile yer değiştirmeyi düşlerlerdi. İnsan beyninin derinliklerindeki kuzu sıçramalarından birisiyle Pame’den Pamela’ya gidiverdi düşüncelerim sabahın iki buçuğunda.
YOLCULUK…
İstanbul’dan ayrıldığımız ikinci günün gecesinde oldu bunlar.
Pazartesi 16 Eylül 2002 gününü, çook gecikmiş ve artık gerçekten yılan hikâyesine benzemeye başlamış bir yolculuğun başlangıç günü olarak seçmiştik.
Yuvamız Ataköy Marina’dan aksaksız tamamlayacağımızı umduğumuz Karayip Adaları’na gidip gelme yolculuğumuza saat 13:30’da sağanak beteri bir yağmur ve 30-35 not esen bir rüzgârla başladık. Yakıt almamız tamamlanmak üzereyken, acayip bir yağmur başladı. Baktık olacak gibi değil, yakıt almayı kestik, aceleyle halatlarımızı çözdük, tekneyi mendirek dışına sürdük ve yelkenlerimizi bastık. Yakıt istasyonunun saçakları altında bekleyen sevgili dost ve arkadaşlarımızla son bir defa daha kucaklaşamadan yola çıktık ama hepsinin el sallarken yüzlerinde oluşan biraz üzgün biraz şaşkın ifade hafızalarımızda o şekliyle donup kaldı ve tekrar görüşene kadar da kalacak.
Yılbaşından beri hazırlanıyorduk yola çıkmaya, yaş ortalaması 67 civarında üç kişi ve bu ortalamayı 60’a indiren yardımcım Efendi Kaptan Ahmet’le beraber.
Hazırlıklar son gecenin akşam saatlerine kadar sürmüştü. Oldukları yerde 23 yıldır duran iki adet alüminyum balon gönderinin boyları kısaltılmış ve ana direkteki raylı arabalarına monte edilmişlerdi. Yolda ikiz yelken kullanmayı düşünüyorduk. Yine 23 yıldır evin bodrumunda bekleyen bir adet Cenova 3, Kaya’nın atölyesinde kesilip biçilerek ıskota yakası yükseltilmiş, güngörmez yakasının açısı değiştirilmişti. Yaklaşık %20’si sarılı kullanacağımız orijinal cenova ile flok istralyasında taşıyacağımız bu muaddel yelkenin oluşturduğu 200 metrekareden fazla alan tekneyi pupa seyrinde çekecekti. Havuzluğun önündeki açılır kapanır camlı çerçeve, dostumuz Cengiz Özgülün takibi, Bofor firmasının gayreti ve sabrı ile yenilenmiş, lastik botu baş üstünde taşırken yararlanmak üzere güvertenin orasına burasına mapalar ilave edilmişti. Daha bir sürü ufak tefek değişiklikler ve ekler toplam süresi 9 ayı aşacak olan yolculuğumuzun güvenli ve rahat geçmesi için düşünülmüştü de ne denli işe yarayacaklarını zaman gösterecekti.
SEYRİN İLK SAATLERİ…
Camadana vurulmuş ana yelken ve flokla 8 notun üstünde süratle Kumburgaz açıklarına kadar yağmur altında geldik. Yeşilköy yönünde, yağmur altında uzaklaşırken, mendirek üzerinde gidişimizi seyreden Murat Emiralioğlu ile telefonlaştık, “gel” desem, gelecekti sanki, sesinden öyle sezdim.
Güzelce’yi biraz geçince rüzgâr bermutat bitti, yağmur durdu, gök parçalı bulutluya dönüştü ve yelkenleri sardık, marşa bastık, rotamıza girdik, Çanakkale’ye doğru yol verdik motora. Bu ilk günde vardiya düzenine geçmemek kararındaydık. Bu nedenle de herkes ortalıkta dolaşıp bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Sabah 05:00 sularıydı, Mehmetçik Feneri’ni arkamızda bırakıp Bozcaada’nın batısından 210 derecede yürümeye başladık. Saat 07:00 sularında başlayan poyrazla bir süre yeldümenimiz Şerife’yi denedik ve sergilediğim, Şerife’nin bayrak kılıfını yelken bezinden pleksiglasa çevirmek gibi, çok üstün bir zekâ ürünü buluşumun asla işe yaramayacağını gördük. Pleksiglası söküp başaltına koyduktan sonra Şerife’den özür dileyerek orijinal fistanını yeniden giydirdik ki, rüzgâr bitti. Şerife, pleksiglas giyimi ile hiç işe yaramadı, tekneyi bir türlü rotada tutamadık, arkamızdan yılan gelseydi bir yandan bir yana 50 dereceye varan kıvırmalarımızda hayvancağız dağılırdı herhalde.
Adı İngilizcede “wind vane steering” olan ve rüzgârla çalışarak yelkenli teknelere uzun seyirlerde dümen tutturan alete verdiğimiz “yeldümen” isminin telif hakkı sevgili dostum Erol Kepenek’e aittir. Denizciler Sivil Toplum İnisiyatifi DSTİ’nin ilk düzenlediği Esenköy rallisinde, düzeneği kurup denerken, Erol Kepenek ismini böyle koymuştu, bizde de böyle kalacak artık. Şerife ismini ise bana bu yolculuk boyunca refakat edecek denizci dostlarım, amatör denizciler için Ukrayna ve Karadeniz rehber kitaplarını yazan İskoç asıllı İngiliz çift Doreen ve Archie Annan’dan devşirdik. Yola çıkmadan birkaç gün önceydi; yeldümen denemesi için denize çıkıp, performansını beğendiğimizde, mutlu sonucu kutlamak için kadeh kaldırırken, Doreen ‘in şivesi ile şerefe kelimesi bir anda Şerife oluverdi ve öyle kaldı. Bu arada belirtmeden geçmeyeyim; Annan çiftinin yazdığı kitaplar Ataköy Marina ve Ataköy Marina Yat Kulübü’nün (MAYK) yayınlarındandır ve ikisini de aynı adresten temin etmek mümkündür. Daha sonra MAYK kısaltmasının içeriği Marmara Açıkdeniz Yat Kulübü olarak değişmiştir.
BATIYA DOĞRU…
Akşamüstüne doğruydu, Skiros Adası’nı geçiyorduk, birden tepemizde Yunan Deniz Kuvvetlerine ait bir helikopter belirdi, bilinen tombul burunlu Augusta-Bell tipinden. Neredeyse direk seviyemize kadar alçalıp etrafımızda iki tur attıktan sonra gitti. El salladık ama cevap alamadık. Gece başladı, bu defa yine bir helikopter tepemizden doğuya doğru bir gitti bir geldi. Belki manevralar vardı da biz bilmiyorduk. Aynı gecenin içindeydi işte Yunan Sahil Güvenlik botunun gelişi. Andros ve Evya Adaları arasındaki kanaldan geçmiş, Lavrion önlerinde batı yönünde ilerliyorduk. Radarda süratle yaklaştığını gördüğümüzde bir an için kendimizi İsrail sularında sandık. Onların da çok süratli, ancak radarda gözükmeyen ve sesi hiç duyulmayan acayip botları var. Gecenin ortasında aniden teknenin üstüne gelip kocaman bir projektörle ortalığı gündüze çevirip, insanın yüreğini ağzına getiriyorlar. Gerçekten olabilseydi, insanın yüreği ağzına acaba nasıl gelirdi? Neyse, bizi de işte böyle çevirdiler, yol kestik, durduk, son derece kibar, kendi usturmaçalarını döşemişler, biz de bir iki tane döşedik, baştan kıçtan kendi halatlarını verdiler. Tekneye atlamadan, bir metre mesafeden pasaportlarımızı ve teknenin kâğıtlarını birisi uzanarak aldı, gitti içeride kontrol etti, geldi. Nereden gelip nereye gittiğimizi sordu, teşekkür etti, iyi yolculuklar diledi. Halatları koyuverdik ve komutanları Pame! deyince gazlayıp kayboldular, benim de aklıma ancak Pamela gelebildi, Pavarotti gelemedi. Lavrion ‘da Yunanistan’ın en büyük mülteci kampı var. Herhalde o nedenle de denizin üstünü daha sıkı kontrol ediyorlardır diye düşündük.
PİRE VE KORENT KANALI…
Sabah saat 04.00 sularında Pire limanının önünden geçtik. Orada da limanın giriş ve çıkışında bir trafik ayırım düzeni var. Adalar arasında çalışan ve yolcularını sabahın ilk saatlerinde karaya boşaltmak üzere peşpeşe gelen yolcu gemilerinin arasından karşıya, batıya geçtik, Atina’nın ışıkları göğü aydınlatıyordu. Öğlen saat 12:00’de Korent Kanalı’nın kapısındaydık. Kanal işletmesi özelleştirilmiş. Rıhtım yenilenmiş, tertemiz. Yanaştık, telefonla mazot ısmarlamıştık, küçük bir tanker gelmiş bekliyordu. Liman geçiş ücretini yatırmaya gittim, hesap kitap 295 Euro tuttu, kredi kartıyla ödemek mümkün. Yakıtımızı aldık, 700 litre harcamışız, hesapladık ki, saatte 18 litre yakıyoruz.
Bu arada karşı trafik geçti, kanaldan römorkör yedeğinde bir gemi ile birkaç tane yat geldi, biz de önümüzde Yunan bayraklı bir gulet, arkamızda bir küçük römorkör sırayla kanala daldık. Kanalın genişliği 24 metre, derinliği 8 metre, uzunluğu da 3 mil artı birkaç santimetre. Batıya bakınca yokuş çıkarmış gibi görünüyor, doğuya bakınca da yokuş inermiş gibi; göz aldanması ama nasıl oluyor çıkaramadık.
YILLAR ÖNCE…
Korent Kanalı’ndan ikinci kez geçiyordum. Birden düşüncelerim 35 yıl geriye kaydı, Denizcilik Bankası’nın Ege gemisiyle Venedik’ten yola çıkmıştık. Tarih herhalde aralık ayının 24’üydü ve 42 saat süreyle keşişlemeden esip bütün Adriyatik Denizi’ni kuzeye kadar sıkıştıran gündönümü fırtınasında dövünüp dövüşüp Patras Körfezi’ne girmiş, sakin sulara kavuşmuştuk. Süvari bey fırtınayı beklediklerini, ancak geciktiğini söylemişti. Koca geminin başı her üçerlemede yarı beline kadar sulara dalıyor, rüzgârın kaldırdığı ağır serpinti ise kaptan köşkünün sürme yan kapılarından yol bulup içeri giriyordu. Fırtına seferin ilk sabahında kuvvetlenmişti ve Süvari bey ile belki iki saat süreyle köşkün göğüs camı önünde boylu boyunca uzanan ahşap tutamağı kavramış vaziyette hem denizi seyretmiş hem de ülke geleceği üzerinde fikir yürütmüştük. Gemide 6 yolcuyduk ve 200 ton da yük vardı, kesinlikle zararına yapılan bir seferdi, ama denizlerde bayrak gezdiriyorduk. Devam eden fırtınadan sıyırıp Patras Körfezi’ne girdikten sonra gece saat 23:00 dolayında Korent Kanalı’nı römorkör yedeğinde geçmiştik, kısa kollu gömlekle, mehtapta, kaptan köşkünün kanatlarından hemen 1-1,5 metre dibimizdeki yumuşak kayalardan oluşan duvarlara bakıyorduk. Bugün aynı duvarlarda, su yüzeyine yakın seyrederken bakınca, onlara sürtünmüş gemilerin boya izlerini bol bol görmek mümkün. Bize o zaman kocaman gözüken Ege gemisinin ise pek kocaman olmadığını bugün kanaldan geçen gemileri görünce daha iyi anlamak olası.
O zamanlar (50’li yıllarda) ülkede Amerikan pazarları var olmaya başlamıştı. İthalat kısıtlıydı ama Amerikan pazarlarında önceleri kullanılmış daha sonraları ise (60’lı yıllarda) yeni eşyalar satılmaya başlanmıştı da malların nereden geldiği pek bilinmez sadece tahmin edilirdi. O seferde de bizim gemide kimi personel, aileleri için aldıklarını söyledikleri birtakım eşyayı, yalvar yakar gardıroplarımıza yerleştirmeye kalkışmışlardı. Gemi İzmir’den Türkiye’ye girecekti, dolayısıyla gümrük işlemleri İzmir’de yapılacaktı. Bu nedenle de İzmir-İstanbul arası iç sefer olacaktı. Biz de gümrükçülere gardıroplardaki eşyanın bize ait olduğunu söyleyecektik. Kabul etmeyince de biraz bozulmuşlardı.
İzmir’de gümrükçüler gelip, gemide bir sürü sahipsiz (!) eşya bulup, tutanağa geçirip gittilerdi. Geminin etlerinin korunduğu dolaptan 300 adet “twin set” (üstüste giyilen ince yün kazak ve yelek takımı) çıkmıştı; sahipsiz (!)… Sonra İzmir’de gemiye iç sefer için bir sürü hanım yolcu bindiydi. Yeni yolcular neredeyse bütün kamaraları doldurdulardı. Yola çıktık, restoranda her taraf Murano işi kristal tabak, çanak, biblo ve kül tablaları ile dolmuştu, personel kendisi satıyordu, malların hepsi de Amerikan pazarlarından daha ucuzdu sanki. Anlaşılan bunlar gemide bulunamayan sahipsiz (!) mallardandı. Sonra, İstanbul’da rıhtıma yanaştık, İzmir’de gemiye binen hanımlar üçer beşer bavulla indilerdi. Bir kısmının personel aileleri oldukları söylendiydi. Personelin ise 24 saat süreyle gemiden çıkması yasaktı. Devletin Denizcilik Bankası’na ait gemisi zararına sefer yaparken ülke ekonomisinin gelişmesine bir başka yoldan katkıda bulunuyordu.
İnsanlara insanca yaşamak hakkını tanımayan, onları; yaşamlarını sürdürmek için olmadık yokuşlara koşan bir uyduruk düzenin bugünümüzü ve yarınımızı neden bu kadar geciktirdiğini anlamak için bunları yaşamış olmak gerçekten şart mıydı? Mesele önünde sonunda gelip onun aramızdan erken ayrılmış olmasına dayanıyor. Bizi bırakıp gitmeseydi, biraz daha dişini sıksaydı, arada olanların hiçbirisi olmayacaktı, çünkü o akıllıydı, gerçekçiydi, batılıydı, çağdaştı, bizi ve ülkesini seviyordu, harcadığı onca çabayı heba etmeyecekti.
TRİZONİA ADASI’NDA BULUŞMA…
Öğleden sonra saat 15.00 sıralarında önceden telefonla anlaştığımız üzere Venezuela bayraklı Tunnix yatlarıyla Hırvatistan gezisinden Antalya’ya dönmekte olan arkadaşlarımız Hans ve Gisela ile buluşmak üzere Trizonia Adası’na ulaştık. Fındık kadar bir ada, sahilden 1 milden az açıkta, Patras Körfezi’nin kuzey yakasında. Çok güzel bir mendireği var. Belki 40-50 hanelik bir köy ve de önünde bir küçük koy daha. Yamaçta bir restoran, arka yamaçta da bir bar. Deniz suyu sıcaklığı 25 derece, limanın içinde yüzülüyor. Schengen vizelerimiz var, Yunan bayrağının altına bir de Q bayrağını bastık, ne anlama gelirse gelsin artık ve bağlandık. Yani belki de demek istiyoruz ki, her ne kadar ülkeye girmediysek de serbest geçiş istiyoruz. Gemimizde hastalık yok, bırakın da bir akşam limanda kalıp yemek yiyelim, sabah da kalkar gideriz, dışarıda deniz kötü çünkü. Lokanta çok iyiydi, 6 kişi yemek yedik, 2 kılıç şiş, 4 domuz pirzolası, 3-4 litre de şarap, meze ıvır zıvır, Hans dostumuz hepsine 68 Euro ödedi.
Adaya ekmek bile karşı kıyıdan geliyor. Köy meydanına bir kâğıt asmışlar, herkes önceden gidip tekne adını ya da kendi adını yazıp kaç ekmek istediğini belirtiyor. Öğleye doğru ekmekler gelince gidilip alınıyor, kimse kimsenin ekmeğini araklamıyor(muş). Barınak sadece yat dolu, aralarında KAYRA’ya katılmış olanlar dahi var. Kışlamak için çok sevilen bir yermiş, yabancılar teknelerini kış süresince bağlayıp ülkelerine gidiyorlarmış. Romantik, unutulmuş, mahmur, öylesine bir ada işte, keşke hep öyle kalsa.
KEFALONYA KANALI
Sabah 05:00’de kalktık, yola çıktık. Patras kentinin yakınında Korent Kanalı’nın ana topraktan kopardığı Peloponez yarımadasını karaya bağlayan yeni bir otoyol köprüsü yapılıyor. Köprü 4 adet beton ayak üzerine yerleşecek ve yol bir yay gibi 60 metreye yükselerek geçecek. Avrupalı olmanın getirdiği avantajlardan birisi de herhalde bu köprüyü yapmak için bulunan paradır.
İnşa halindeki köprü ayaklarının arasından saat 07:00’de geçtik ve Kefalonya Kanalı’na rota koyduk.
Hava sakin ve sıcak rüzgâr yok, motorla seyrediyoruz. Saat 14:20’de hafif bir KB rüzgârı aldı, makinayı durdurduk, cenova/ana yelken düzeninde 5,5 notla seyre başladık. Şerife’yi ayarladık, hatun bugün çok istekli, kapris yapmıyor, fıstık gibi çalışıyor. Saat 18:00 sularında rüzgâr KKB’ya dönmeye başladı, bu kez Şerife tekneyi aklına estiği gibi kullandığından rotadan kuzeye doğru kaçmaya başladık. Malta yerine Sicilya’nın Sirakuz limanına gideceğiz. Şerife’yi devreden çıkardık, tekneyi yoluna koyduk ve yeniden ayarlamaya çalıştık, ama seyir apaza kaçtıkça kız zıvıttı. Laf dinlemiyor ya yükseliyor ya da düşüyor, bir türlü dediğimizi yapmıyor. Vazgeçtik, otopilotla seyre geçtik. MAT’ın otopilotunda dümen hidroliğini çalıştıran iki pompa var. Birisi mekanik ve pervane şaftına bağlı, motorla giderken dümen pistonlarına yağ basıyor, diğeri elektrikli. Yelkenle giderken Max-Prop pervanenin kanatları suyun yoluna döndüğü için şaft duruyor, o zaman da elektrikli pompayı çalıştırıyoruz.
Üç saatlik vardiyalar yapıyoruz. Her nöbette iki kişi olması şart. Hava karardıktan sonra can yeleklerimizi takıyoruz. Daha Marmara’dayken güvertenin iki yanına can halatlarımızı döşemiştik. Yelken seyrimiz saat gece 22:00’ye kadar sürdü ve rüzgâr birden durdu. Yaklaşık 7,5 saatlik yelken seyri ile 135 litre yakıt tasarruf ettik, bu da motor seyri ile ortalama 63 Dm (deniz mili) ediyor. Yakıt harcama hanemize 63 Dm’yi alacak yazdık. Jeneratör de çalıştırmadık, dolayısıyla net tasarrufumuz 135 litre. Jeneratör saatte 3,5- 4 litre yakıt harcıyor, karşılığında yelken seyrinde vinçlerin hırpaladığı akülerimizi şarj ederken, saatte 40-50 litre de su üretebiliyoruz. Kararımız; yolun devamında, yelken seyrinde Şerife’yi işe koşmak, jeneratörü ise gündüzleri çalıştırmayarak, yelkenli gece seyirlerinde hem akü şarjı hem genel elektrik sarfiyatı hem de tatlı su yapmak için çalıştırmak.
Akşamları güneş batarken yabancıların “happy hours” dedikleri bizim “vakti kerahet”imiz geliyor. Bugün ikişer adet Küba Libra (Özgür Küba) içtik, formülü iki tek ram üstüne bir Coca Cola light, o kadar. Öğlenleri hep salata yiyoruz, Archie çok güzel yapıyor. Bu akşam Ahmet soğan sarımsak soslu penne yaptı. Penne malûm, yamuk kesilmiş kalın çubuk makarna, İtalya’da en iyisi Sicilya usulü yapılırmış, kesinlikle ama bizimki daha lezzetliydi. Fazla kaçan soğan sabaha kadar biraz ağızlarımızı kavurdu o kadar.
MALTA’YA DOĞRU…
Ayın 20’si cumaya geçtik. Her üç saatte bir kez jurnale ve haritaya mevkimizi işliyoruz, Malta’ya 253 Dm kaldı, İstanbul’dan buraya kadar 565 Dm yol gelmişiz.
Seyahatimizin tahmini toplam mesafesinin henüz %5’i dolaylarında yaptığımız bu yol. Malta Cebel-i Tarık arası 1000 Dm’yi biraz aşıyor, Akdeniz’den çıktığımızda bir Atlantik geçişi kadar yol yapmış olacağız, Las Palmas Barbados arası 1900 Dm. Mehtap muhteşem, çevrede saat 16:00’dan beri bir büyük tankerden başka gemi yok, onun da neden bu kadar yavaş gittiğini kestirmek güç; acaba yükü yok da nereye gideceğini bilmiyor, haber mi bekliyor, yoksa makinası arızalı da onun için mi yavaş gidiyor, yoksa tanklarını yıkayıp pisliğini denize mi basıyor, kimbilir?
Malta’ya yaklaşırken deniz üzerinde kurulu orkinos ve levrek çiftliklerinin ışıklarını gördük. Önceleri ne olduklarını anlayamadık ve petrol kulelerine benzettik, balık çiftliği olduklarını sonradan öğrendik. Şimdi acaba Assos’ta kurulmakta olan çiftlik de böyle bir şey mi olacak? Devasa çiftlikler, 80-100 metre derinlikte sulara kurulmuşlar. Orkinoslar Japonya’ya gidiyor, bir kısmı Suşi olarak geri dönüyorken, levrekler özellikle İtalya’ya satılıyormuş.
Kefalonya Kanalı’ndan Malta’ya kadar koymuş olduğumuz 246 derece tek rotalı seyrimiz sakin geçti ve 21 Eylül 2002 Cumartesi sabahı saat 08.00’de Malta’nın La Valetta limanının içindeki Viktorioso yarığında, Camper&Nicholson’un marina olarak işlettiği rıhtımda kıçtankara bağlanarak son buldu ve baktık ki, Ataköy’den La Valetta’ya 825 Dm yol gelmişiz. Bu son geceki seyrimizde akıntı, önceleri süratimizi 7,7 nota düşürürken sonra dönüp bizi itmeye başladıydı. Uzunca bir süre 9,6-9,8 not arasında seyrettik. Bütün gün ve gece sakin bir denizde gidip, kâh NATO kâh İtalyan Deniz Kuvvetleri’ne ait gemilerin radarlarında yerlerini saptadıkları ticaret gemilerine ikide bir “adın ne bayrağın ne mevkiin neresi, süratin ne, rotan kaç derece, nereden gelip nereye gidiyorsun, yükün ne?” diye sordukları sualler ve cevapları ile önceleri eğlenmiş, sonra da sıkılarak telsizi kapatmıştık.
FAHRİ BAŞKONSOLOS!..
Yanaştıktan hemen sonra, gemi acenteliği yapan bir şirketin sahibi ve aynı zamanda ülkemizin Fahri Başkonsolosu olan beyin kızı, yanında bir yardımcısı ile geldi, bir isteğimiz olup olmadığını sordu, tekneye bir de gümüşten yapılmış eski gemi biblosu hediye etti, bizi hayli mahcup etti, anlaşılan burada forsumuz yerinde olacak diye düşünmeye başladık. Babası rahatsızlandığından beri konsolosluk işini kendisi yapıyormuş. Geleceğimizin haberini ise İstanbullu dostlarından Kenan-Türkantos, DSTİ gönüllüsü, vermiş.
Aynı anda gri renkli bir liman botu baş tarafımıza kadar geldi, soru cevap yolu ile bir kâğıt doldurdu gitti. Ne imza ne damga. Biraz daha geçti, üniformalı iki gümrükçü geldi, 5-6 dakikada bir form doldurdular, iki nüsha mürettebat listesi aldılar, pasaportlara bakmadılar bile, teknenin teknik bilgileri ile yetindiler. Teknede herkes sağlıklı mı? diye bir sual sorup kocaman Sahil Sıhhiye teşkilatının yaptığı işi de yapmış oldular, el sıkıştık, ayrıldılar. Bize gelmeden önce limana aşağı yukarı aynı anda giren iki transatlantiğin de işlemlerini yapmışlardı.
Aradan yarım saat geçti, bir minibüsle bu kez sivil 3 kişi daha geldi, ikisi rıhtımda bordamıza yaklaştılar, kimliklerini çıkarıp gösterdiler, “Gümrükten geliyoruz, teknenizi arayabilir miyiz?” diye sordular. Ne diyecektik yani, olmaz mı? “Hay hay buyurun gelin” dedik. Tekneye bindiler, ilk söyledikleri aşağı yukarı şöyleydi; “Kusura bakmayın, elbette sizin görünüşünüzdeki kişilerden şüphe etmeyiz, ama ülkenizin özellikleri nedeniyle emir aldık, müsaade ederseniz teknenizi arayacağız.” Ben hemen, “Anladım, mülteciler meselesi” dedim. Cevap “Yok hayır, uyuşturucu trafiği” şeklinde oldu; ne demeli ki? “Şanımız yürüsün abiler.” Girdiler, baktılar, son derece kibar, her seferinde özür dileyerek dolapları ve çekmeceleri açtılar, makina dairesinde akü sandıklarının dahi içine baktılar, bütün iş 10-15 dakika sürdü. El sıkıştık, teşekkür edip gittiler ve Malta’ya girişimiz tamamlanmış oldu. Pasaportlarımızda damga yok, transit log yok, patente yok, yok, yok işte yok.
KURTULUŞ BAYRAMI
Bugün aynı zamanda Malta’nın İngiliz idaresinden kurtuluşunun bayramıymış, 38 yıl önce paçayı sıyırmışlar. Aynı teknede seyahat ediyoruz, 1565 yılında adayı 30-40 bin leventle 3 bin Sen Jan şövalyesi ile 4 bin Maltalı’ya karşı savaşıp alamayan, üstüne üstlük Turgut Reis’i de şehit verip çekilen Osmanlı’nın torunları bizler ve 1814 yılından 1964 yılına kadar burasını müstemleke olarak kullanmış İngilizlerin torunları, Doreen ve Archie. Aynı Malta’yı ikinci Dünya Savaşı’nda Almanlar almak isteyip çok çaba harcadılardı da alamamışlardı. Halen bağlı bulunduğumuz limanın uçaklar tarafından bombalanırken havadan çekilmiş bir fotoğrafı gözlerimin önüne geliyor. Bu savaşta, 1942 yılında, İngiltere kraliçesinin Malta’ya verdiği Kahramanlık Nişanı’nın haçı o günden beri milli bayrağın bir köşesini süslüyor. Tarih acayipliklerle dolu.
Bizim yatlarda ve gemilerde gördüğümüz kırmızı zemin üzerine yerleşmiş haçlı bayrak ise Malta’nın deniz bayrağı, ulusal bayrağından farklı. Bizim ayrı bir Deniz Bayrağı’mız yok.
Malta lisanının (Maltaca?) %60-70’i Arapça, kalanı İtalyanca ve İspanyolcadan devşirme. Örneğin marsa kelimesi Arapça ve liman demekmiş. Oturmuş akşama balık yiyeceğimiz lokantayı düşünüyoruz, Marsaxlokk Koyu’ndaymış, Marsaşlok okunuyor.
Malta’nın nüfusu 350 bin kişi. Malta Lirasının değeri yüksek, 1 Lira, 2,30-2.40 ABD Doları’na eşit. Yılda bir milyon turist geliyormuş. Ülkenin ana geliri turizmden. Oransal olarak düşünsek ülkemize yılda 210 milyon turist gelmeliydi, olmaz ama! Devlete ait devamlı zarar eden bir tersaneleri var, 3000 kişi çalışıyor (herhalde dörtte biri çalışıp, dörtte biri yatıyordur). Aşırı personeli tasfiye etmek için bir plan hazırlamışlar, birileri erken emekli edilecek, paraları da diğer vatandaşlar ödeyecek, besbelli. Devleti ekonomide aktif kullanmış her yönetim, sonunda öyle ya da böyle kendi vatandaşının canını yakmakla yükümlü oluyor, bu bir doğa kanunu olsa gerek.
Önemli olan konunun hâlâ anlaşılamamış olması. Sovyet Rusya’nın var olduğu dönemde Almanya’da Erivan radyosu ile ilgili üretilen seri fıkralardan bir tanesi konunun anlaşılamamazlığı için belki bir örnek teşkil eder; Erivan Radyosu her pazar sabahı bir “dinleyici soruları ve cevaplar” programı yayınmlarmış, isteyen dinleyici mektupla soru sorar, ertesi pazar günü de radyodan cevabı yayımlanırmış. Örnek sorulardan birisi şöyle: Erkekler çocuk doğurabilir mi?
Haftaya Pazar’a alınan cevap ise aynen şöyle: Sayın dinleyici, sorunuzun cevabı için değerli bilim adamlarımıza ve doktorlarımıza danıştık, bir hayli de kitap karıştırdık, aldığımız sonuca göre bu maalesef mümkün değil, ancak insanlığın tarihi ile başlayan denemelere hâlâ ısrarla devam edilmekte.
MALTA’DAN CEBELİTARIK’A
Malta’dan çıktıktan sonra Sardinya’nın Cagliari limanına gelip, buradan da Akdeniz’in batıdaki sonu Cebel-i Tarık’a vardık.
İstanbul’dan yola çıkmadan önceydi, Kemal Ayata dostum, adı Board Terminal olan bir bilgisayar programı ısmarlamıştı. Yükledikten sonra, bilgisayarı bir kablo ile SSB alıcısının kulaklık girişine bağlayınca seçilen istasyondan gidilecek bölgenin RTTY (Radio Tele Type) metin veya (Weatherfax) harita halinde hava raporlarını almak mümkün. Şimdiye kadar batı Akdeniz’i de kuzey Atlantik’i de en iyi Almanya’nın Offenbach istasyonundan alıyoruz, Romanın raporları da çok iyi. Ne var ki, bu yavaş öğrenme yeteneğimle programın işleyişini doğru dürüst anlayıncaya kadar herhalde karşı kıyılara ulaşmış olacağız. MAT’ta bir de Furuno marka hava haritası çıkaran Weatherfax alıcısı var. Arada onu da kullanıyoruz. Ne var ki, bizim Ragıp Uluğ cep takviminin hava tahminleri buralara kadar da ulaşabiliyor. Temel kural şöyle; her ayın üçüncü haftası sonlarından başlayarak ilk beş gün süresince, yani gün dönümlerinde, hava koşulları genellikle mevsim normallerinden farklı oluyor. Burçların değişimine rastlayan bu tarihlerde bir hikmet olsa gerek. SSB ve Navteks ile aldığımız hava raporları yanında biz şimdi cep takviminden de yararlanıyoruz.
MALTA’DAN ÇIKIŞ…
Nitekim bugün Eylül ayının 24’ü ve Malta’dan ayrılıyoruz. Hava biraz alengirli, rüzgâr önceleri KB sonraları tam B olacak. İki gündür esen lodosun etkisiyle soluğan G’den geliyor. Demek ki, yelken çalıştırabilirsek rotamız önce B olacak, sonra rüzgâr B’ya gelince biz K’ye yöneleceğiz. Batı Akdeniz geçişimiz için (İngilizler Gibraltar’ı kısaltarak GİB diyorlar) Cebel-i Tarık’a kadar üç ayrı rota saptadık. Birincisi doğru rota ve harita üzerinde 1002 Dm topluyor. İkincisi İspanya’nın Cartagena limanı tarikiyle GİB. Üçüncüsü de önce Balear Adaları, sonra kıyı boyunca GİB. Bakalım hangisini tutturabileceğiz. Bu seçeneklerde mesafeler elbette biraz daha uzun olacak. İstanbul’dan Malta’ya beş gün bir gecede gelmiştik. Bakalım bu etabımız ne kadar sürecek? Sekiz günü aşacağımızı sanıyorum.
Eskiler “liman götü büyüktür” derlerdi. Bir gemi limana girdikten sonra yeniden denize çıkıncaya kadar geçen süre çok uzarsa, mürettebat rahata alışır, eğlene tıkına Agop’un kazına döner, yerinden kalkmak, yola çıkmak istemezmiş. Onun için liman sürelerini, hele de hava koşulları çok zorlamıyorsa, fazla uzatmamak gerek. Aksi halde onu da göreyim, şunu da yiyeyim diyerek pantalonlarımıza sığmayacağız, Bodrumca “yetti gari” dedik ve yol hazırlıklarımıza başladık.
Burada göz aşinası olduğumuz iki gulete rastladık. Her ikisi de Malta bayrağında çalışıyorlar. Birisi Alevok; geçmiş yıllarda bir gündü, Ekincik’ten kalkmış Kadırga Koyu’na gidiyorduk ve bir süre yanyana gitmiştik de iskelemize gelip açığa çıkmak istediğini korna çalarak el kol hareketleriyle anlatmaya çalışmış, yol kesmemizi istemişti. O zamanki kaptanı; kendisini tarlada traktör kullanırken görüyordu herhalde. O anda çektiğimiz bir fotoğraf Efendi Kaptan Ahmet’in albümünde hâlâ duruyor. Biz de kendisine, sürati yetmiyorsa, yol kesip pupamızdan geçmesi gerektiğini telsizle bildirdiydik. Diğeri ise Hera; onunla da iki gün süreyle Marmaris Netsel Marina’da, ana mendireğin en ucunda yanyana yatmıştık. O zamanlar septik tanklar henüz kullanılmaya başlanmıştı. Kimsenin de tank nefesliklerine koku filtresi takılması gerektiğinden haberi yoktu. Hera hayli yüksek bordalı bir guletti ve nefeslikleri de tam bizim lombozlar hizasındaydı. İki gece süreyle kendimizi fosseptikte yatıyor sandıydık. Kolay değil dört ton dolayında dışkıyı koklayarak uyumaya çalışmak.
Tekneyi toparlarken, Archie ve Ahmet botla liman başkanlığına ve gümrüğe gidip, tamamı iki adet mürettebat listesi verilmesinden ibaret olan, çıkış işlemlerini yaptılar. Saat 11:30’da da palamarlarımızı çözdük, demirimizi aldık ve mendireklerin arasına doğru yol verdik. Dışarı çıktığımızda KB’dan hafif bir soluğan, GB’dan de hafif bir rüzgâr bulduk. Yelken taşıtmıyor, demek ki, motorla seyredeceğiz. Nöbet düzenine girdik; sabah 08:00, akşam 20:00 arası nöbetlerimiz 4 saatlik, akşam 20:00, sabah 08:00 arası 3 saatlik. Malta’nın batısında bir de Gozo Adası var. İki ada arasında deniz yüzmek için çok güzelmiş ama artık durmamıza olanak yok, yolcu yolunda gerek.
HAVA DEĞİŞİNCE!..
Gece oldu, iskele baş omuzluğumuzda Pantelleria Adası’nın fenerini görüyor ve yön değiştiren akıntıyla 7,4-9,4 arasında bir süratle ilerliyoruz. Bu Pantelleria Adası’na İtalyan film yıldızları çok rağbet ederlermiş. Belediye başkanının mafyacılık oynadığı için görevden alındığı ile ilgili bir haberi gazetelerde okuduğumu sanıyorum. Sicilya’nın batı ucunda hayli geniş bir sığlık alan var, rotamızı bu sığlığın dışında, derin suda seyredecek şekilde koymuştuk. Gece yarısından sonraydı çoook uzaklarda ve yine iskele baş omuzlukta Tunus’un Bon Burnu fenerinin huzmesi göğü tarıyordu ki, rüzgâr artmaya ve tam kafadan gelmeye başladı, soluğanı da beraberinde tabii. Yeni programımızla Offenbach’ın son raporlarına baktık, Tiren Denizi’nin doğusu da Balear Adaları’nın civarı da kötü gözüküyor. Aradaki boş alan ise Sardinya Adası’na kadar yükseliyor; rotamızı değiştirdik. Zaten denizin tam ortasında bulunan bir kayadan da açık geçmek istiyorduk ve Cagliari limanına yol verdik. Önceden planladığımız üç rota da işimize yaramayacak. Cagliari, Sardinya Adası’nın G-ucunda ve ağzı tamamıyla güneye açık geniş bir körfezin en K-noktasına yerleşmiş bir liman. Rüzgâr var, yelken seyrine geçtik, flok ve camadanlı ana yelkenle apazlama 8 mil yürüyoruz ama birkaç saat sonra yürüyemez olduk. Önce Pantelleria, sonraları Palermo deniz radyo istasyonları 15 dakikada bir, fırtına ihbarı vermeye başladılar. Gerek Yunanistan gerekse İtalyan istasyonları hava raporlarında hep kendi denizlerinden bahsediyorlar, Yunanistan ne varsa hepsine Hellenic Seas, İtalya da Italian Seas diyor. Biz neden hava raporu yayımlarken Türk denizleri demeyiz ki? Yoksa onlar bizim değil mi? İtalyan hava raporları Akdeniz’i baştan sona, batıda Alboran Denizi dedikleri aynı isimli adanın bulunduğu alandan, doğuda Girit’e kadar veriyor.
Bu rüzgârla bu rotayı tutmamıza olanak yok, teknenin başını açtık ve neredeyse Ağa Han’ın Porto Cervo marinasını tutabileceğimiz bir rotaya girdik. Yani Sardinya’nın KD sahillerine doğru yükseleceğiz. Rüzgâr da iyice azıttı, 45 not vakayı adiyeden, 50 ve çok kısa bir süre de olsa 60 not vakayı hususiden olmaya başladı. Süratimiz çok düştü, fazla yelken büyütemiyoruz, teknenin başı devamlı rüzgârdan kaçıyor, dalga araları büyüdü, pek dalmıyoruz ama serpinti zaten yetiyor, teknenin tamamı örtülüyor. Bir iki dalgayı iskeleden aldık, kıç güvertede bağlı halatları ve ıskotaları dağıtıp kısmen denize sürükledi, çımaları teknedeydi de öylesine toplayıp bağladık. Bir ara çok sert bir “taaak” sesi ve kuvvetli bir silkelemeyle irkildik. Önce direkte yukarılarda bir şey oldu sandık. Fakat sonra gördük ki, flokun 16 mm. sancak ıskotası, yakasına 1,5 metre mesafeden kopmuş. İskele ıskota ile abrayıp yelkeni sardık, sarkan parçayı kopuk bedene karşılıklı izbarço bağları ile ekledik, iskeleye aktardık, iskele ıskotayı makaralarından alıp sancak tarafa yeniden döşedik, yelkeni açtık ve yola devam ettik.
Güverteye güvenlik kemeri takmadan çıkmıyoruz, zaten çıkamıyoruz da. Birden Takvim-i Ragıp’a bakmak geldi aklıma, heyhaaat! Meğer Kestane Karası fırtınası buralarda da esermiş ve gelip bizi bulmuş. Belki de biz kaşınmışız.
Acaba adı buralarda nedir? Örneğin Black Chestnut Gale mi? Tekne 20 derece ve daha fazla yatınca, sürati de 4 notun altına düştükçe iyice rotadan kaçıyoruz; motoru çalıştırdık, 1200 devirde destek çıkmaya başladık ve rotaya oturduk. Bir ara baktık, mizana yelkenin üst çapraz çarmıhlarında karşılıklı bağlı iki radar reflektöründen birisinin yerinde gerçekten yeller esiyor. Deli rüzgâr onu da alıp götürmüş, sadece iki başlığını bize bırakmış. Bu uzun tip boru gibi reflektörlerin iki başını uzunlamasına bir inceyle bağlamak lazım demek ki. Gece bir ara tekneyi yoğun bir tentürdiyot veya bakalit yanığı kokusu benzeri bir koku kapladı. Kablo yanığı kokusu gibi de geliyordu burunlarımıza. Tabii heyecanlandık, önce koku dışarıdan geliyor sandık, çünkü hayli çabuk kayboldu. Belki gemilerden denize bir şeyler dökülmüştü, biz de içinden geçmiştik. Teknenin içinde orada burada, kuytu köşelerde aynı kokuyu ertesi gün daha bir koklar olduk ama ne olduğunu çözemedik.
CAGLİARİ LİMANINA DOĞRU
Sabah saat 09:00’da bir tramola attık ve GB yönünde seyirle Sardinya Adası’nın güney ucunun 20 mil aşağısına yönlendik. Öğleden biraz sonraydı rüzgâr kırılmaya başladı, denizler hâlâ büyük, yelkenle yürünmez oldu. Boş kova gibi sallanıyoruz, makinanın biraz devrini yükselttik ve 268 dereceye paldır küldür yürüyüşe geçtik. Adanın kuytusuna yaklaştıkça denizler küçüldü ama rüzgâr yine artmaya başladı. Sonuçta saat 19:30’da Cagliari limanına vasıl olduk. Bu etapta toplam seyrimizi 56 saat, fırtına içinde geçen süremizi de temizinden 30 saat olarak jurnalimize işledik. Bütün seyir süresince yemeklerimizi hep düzenli yemeye gayret ettik. Gerçi sofra kurup keyif edecek halimiz hiç yoktu ama, saatlerimizi şaşırmadık. Daha ziyade kuru şeyler, örneğin tost, bisküvi, arada fırsat buldukça salata yedik, bol bol çay içtik. Fırsat buldukça da vakti kerahetimizi ihmal etmedik, midelerimizi hiç bomboş bırakmadık, kendimizi de hep iyi hissettik.
Cagliari kocaman bir körfezin içinde bir liman. Hayli gemi trafiği var. Büyük tankerler, kimyevi madde gemileri, demirde yatıyorlar, yük bekliyor olsalar gerek. Adada bir de rafineri var. Limanın içinde 4 adet marina var. Yaklaşırken telsizle aradığımız Liman Başkanlığından “Cep telefonunuz varsa şu şu numarayı arayın, marinayla konuşun” dediler. Yani bize pek yüz vermediler. Telefona önce bir hanım çıktı, başka bir numara verdi, aradık. Cevap veren bey “Mendirekten içeri girince sağdaki ilk marinaya gelin, ben size el feneri ile yanaşacağınız yeri göstereceğim” dedi. Dediği gibi yaptık, liman içine kadar balık sıkıştırmış bir yunus sürüsünün arasından geçip pontonumuza baştan tonoz alıp kıçtankara bağlandık. Çevremiz boyları 10 metre ve altında yatlarla dolu. Tonozlar da pek zayıf gözüküyor. Yapacak fazla bir şey yok. Umduğumuzu değil, bulduğumuzu yiyeceğiz. MAT ve 16-18 metre arası iki tekne ile birlikte üçümüz Hoş Memo’lar gibi duruyoruz. Yer gösteren adama giriş işlemlerini sorduk, “Şimdi boş verin, yarın yaparsınız, şart da değil zaten” gibi laflar etti. Sabah oldu, 09:30’da bir taksi çağırıp önce gümrüğe gittik, bizi adam yerine koymadılar. Yapacak bir muamele yok, “Sarı bayrağınızı da indirebilirsiniz, hoş gelmişsiniz, keyfinize bakın” dediler. Hâlâ işin doğru olduğunu sanmıyorum, birisi dalga geçti ve görevini yerine getirmedi ama kim? Ne var ki, bizden sonra gelen bir İngiliz’i de aynı şekilde sepetlemişler. Marinaya döndük, bizim adama durumu anlattık, “Eee ne olacak yani, siz de boş verin, gezin eğlenin” dedi, biz de şimdi işte o durumdayız. Sanıyorum olay şöyle değerlendirilmeli; gümrükte Malta’dan geldiğimizi söyledik, bayrak ve milliyet sormadılar. Bizden sonra gelen İngiliz de Malta’dan geliyormuş, ona da aynı şekilde davranılmış. Avrupa Birliği ile anlaşılan bir şeyler temelden değişiyor. İnsanlar çok daha özgür, görevliler çok daha anlayışlı oluyorlar ve tek düşünceleri gelir sağlamak olmuş sanki. Gel, alışveriş et, para bırak, ne yaparsan yap, hepimiz aynı çatı altındayız, amacımız aynı. İşin felsefesi böyle olsa gerek.
TURİZM VE YATLAR…
Nitekim bugün Akdeniz’de gerçekten 400 bin yat dolaşıyorsa (bu sayı tam belli değil anlaşılan, 250 bin diyen de var, 700 bin diyen de), idareler ve görevliler olarak yapacak fazla bir şeyiniz kalmamış olabilir. Bu yatların çoğunluğu devamlı aynı bölgede barınıyor ve fazla gezmiyor olsa dahi, bir kısmı kesinlikle ülkelerarası hareket halinde. Böyle bir trafiğin içinden çıkmak için tek yok herhalde yatlara ve yatçılara bulaşmamaktan geçiyor. Aksi halde kadroları genişletip devleti büyütmeniz gerekecektir ki, o da Avrupa Birliği’nin amaçlarına aykırı. Ticaret gemilerinin işi ise çok daha kolay; nereden geldiği, nereye gideceği, ne kadar yükleyip boşaltacağı belli, günde gelse gelse 1-2 haydi haydi 5-6 gemi gelir, o kadar. Yatlarda durum değişik, 400 bin adet yatın herhalde %10’u o limandan bu limana gezip duruyordur. Monaco’da halen yürütülmekte olan ve 24 metre boya kadar yatların Akdeniz içinde serbest dolaşmalarını öngören toplantılar dizisi sonucunda ortaya çıkacak anlaşma bu gereksinimin cevabı olacak, besbelli.
Dünya denizlerinde artık ticaret gemisinden fazla yat var ve bu yatlarla gemilerdekilerin sayıca çok üzerinde insan seyahat ediyor. Asıl gerçek bu. Yat sahibi olmayı yasaklamayacağınıza, insanların seyahat özgürlüklerini kısıtlayamayacağınıza göre, hiç olmazsa belli bölgelerde serbest seyretmelidirler ki, turizm de sanayi de ticaret de gelişsin. Yurtdışına çıkışların kısıtlanması, çıkarken fon ödemek, her konuda binbir çeşit bürokratik önlem ve işlem gibi düzenlemeler bize has bir davranış olsa gerek. Ne var ki, özgürlüğü öğreneceğimiz ya da bizlere zorla öğretileceği günler artık herhalde fazla uzak değil. Cagliari’de üç tane yat malzemesi satan dükkân var. Malzeme bolluğunu görmek gerek, inanılır gibi değil, yok yok. En çok göze çarpan malzeme can güvenliği ile ilgili. Ve burası öyle pek aşırı turistik bir liman da değil, ama Sardinya haftası yelken yarışlarını herkes biliyor.
Büyük liman içinde marina dedikleri yerler, düzenli yerleştirilmiş pontonlardan ibaret. Belki de bunlara sadece yanaşma yeri veya yat iskelesi demek daha doğru olacak. Bağlama alanının kara tarafı tel örgü ile sınırlandırılmış, tek kapıdan girilip çıkılıyor ve her türlü hizmet şehirden sağlanıyor. İlla da her şeyin marinadan temin edilmesi söz konusu değil. Sanıyorum bir kavram farkı var, biz marina adı altında içinde her türlü hizmeti alabileceğimiz bir özel yat limanı anlıyor ve örneğin Rize limanı bomboş dururken bir köşesine birkaç ponton yerleştirerek bir marina yapmak yerine, gidip biraz ilerisine Rize Yat Limanı’nı inşa etmeye başlıyoruz. Bu örnekte elbette politika asıl ve tek neden. Siyasi iktidar, ortak paramızı, bütçeden alıp bölgeye bu gibi yollarla aktarıyor. Gerek var mı? Yok mu? Ne soran var ne eden. Oysa bir Rize yat limanı maliyetinin kimbilir kaçta kaçı ile Karadeniz’deki bütün barınaklarda 3- 5 pontonla birer yat köşesi (marina) yaratmak olası.
Burada MAT için gecelik bağlama ücreti 40 Euro’dan hesaplanıyor. Türkiye’de biz amatörlerin, balıkçı barınaklarının yatların kullanımına verilmesi yönünde giderek yaygınlaşan ve taraftar toplayan düşünce ve isteklerimiz anlaşılsa, aynı durum bizde de oluşacak ve 5 yıldızlı oteller yerine pansiyonların sayısının artması gibi, her barınakta birkaç pontondan oluşan bir marina doğacak. O zaman ucuza tekne bağlamak mümkün olacak. O zaman tekne adedi artacak. O zaman amatör denizcilikte gelişme hızlanacak. O zaman kulüpler ve kulüpçülük anlayışı değişecek. O zaman yat turizmi gelişecek. O zaman bakın daha neler olacak, cek cak, cak mı? Kırk dokuz adet balıkçı barınağı olan İstanbul için düşünüyorum; Yenikapı’daki limanın içinde neden yatlar için 3 pontonlu bir marina(!) olmaz? Neden Yeşilköy ve Zeytinburnu Koyu’na her türlü havaya kapalı olabilecek bir yat limanı yapılmaz? Hem de Yedikule surlarının muhteşem kulisi önünde. Şu anda, aynı yerde, denizden doldurularak elde edilmiş alanı bezeyen gezi ve spor parkurları, basketbol sahaları çok mu kötü ki? Neden hâlâ Kalamış Koyu, Moda ve Fenerbahçe Burunları arasından karşılıklı iki mendirekle kapatılıp mücevher gibi dev bir, ya da birkaç marinaya dönüştürülmez. Kurbağalı Dere kanalla mendirek dışına akıtılıp koy temizlenmez. İnsanların hem karadan hem denizden gözleri okşanmaz, ruhları zenginleştirilmez, yaşamlarına renk katılmaz? Neden Haliç’in bir kesiminde, rıhtımlar özellikle motoryatlara hizmet verecek şekilde düzenlenmez?
Denizi olsa da olmasa da denizde veya denizle yaşayan ülkelerin hiçbirisinde yat sahipliği zengin sporu olarak görülmüyor. Tam tersine her keseye uygun spor ve seyahat olanaklarından birisi olarak görülüyor. Bu hep böyleymiş de biz anlamamışız, gezmediğimiz, görmediğimiz, bilgilenemediğimiz için yamuk yumuk düşünmüşüz. Üç tarafımız denizlerle çevrili ya, en iyisini biz bileceğiz!..
Cagliari’ de kaldığımız ikinci gündü, ana kamara ile kuzineyi ayıran perdenin sancak öksüz güverte ile birleştiği köşede bir şey arıyorum. Birden burnuma 3 gece önce tekneyi saran koku geldi. Av köpeği gibi koklaya koklaya aranmaya başladım. Sonunda da burnum seyyar telefonun ahşap perdeye bağlı şarj kutusunu besleyen kablonun ucundaki mini fişe takıldı. Yanan oymuş, neden yandığını ise saptayamadık; ne burun ama değil mi?!..
CAGLİARİ’DEN AYRILIŞ…
Hava düzeldi, raporlar D ve GD eseceğini söylüyor, tam bize göre, artık yolcu yolunda gerek dedik ve 4’üncü günümüz olan 29 Eylül 2002 Pazar günü, Cagliari limanının kuzey yakası rıhtımlarından birisinde tertemiz beyaz usturmaçalı iskelesi olan yakıt istasyonuna yanaşıp 800 litre mazotumuzu bir çırpıda aldık. Bir çırpıda aldık diyorum, çünkü böyle süratli basan bir pompa ilk defa görüyorduk. Burada yakıt tuzlu, litresi 98 Eurocent, bir hayli canımız yandı, Malta’da ise 35 Eurocent ödemiştik. Saat 10:45 civarıydı, limandan çıktık, çıkış işlemi de yok. Ama izlerimiz bağlı bulunduğumuz marina kayıtlarında var. Ne oldu yani, geldik, gördük, kendimize göre masraf ettik ve gittik.
Dışarıda, beklediğimizin aksine, pek hafif bir KB rüzgârı, önünde belki 100 dolayında tekne, kimi yarışıyor, kimi geziniyor, aralarından geçecek GB’ya ilerlemeye başladık. Körfezin en güney ucunda bir ufak ada var, onun hizasına kadar motor, yelken-motor ve sade yelken denemeleri ile rota tutturmaya çalıştık. Raporlara göre rüzgârın GD’den gelmesi gerek, oysa ada ortalığı karıştırıyor. Bir süre sonra, Sardinya’nın kuytusundan çıkınca, rüzgâr oturdu ve geceyarısına kadar yelkenle seyrettik. Sabah saatleriydi, rüzgâr iyice doğuya döndü, biz de önceleri biraz cenova-mizana düzeninde yol aldık. Daha sonra da flok ve yarısı sarılı cenovamızı bumbalarımızla ayı bacağı açıp dümeni Şerife kızımıza terk eyledik. Kız bugün bir çalışkan, bir çalışkan, harıl harıl koşturuyor, tekneyi de neredeyse ip üstünde götürüyor, sağ tarafından kalktı herhalde. Galiba Şerife’nin sırrını çözdük, gönlünü kazandık. Tek rotamız var, 256 dereceye gideceğiz. Bu kadar az yelkenle süratimiz yine de iyi, 5,5-7,5 not arasında oynayıp duruyor.
O gün ve sonraki günlerimizde rüzgâr hep doğudan, yani tam istediğimiz yönden esti, çok düştüğü zamanlarda motor kullandık. Ama, yolun epeyi bir bölümü hep yelken seyriyle geçti. İki gece süreyle herhalde Güney Afrika-Avrupa uçuş yolu olsa gerek tepemizden uçaklar geçti. Deniz elbette biraz sallıyor. Hele de bumbalı ayı bacağı seyirde yalpayı önlemeye olanak yok, sallanıp yuvarlanıyoruz.
Seyir jurnalimizi 3 saatte bir işliyoruz, mevki koyuyoruz, bir ara artık boylamları E yerine W yazmaya başladık. Sanki Ekvator geçiyormuş gibi bir sulu eğlence düzenleyelim dedik ama hava hep bulutlu ve rutubetli, keyifli olmayacak, vazgeçtik.
Yemeklerimizi bu kez tabak yerine derin çanaklardan elde yemek zorundayız. Bir büyük lüksümüz var o da ekmek makinamız. Şimdi buradan bütün amatör denizcilere ve özellikle denizci hanımlarına seslenmek istiyorum; bu ekmek makinası denizde “olmazsa olmaz” lardan birisi. Gerçi biraz uzun sürüyor, 3-4 saat arası, ama devamlı taze ve lezzetli ekmeğiniz var. İşin zor tarafı ise 220 volt akımla çalışması. Tekne limandayken problem yok, jeneratörlü teknelerde ise meselenin çözümü kolay. Jeneratörsüz teknelerde seyirde durum tabii yetersiz. Ne var ki, bunlara da bir şaft jeneratörü takılabilir; bunun için de motorun 35-40 BG’den güçlü olması yeterli. Bu jeneratör krank kayış kasnağına bağlanan bir alternatör ile onun ürettiği akımı düzenleyen bir kutudan ibaret, 2 ve 3,5 kW gücünde olanları var. MAT‘ın motor gücü yeterli olduğu için 3,5 kW’lığını takmıştım. Örneğin Volvo her ikisini de satıyor. Ne yazık ki, son İstanbul Boat Show’da bir örneğini sergilememişlerdi, belki bu yıl yaparlar.
Seyirde ekmek yaparken makinayı salıncaklı (yarı kardan askılı) fırının üstüne yerleştiriyoruz, aksi halde hamur çanağın içinde bir köşeye kayabiliyor. Salıncaklı fırın deyince aklıma geldi; Amerikan Sahil Güvenlik’i (USCG) açıkdenize çıkacak teknelerde bulunan fırın ya da ocakların salıncaklı (gimballed) olmalarını istemeye başlamış. Kanımca gerçek ve önemli bir güvenlik önlemi işte böyle olmalıdır. Ayrıca herhangi bir fırın ya da ocağı yenisi ile değiştirmeden bu amaçla tadil etmek kolaydır, ucuzdur. Bu özellik, kuzineleri baş kıç yönünde düzenlenmiş yatlarda, hem ocak alevinin yön değiştirmesini ve hem de, asıl önemlisi, sıcak malzemenin yalpalarda ocak önünde duran kişinin üstüne dökülmesini önleyecektir. Bu kişi bir de kendisini kayışla yalpalarda kuzinenin bankosundan uzaklaşmayacak şekilde güvence altına almışsa yandı gülüm keten helva.
Aynı makinayla değişik türde hamurlar da yapmak olası. Kullanacağınız maya, kuru mayanın “instant” cinsi olacak. Pakmaya yapıyor, biz Gima’dan aldık. Normal kuru maya ile de yapmak mümkün galiba ama, markadan markaya makinaların huyları değiştiği için, işin o tarafının biraz araştırılması gerekir.
CEBEL-İ TARIK…
Sonuç itibariyle Cagliari-GİB arası 742 millik olaysız seyrimiz 4 gün, 20 saat, 5 dakika veya toplam 116 saat sonra meşhur kayayı sahile bağlayan alana inşa edilmiş doğu-batı yönlü uçuş pistinin hemen KB köşesinde 4 Ekim sabahı saat 06;50’de demirlememizle son buldu. Limana yaklaşırken birkaç kez “port control”u (liman idaresi) telsizle çağırmamıza rağmen hiç cevap alamadık, adamlar duvar sanki, oysa gemilere cevap veriyorlardı. Anlaşılan burada da yatlar ve yatçılara pek önem verilmiyor. Yolunu bilmelisin ya da bulmalısın, “ben seninle uğraşamam abicim” demek istiyorlar sanki.
Jurnalimize baktık, 34 saat motor ve motor-yelken seyrine karşılık 82 saat yelken seyri yapmışız, ehh pek de kötü sayılmaz, ortalama süratimiz 6.4 not. Yol boyunca nöbet ve uyku düzenimizi biraz sosyalleştirmek için günde üç saatimizi hep birlikte olmaya ayırmıştık ve böyle de devam edeceğiz. Bu saatler 8-9, 12-13 ve 20-21 arası. Hem kahvaltı hem öğle yemeği hem de akşam yemeklerimizi birlikte yiyoruz. Sonra nöbetçiler nöbete, uykucular ranzalarına. Ranza dedim de aklıma geldi; genel olarak teknelerimizle uzun yol yapmayan bizler ve bizlerin yanında tekne üretenlerin de çoğunluğu, ranza genişliklerini olabildiğince fazla tutmaya çalışıyoruz. Bir bakımdan doğru da bırakın sadece sezonluk gezileri, örneğin dört yıl süren bir dünya turunda dahi yolda geçen süre sekiz ayı fazla geçmezken, limanda geçen süre üç yılı topluyor. Bu durumda insanların daha geniş ranzalarda veya yataklarda yatmak istemeleri doğal. Ne var ki, bol yalpalı seyirlerde insan bu geniş yataklarda bir yandan ötekine, salatalık gibi savrulup duruyor ve tabii zor uyuyor. Bazı teknelerde bu yatakların çift kişilik olanları var, onlarda durum kanımca çok daha vahim, Tanrı korusun kötü kazalar(!), kafa kafaya tokuşmalar dahi olabilir. Çift kişilik yataklarda herhalde daima birisi nöbette, diğeri uykuda olursa kazasız yatmak mümkün olmalı. Ya da araya geçme bir parampet koyacaksınız.
Bir kitaptan hatırlıyorum, ranza genişlikleri 55 santimi aşmamalıymış. Nedeni belli; yorulmadan uyumak. Önlem almak mümkün; örneğin benim yaptığım gibi 90 derece kıvrık, yani L harfi gibi yatarsanız, ya da sağınıza solunuza yorgan yastık sıkıştırıp kendinizi kundaklarsanız mis gibi uyunuyor. MAT‘ın ranzalarına “lee sail” veya “lee cloth” denilen yalpa bezleri yapmıştık. Bunlar çok işe yarıyor, yukarı doğru gerdikçe şilteyi de biraz topladığı için çocuk salıncağı benzeri bir şey oluşuyor. Bir diğer çözüm de bu fazla geniş yatakların boş taraflarına şilteyi yaklaşık 50-60 santim genişlikte daraltması. Erkekler dikkaaat! Özellikle gece seyrinde bu ahşap yalpalıklar üzerinden aşıp inerken sakatlanmak olasılığı yüksek, attan düşmüş gibi olabilirsiniz. Her neyse, teknede bazı değişiklikler yapacağım kesinleşti de “bir dahaki sefere” diye düşünüyorum.
Yalpalı seyirde dolapların ve özellikle kuzine dolaplarının içlerinin çok iyi yerleştirilmiş olması gerekiyor. Aksi halde bir langırtı ve lungurtu yükseliyor ki, tekne parçalanıyor sanırsınız. Bu nedenle kuzinede, dolap tabanlarının yıkanabilir kaymaz bir malzemeyle kaplanmış olması, alabandalara bakan taraflarına ince de olsa sünger döşenmiş olması, ön taraflarına gergi lastikleri takılması, ya da kapakların iç yüzeylerinin de süngerle kaplanması, buzdolabı önden kapaklıysa içine konacak malzemenin kesinlikle boy boy plastik kap ya da sepetler içine yerleştirilmiş olması, devrilip dökülmeleri, dökülüp kırılmaları, yağlanmaları geniş çapta önleyecektir.
Bu yalpalı seyirlerin bir özelliği daha var. Yakıt tankınızda eğer tortu varsa hepsi ayaklanıyor ve filtrenizi sıklıkla temizlemek ya da değiştirmek zorunda kalabiliyorsunuz. Bunun için de en doğru yol, üzerinde aktarma vanası ve vakum ölçeri bulunan filtreler kullanmak. O zaman seyir esnasında motoru durdurmadan kirlilik oranını görmek, bir filtreden diğerine geçmek, kirleneni değiştirmek ya da yıkamak kolaylıkla olası. Almanya’ya bir adet ısmarladım, Kanarya Adaları’na gönderecekler, orada takarız dedik. Aksi halde liman ağzında ya da kritik bir durumda, motorsuz kalmak tehlikesi var. MAT‘ın eskiden çift olan filtrelerini bu kış, daha modern ve küçük boyutlu tekli ile değiştirmiştim, hata etmişim.
MARİNALAR…
GİB’de 4 marina var. En lüksüne girmek istedik (sanki sadrazam torunuyuz), yaklaşırken telefon ettik, dolu olduklarını söylediler. İstanbul’dan Kenan, acentesi aracılığı ile yardımcı oldu, bir başkasında yer bulduk. Önce ama demir yerinde tekneyi neta ettikten sonra varışımızı saat 07:00’de ıslak kutlayıp 2 saat kadar uykuya yattık, ortalık zifiri karanlık hâlâ. Saat 09:00’da “Marina Bay Marina” ile VHF teması kurduk, yerimizin hazır olduğunu öğrendik.
Marina Bay ve Sheppard’s Marina aynı girintinin içinde yer alıyorlar. Kuzey yönünde uçuş pisti sanki mendirek, güney yönünde de denizden dolma arazi üzerinde yeni yapılar ve rıhtımlar. İçeri girerken sağ tarafta bir ponton var, yanaşıyorsunuz, bir konteyner ofiste işlemleriniz yapılıyor, ki ne işlem. Büro 24 saat çalışıyor. Yanında iki de yakıt istasyonu var. Yanaşırken yardım eden yok, kendiniz pontona atlayıp halatlarınızı bağlayacaksınız. Büronun adı da “Reporting Office” yani bildirim bürosu gibi bir şey. Nitekim öyle oldu, Archie evrakımızla gitti, 6- 7 dakika sonra da döndü. Görevli adam bir tek benim açık adresimi istemiş. Kendisinde bulunan bir belgeye isimlerimizi ve teknenin adını sanını yazmış hepsi bu kadar. Ne damgalar ve imzalar, oradan oraya koşturmalar ne gümrük muayene ne gümrükler muhafaza ne pasaport polisi ne liman başkanlığı ne sahil sıhhiye; ya da hepsi bir arada, tek adam, belge yok, bir şey yok. Bir yerde okumuştum; bir devletin gücü ülke dışında belli olur, ülke içinde değil, diyordu yazar. Bu sözlerden bir şeyler çıkartmak mümkün mü acaba? Düşünmeliyiz ve birileri daha düşünmeliler. Mukayeselerle haksızlık etmek kolaylıkla mümkün; burası bir şehir devlet, bir nokta, tek liman, işler çok kolay olabilir. Bu özelliklere rağmen, fazla formalitenin, aşırı bürokrasinin kime ne yarar sağladığının yine de düşünülmesi gerekliğine inanıyorum.
Burada bir “yacht chandler” var, gırtlağına kadar malzeme dolu, bir de atölyesi var. Şerife’yi, kullanma kitabındaki tavsiyeye uyarak ufak bir otopilotla takviye edeceğiz. Nedeni; bütün yeldümenlerin çok hafif rüzgârda iş görmedikleri bir gerçek, bu biiir; bu takdirde dümen elde gideceksiniz, ya da normal otopilotunuzu çalıştıracak, pompa ya da motor sesini devamlı duyacak ve akülerinizden daha fazla amper çekmeyi kabulleneceksiniz, bu da ikiii. MAT‘ta Şerife doğrudan dümen palasına kumanda ettiği için küçük bir otopilot hem sessiz hem de az amper harcayarak işimizi görecek. Bir Autohelm 1000 aldık, Archie’nin mühendislik damarı azdı, teknik resimleri çizdi, 7 Ekim Pazartesi atölyede yaptıracağız. Gel de canım insanlarımızı, kromcu Ali ve Cengiz kardeşleri anma, geceyarısı telefon etsem, atölyeyi açar, sabaha da malı teslim ederlerdi. Hem de ne sanatla, pırıl pırıl!.. Bakalım burada işler nasıl olacak?
Bir de inverter almamız gerekti, hava raporları için yolda kompüteri açık bırakmamız gerekiyor, o esnada da birisi gerek kalmadı diye gidip jeneratörü durdurursa, yarım saat sonra farkına vardığınızda rapor zamanı geçmiş oluyor.
ŞEHİR TURU…
GİB İngiltere’nin bir sömürgesi, eskiden bir ada imiş. Kocaman bir kaya parçası, yaklaşık 450 metre yüksekliği var. Bir taksi tutup gezdik. Burada bütün taksi şoförleri aynı zamanda turist rehberi, organize tur aramaya gerek yok. Kadıköy tarafından gelip de Taksim’den müşteri alınca Bakırköy’e nasıl gideceğini bilmemek ve de semtleri ya da camileri ayırt edememek gibi özellikleri yok adamcağızların. Olamaz ki, toplam nüfus 30.000 kişi, bir de 300 dolayında kuyruksuz Makak (Macaca Sylvanus Gibraltar) maymunu yaşıyor koskocaman kayanın üstünde. Makakların buraya nereden geldikleri biliniyorsa da birine göre, Avrupa ile Afrika’yı birbirinden ayıran milyonlarca yıl önceki depremden önce burada da yaşıyorlardı, kara yırtılıp boğaz açılınca bir kısmı bu tarafta kaldı, bir diğerine göre bütün İspanyol yarımadası Arapların (Morlar) işgalindeyken Afrika’dan getirildiler, bir diğerine göre de İngilizler tarafından ev hayvanı olarak getirildiler sonra terk edildiler ve yabanileştiler. Bilinen o ki, sayıları azalıyor, onun için de bugün iyice koruma altındalar, özel diyetle besleniyorlar vs. Churchill dahi azalmalarının önlenmesini istemiş. Eski bir kabule göre de maymunların soyu burada tükenirse, İngiltere’nin kaya üzerindeki hakimiyeti de bitecekmiş, onun için de maymunları yaşatmaya devam ediyorlarmış; palavra, palavra, palavra. Araba durunca bazen şoförün penceresinin kenarına sıçrayıp, bana öyle geldi ki, içerisini gözle kolaçan ediyorlar. İnsan soyunun maymundan geldiği iddiası ne kadar doğrudur belli değil de onlar bizleri hiç kendilerinin devamı gibi görmüyorlar.
Kayanın içinde iki tabii mağara var, birisinde bir de ufak göl var, her taraf sarkıt ve dikitlerle dolu. Mağaranın içinde bir büyük boşluk tiyatro gibi düzenlenmiş, oturma setleri var ve yılda 70 dolayında konser veriliyormuş. Kentte bir cami, üç sinagog, akla gelen bütün kiliseler var ve bütün dinlerin mensupları birlikte yaşıyorlar. Ayrıca 1782 yılında adayı korumak için kayaların içine tüneller kazılıp mazgallar yapılmış, daha sonraları ve özellikle II. Dünya Savaşı’nda bu tüneller uzatılarak adanın, kaya demek daha doğru, içi termit yuvasına döndürülmüş, stratejik özelliği olan bir yer. Gelecek yıldan itibaren II. Dünya Savaşı’nda yapılan tünelleri de turistlere gezdirmeye başlayacaklarmış.
Adayı kara ile birleştirip yarımada haline getiren boğaz kısmında havaalanı ve uçuş pisti var. İspanyayı GİB’e bağlayan karayolu da bu pisti tam 90 derece kesiyor. Arada bir duyulan ince düdük sesi ile yoldaki trafik kesiliyor, uçaklar iniyor ya da kalkıyor, sonra trafik tekrar açılıyor. Kalkan uçaklara uzaklığımız 300 metre dolayında.
Muazzam bir süpermarket var, her şey vergisiz, onun için de giderek zenginleşiyorlarmış. Nitekim Archie ve Doreen buraya ilk geldikleri 12 yıl öncesine göre her şeyi çok değişmiş, güzelleşmiş ve temizlenmiş buldular. Serbest bölge olduğu için banka ve şirket faaliyetleri tam gaz gidiyor. Bir rıhtımda yüzlerce otomobil gördük, Japon malı. Bir firma bunları burada arkalarını uzatarak ambulansa dönüştürüyor, altlarına bir de mayınlara karşı koruyucu çelik plaka takıp Kosova’da kullanılmak üzere Birleşmiş Milletler’e satıyormuş, gidi seni gidii, akıllı adam!..
İstanbul’dan buraya kadar olan yolumuzda neredeyse her sabah Yunanistan’dan Türkiye’ye geçen Hans ve Gisela çifti, Ataköy’den Murat, Ali ve Kemal ile SSB’ de konuşuyorken, burada tık yok, birbirimizi duyamıyoruz. Sonradan düşündük, doğuya bakan tarafımız tamamen kaya duvar, tepesinde bir sürü özel anten döşeli, her tarafı dinliyorlar. Hemen yanımızda havaalanı, onun da telsiz trafiği çok, herhalde bizi bastırıyorlardı dedik ve işin ucunu bıraktık, GSM çalışıyor ya, şimdilik yeter.
TEKNEMİZ VE GEÇEN GÜNLER…
Ataköy’den ayrıldığımızdan beri 3 hafta geçmiş, 4’üncü hafta bugün başlıyor. Motoryatlarla yelkenli yatları mukayese ederken söylenen bir şey vardır, derler ki; motoryatta tatil demir atınca, yelkenli yatta ise yola çıkınca başlar. Çok yanlış bir tespit olmadığını sanıyorum. Buraya gelirken karşılaştığımız büyücek bir özel motoryat doğu yönünde dalgalara karşı, fakat çok ağır yolla yürüyordu ve görünüşe göre de içinde mürettebattan başka kimse yoktu. Mal sahibinin böylesine konforsuz bir gidişe pek itibar etmeyeceğini sanıyorum. Kaldı ki, gördüğümüz deplasman tipi bir tekneydi. Bir de kayar veya yarı kayarları düşünürsek, seyirde herhalde yatmaktan başka bir şey pek mümkün olamaz sanıyorum. Yelkenin yumuşaklığı ve doğallığı en kötü hava şartlarında dahi insanı kesinlikle daha az yoruyor. Genel olarak denizde geçen zamanla ilgili de kendime göre bir saptamam var. Deniz yolculuğunda zaman çok çabuk geçiyor, nitekim İstanbul’dan yola çıkalı 3 hafta geçivermiş bile, ama bu sürenin içinde pame’ den maymunlara kadar neler var neler. Oysa aynı yolda bir uçak yolculuğunu düşünsek, zaman değil, yolculuk çabuk geçecek, iki içki içip bir de yemek yediniz mi İstanbul’dan GİB’e ulaştınız bile, uçuş süresince değişiklik yaşamak olanaksız. Elma ile armudu kıyaslamaya çalışmak saçmadır herhalde ama öylesine içimden geldi işte. Belki de maceramızın yeni başlayacak etabının hazırlığındandır. Her ilkin kendine özgü heyecanı olsa gerek. Çarşamba ya da perşembe günü Atlas Okyanusu’na ilk adımımızı atacağız, hedef önce Madeira takım adaları, çok yol değil, ancak 615 DM, sonra da 283 Dm güneyde Kanarya Adaları. Kumanyamızı tazelemeye başladık bile. Burada bir dükkânda İngiliz malı olan ve 58 dakikada 1 kiloluk ekmek yapan bir makina bulduk, aldık, ederi 100 Sterlin. Sirkeci’de satılanlar 1,7 milyar liraymış.
BİZE ULAŞAN PAKETTEN ÇIKANLAR…
Bu arada İstanbul’dan UPS ile filtre elemanı ve ufak bir iki yedek parça getirttik. Aynı marka filtreleri burada bulmak olanağı yok, İspanya’da aramamız gerekecekti. Aynı paketten iki de “Yelken Dünyası” çıktı. İlahi Mesut Baran, Ataköy’den yola çıkışımızda havanın berbatlığını anlattığım yazıya kattığın MAT fotoğrafı günlük güneşlik havada çekilmiş, şimdi bizimki de avcı hikayesi gibi oldu? Günahı boynuna. (Yelken Dünyası-Editörün notu: Yazıda kullanılan fotoğraf gerçekten yağmurlu çıkış gününde çekildi. Ama teknoloji onu güneşlik yaptı. Hepsi bu kadar.)
Koylarda vakit geçiren yatlardan para alınması yönündeki düşüncelerimi paylaşan ve örneklerle katkıda bulunan, öneriler getiren değerli insan, deneyimli denizci, dostum İlkay Bilgişin’ in Yelken Dünyası’nda yayınlanan mektubundan öğrenilecek çok şey var. Ben, İlkay beyin önerilerinden yola çıkıp, önce en yakınımızdaki cennetlerden birisi, Çam Limanı için ücret belirlemek gerekseydi eğer, ne kadar olmalıydı diye düşündüğümde, adadaki herhangi bir lokantada standart bir balıklı yemeğin kişi başına 20 milyondan az olmayacağı varsayımı ile örneğin “Milli Park Girişi” adı altında 12 metrenin altındaki teknelerden 5, 16 metreye kadar olanlardan 10, 16 metrenin üstündekilerden de 15 Euro karşılığı TL. alınmasını uygun görürdüm. Çam Limanı sadece bir model, aynı husus bütün adalarda ve kıyılarında geçerli olmalıydı.
Ayrıca ve hele da Çam Limanı’nda, herkes karada ve denizde huzur ararken, tekneler arasında lastik botları veya jet-skileri veya güçlü sürat motorları ile gürültü, dalga ve tehlike üreterek çevre kirliliği yaratan deniz görmüş ama anlamamış, anlayacaklarını da pek beklemememiz gereken, ilk defa eline futbol topu geçirmiş yamyamın günlerce çöllerde koşturması benzeri sözüm ona fiyaka yapan kişilerin, her defasında en yüksek ücretin 10 belki de 20 katını ödemekle yükümlü kılınmalarını düşlerdim. Benzer bir uygulama adaları gezmek üzere vapurla gelenler için de geçerli olmalıydı. Özellikle günübirlikçi haftasonu konuklarının yanlarında tüp gaz getirip çamlıklarda yemek pişirmeleri önlenmeli, adaların iskân bölümleri dışında kalan kısımları gerçekten Milli Park ilan edilmeliydi. Adaları gezmeye gelenler de Milli Park’ı gezecekleri için daha vapurdan inerken bilet almalı, kişi başına 1 Euro karşılığı TL ödemeliydiler. Sağlanacak gelir nerelere ulaşırdı tahmin etmek zor ama herhalde devamlı tüten, kokan ve çevreyi zehirleyen yüzkarası çöplükler ortadan kalkar, çöplerin Kartal’a taşınması belki mümkün olurdu. Mevzuat elverseydi, uygulamaya başlansaydı, bir popülist yaygara kesinlikle kopardı ama ona göğüs gerecek yiğit idareciler, ada aşıkları, sivil toplumcular, yarınları düşünen gerçek vatandaşlar da kesinlikle bulunurdu. Her şey hayal etmekle başlıyor. Dünyanın en güzel kentlerinden birisini bozuk para gibi harcamış olmanın bedelini, önlem almakta geciktikçe, daha da yüksek ödeyeceğimiz kesin.
Yelken Dünyası’nda bir de Sahil Güvenlik Komutanlığı Bülteni yayımlanmış. Uzun zamandan beri beklediğimiz bir bülten, çok gerekliydi, sağ olsunlar, bizleri sevindirdiler. Komutanlığı dergilerimizin sayfalarında daha çok görmek isteriz. Açık seçik konuşup tartışabilmeliyiz, dertlerimizi söyleyebilmeliyiz. Hemen bir örnek vermek istiyorum; bültenin “önce insan” bölümünde yer alan görevler sıralamasında denetimlerin sağlıkla ilgili olarak da sürdürüldüğü belirtilmiş; benim bundan anladığım patente kontrolüdür. Metindeki söylem her ne kadar bir genelleme gibi gözükse de kanımca özel tekne ve yatların uygulama dışında oldukları belirtilmeliydi.
Konu her nedense dönüp dolaşıp öyle ya da böyle hep şu haksız, kanunsuz uygulamaya, dayatmaya gelip takılıyor, takıldık bir kere, kopamıyoruz. Konunun amatör tekneler ve özel yatlar açısından çözülmesi, hem de vatandaşın devleti ile mahkemelik olmadan çözülmesi, artık şart oldu. Her ne kadar kuruluş kanununun Sahil Güvenlik Komutanlığı için saydığı görevler arasında (Madde 4, Bölüm C/10) Gemi Sağlık Resmi Kanunu’na aykırı davranışları denetlemek bulunsa dahi, özel tekne ve yat sahiplerini doğrudan ilgilendiren, her türlü yasal dayanaktan yoksun bir uygulamanın denetlenmesini Komutanlığın yoruma gerek kalmaksızın yine de görev olarak kabullenmediğini ve amatör denizcilerin bunu öğrenmek hakkına saygı duyduğuna inanmak istiyorum.
Yedek subaylık yaptığım yıllardan aklımda kaldığı kadarı ile, emirlerin yerine getirilmesi için emri alanın, emri verenden, emrin kendisine yazılı yerilmesini istemek hakkı, Askeri İç Hizmet Yasası hükmüdür (değişmediyse eğer). Sahil Güvenlik Komutanlığı, nereye bağlı olursa olsun, asker kökenlidir, kendi başına iş yapamaz, görevlerini emir-kumanda düzeni içinde yerine getirir. Bu nedenle de patente denetlemesinin neden ve nereden Sahil Güvenlik Komutanlığı görev alanı içine girdiğini de vatandaşın bilmek hakkı vardır sanırım. Patente uygulamasında kendi başına yorumla yola çıkıp, bütün tekneleri aynı kefeye koyan bir Genel Müdürlüğün, Sahil Güvenlik Komutanlığı’na “denetlemelerinde özel tekne ve yatlarda da patente ara, olmayanların sefere devamını önle, cezalandırılmaları için ilgili mercilere sevk et” dediğini, diyebilmiş olacağını düşünmek dahi istemem.
Bu dönem emekliye ayrılan Sahil Güvenlik Komutanı Tümamiral Sayın Yalçın Ertuna’ya, bir ziyaretimizde, Sahil Güvenlik’in neden bayrakların yanlış yerlerde taşınmaması konusunda tekne sahiplerini veya kaptanlarını uyarmadığını sorduğumda, aldığım cevap “Biz uygulayıcı birimiz, kanun ne derse onu yaparız, bayrak da kanuna göre taşınır; sizler, Sivil Toplum İnisiyatifçileri uğraşacak, kapı kapı dolaşacak ve kanunları değiştireceksiniz ki, bizler uygulayabilelim” demişti. Nitekim değerli paşamın döneminde yayımlanan bir Sahil Güvenlik broşüründe de bayrağın denizde nasıl taşınacağı, kanunda yer alan şekliyle basılmıştı. İşte bütün bu ve bunun gibi nedenlerle Sahil Güvenlik Komutanlığı’nı dergi sayfalarımızda daha sık ve daha konu yoğun görmeye ihtiyacımız var. En güzel koylarımızdan birisinde 15 gündür teknesini denizde raspalayan, bütün pisliğini denize döken ve boyayan İstanbul limanına kayıtlı bir balıkçı motorunu, geçtiğimiz haziran ayında Komutanlığa telefonla ben şikâyet ettim. Yöre halkı çekiniyor, bilinmek istemiyordu (nedendir acaba?). Bir saat sürmedi bir SG timi karadan geldi, başka bir motorla raspa işine devam eden tekneye çıktı, tutanak düzenledi, işlemi başlattı, raspa işi durdu, 4-5 gün sonra da balıkçı motoru pılını pırtısını topladı o koyu terk etti. Gidip bir başka koyda çevreyi pisletmeye devam etti mi, bilinmez?
HAVA VE YOL DURUMU…
Bugün 10 Ekim Perşembe, biz hâlâ GİB’dan hareket edemedik. Hem hava döndü, sert bir batı esiyor, bütün yatlar limanda, hem de Şerife’ye yaptırdığımız ilave hafif hava yekesi ve ona kumanda edecek yeke (tiller) tipi otopilotun bağlanması işleri ancak bu akşama bitecek. Buranın bazı rüzgârı anlaşılan biraz sert oluyor, Atlantik’ten üfürüp geldiği ve boğazda sıkışıp hızlandığı için rüzgâr göstergemizin ibresi 35-40 nota kadar dayanıyor. Aborda yattığımız ve “hava ha kaldı, ha kalacak” diye tekneyi yerinden oynatmaya üşendiğimiz için usturmaçalarımızı ovalayıp duruyoruz. Zaten eskiyen kılıfları yavaş yavaş dökülmeye başladı. Burada Gel-Git (Med-Cezir) de var. Sular 6 saatlik aralıklarla 80 santimetre dolayında yükselip alçalıyor. İlginç olacağını sandığım bir başka bilgi aktarmak istiyorum; bilindiği üzere Karadeniz’in su yüzeyi Ege’den 13,5 santimetre daha yüksek; burada durum biraz daha farklı, Atlantik yüzeyi Akdeniz’inkinden bir metre(!) daha yüksek. Yola çıktığımızda yokuş yukarı tırmanacağız anlaşılan. Burada, bu nokta devlette, içme suyu deniz suyundan elde ediliyor, elektrik enerjisi ise jeneratörlerle sağlanıyor, yani iki çok pahalı yöntem söz konusu. Dün akşamüstü bir süpermarketten 15 günlük kumanya düzdük, ülkemizden ucuza geldi, vergi yokluğundan olduğunu sanıyorum. Diğer taraftan da taksi işletmesi devletin elinde, herhalde sübvansiyon meselesi.
Doreen ve Archie bu kumanya meselesinde çok tecrübeliler. Doreen aldığımız her şeyi bir deftere işliyor, dolayısıyla teknede her zaman ne ve ne kadar var biliyoruz. Harcamalarımızı böylelikle saptayabildiğimiz için örneğin önümüzdeki 15 gün içinde ne kadar kumanya harcayacağımızı hayli hassas bir şekilde bilebiliyoruz, bu arada tabii kimin canının daha çok neleri çektiğini de öğreniyoruz. Ben kumanya düzmeye kalkışsaydım çoktaaan ya aç kalmıştık ya da malları bozmuştuk, öğrenmenin gerçekten sonu yok. Bu arada Ataköy Marina’dayken, Tuluğ Edige’den aldığımız 4 adet su geçirmez plastik Plastimo kanisterlerimizi de Tanrı korusun, gemiyi terk etmek gerekirse olduğu gibi can salına aktarabileceğimiz şekilde doldurduk. İçlerine maytapları, işaret aynası, ilaçlarımız, az miktarda para, el feneri, Leathermen çok amaçlı çakı, ince halat, pasaportlarımızın fotokopileri, bisküvi, bir el telsizi vs. yerleştirdik; malum her deniz yolculuğu bir maceradır ve her yolculuğun aksaksız geçmiş olması onun maceralık özelliğini kaldırmaz.
Hava raporları konusunda Cebel-i Tarık’tan çıktıktan sonra güneye yöneleceğimiz için Almanya’nın Offenbach istasyonu ile işimiz bitiyor. Sanırım bundan sonra Madeira ve Kanarya takım adalarının Navtex yayınları dışında Lizbon ve Dakar’ı kaydetmeye çalışacağız. Şimdiye kadarki çabalarımız boşuna oldu, ikisinde de tık yok. Belki bulunduğumuz yer kör alandır.
Hava bayağı serinledi, hafif kazak veya eşofman üstü giymeksizin tekneden dışarı pek çıkılmıyor. Arada bir yağmur da gelip geçiyor. Ümidimiz şöyle yakışıklı frişka bir K veya KB rüzgârı önünde geniş apaz yokuş aşağı kaptırıp yürümek. Şerife’ye de iş çıkacak bu vesileyle, hamaratlığını gösterecek. Şerife Amerikan malı. Satıcısının söylediğine göre 60 ayaktan uzun ve/veya kıçında mataforası olan teknelerde kullanılabilen dünyadaki tek tip. Kuruluşu da işleyişi de son derece basit. Dikey ekseni üzerinde rüzgâra göre dönen bir yaprak ya da palet, altında teknenin aynasından yaklaşık 80 santimetre uzakta asılı duran bir boru ve bu borunun ucunda özel dizayn bir küçük pala ya da kürek gibi bir şey (fin), suya yaklaşık 50 santimetre dalıyor. Devamında, teknenin dümen palasının iki yanına geçen, borudan bükülmüş firkete şeklinde tersine bir yeke. Yukarıdan sarkan ve ucunda fin bulunan boruyu firketenin içinden denize daldırınca, tekne yelkenle giderken elle de çevirseniz o minik fin, yekeyi kaptığı gibi istediğiniz yöne çekmeye, dolayısıyla da asıl dümen palasını oynatmaya başlıyor, tabii hidrolik dümenlerde bypass vanasını açmak, mekaniklerde de kadranı boşlamak koşuluyla. İş kalıyor, tekneyi yoluna oturtup, yelken trimini de olabildiğince az dümen ister şekilde ayarlamaya. Bunlar tamam olunca yukarıdaki rüzgâr paleti çok basit bir mekanizmayla ucunda fin olan boruya kilitleniyor. Paletin daha çok rüzgâr gören yüzü itildikçe kendi ekseni üzerinde dönmeye başlıyor ki, rüzgâra karşı asgari yüzey gösterebilsin, yani kılıcına dursun; dönerken bu kez firketeyi alıp sürüklemeye başlıyor, firkete dümen palasını kendi gideceği yönde çekmeye başlıyor, pala dönünce tekne dönüyor. Fakat bu kez rüzgâr yaprağının diğer yüzü daha çok rüzgâr görmeye başladığı için yine yoluna gelmek istiyor ve karşı yöne dönmeye başlıyor ki, oyun da yön değiştirerek yineleniyor, bilmem anlatabildim mi? Aksi halde bakınız resim 1 ve 2. Yeldümen’i Kaliforniya’da yerleşik Scanmar şirketi üretiyor (İskandinav bağlantılı olsa gerek ve tipi de “Saye’s Rig”).
RESİM 1 VE RESİM 2
Kaç gündür faks ve telefonla Kanarya Adaları’nda bir marinada yaklaşık bir ay kalabilecek yer bulmaya çalışıyoruz, imkânsız, hepsi dolu. Bu doluluğun iki nedeni varmış: Birinci neden; Kasım ayının 24’ünde başlayacak olan ARC rallisine (Atlantic Rally for Cruisers) katılacak teknelere yer lazım, şaka değil 200’ün üzerinde tekne söz konusu. Hasan Kaçmaz’ın kulakları çınlasın, bir EMYR’de 127 tekneydik ve hepsini Girne’de eski limana yerleştirebilmiştik, birkaç tekne sadece ticari limana gitmişti. Bu yıl yaklaşık aynı tarihlerde Atlantik’i geçecek ve Antigua’da bitecek bir ralli daha düzenlenmiş, onun da teknelerine bağlama yeri gerek. İkinci neden; Kanarya Adaları’nda ev alıp yerleşenlerin sayısı giderek artıyormuş ve çoğunluğu da tekne sahibiymiş, dolayısıyla onlar marinaları devamlı işgal eder olmuşlar. Sonunda Lanzarote adasında bir marinada galiba yer bulabildik, faksla teyidini bekliyoruz. Madeira’da Funchal limanı içindeki marinada yer yok, dolayısıyla orada da ortada demirde yatacağız.
GİB siyasi açıdan biraz problemli bir yer. İspanya kendisine ait olmasını istiyor, kanalın üzerinden yapılan kaçakçılığı önleyebileceğini düşünüyormuş. Asıl körfezde batıda tam karşımızda İspanya’nın Cadiz şehri var, bizdeki eski adı El Cezire olsa gerek. Rafineri var, tankerler boy boy kapıda bekliyor. GİB’in yerlisi ise ya statükonun korunmasını, yani müstemlekeliğin devamını, ya da bağımsız devlet olmayı istiyormuş. Yakında halk oylaması ile karar alınacakmış. Bu minik ülkelerde halk oylaması çok matrak bir şey olsa gerek, herhalde birisi yüksek bir taşın üstüne çıkıp bağıra çağıra “vatandaşlar, söyleyin bu derdimizi nasıl çözelim, şöyle mi, yoksa böyle mi?” diye soruyor, herkes düşüncesine göre elini kaldırıyor, çoğunluğun kararı uygulanıyor. Böyle olmasa bile buna yakın bir şey olmalı yine de. Aynen bizim kulüplerde karar alındığı gibi, Diyojen Salih Zeki, hatırla geçen yılın kongresini.
YOLA ÇIKIŞ
Havayı bekleye bekleye sonuçta geldik Ekim ayının 12’sine. Bugün cumartesi ve hava biraz kaldı, yola çıkmaya karar verdik. Marina ücretini ödedik; 8 gece, elektrik, su herşey dahil 172 İngiliz Lirası, çözdük tekneyi, kalktık ve saat 12:05 yerel saatle yola çıktık. Çıkarken hiçbir formalite yok. Birilerine haber dahi vermek gerekmiyor. Sadece mürettebat değişikliği olduysa haber veriyorsunuz. Yine de asıl formaliteleri öğrenmek için Archie girişte yanaştığımız konteyner-büroya gitti. Bir deklarasyon (beyanname) doldurmuşuz girerken, daha doğrusu görevli doldurmuş, Archie’ye imzalatmıştı, teknenin adı, boyu, eni, derinliği, bayrağı gibi tanıtıcı bilgileri içeriyor; bir belge daha var, aborda yatarken gemiye fare giremesin diye halatlarınıza huni takacağınızı bildiğinize dair beyanname, hepsi bu. Eğer, gümrük şüphelenir, ya da ihbar alırsa, o zaman size önce özel bir gümrük beyannamesini doldurtuyorlar, sonra da merkezden görevliler gelip tekneye bakıyorlarmış. Beyannameyi doldurtan ile tekneye gelen aynı kişiler değil!
Uzun yolculuğun üçüncü etabı
CEBELİTARIK’TAN MADEIRA VE KANARYA ADALARI
Cebel-i Tarık’tan Okyanus’a açılırken uygun hava ve deniz koşullarını bekledik ve 12 Ekim günü “Vira Haydi” dedik.
Bugün 12 Ekim 2002 Cumartesi, hareket günümüz. Cebel-i Tarık’tan yola çıkmadan önce akıntının saatini ve yönünü kitaptan öğrenmiştik, çıkışta bizi itekleyecekti. Ancak hava yeniden sertlemeye başlayınca, yüzey akıntısı ters döndü ve yolumuzu tutmaya başladı, ola ki, biz kitaba yanlış baktık, süratimiz kimi zaman 4 nota düştü.
Yapacak bir şey yok, yelken çalıştırmaya kalkışsak volta vura vura iki günde ancak çıkarız Boğaz’dan; motorla önce İspanya sahili boyunca seyrettik. Sonra, gemi rotasını 90 derece açıyla keserek Afrika’ya, Tanca açıklarına geçtik ve tekrar batıya döndük. Daha İspanya sahili boyunca seyrederken Akdeniz’den çıkmakta olan ve yat taşıyan bir gemi bizi geçti. Saymadık ama herhalde üstünde çoğunluğu motoryat olmak üzere 8-10 tekne vardı. Gemi de özel gemi, yüzer havuz gibi bir şey, önce batıp yatları üstüne alıyor ve sonra çıkıp yola koyuluyor. Bu yöntem şimdi moda, özellikle Amerikalılar yaz başında yatlarını gemiye koyup Akdeniz’e, Balear Adaları’na veya Riviera’ya gönderiyor. Kendileri uçakla gelip tatillerini geçiriyor, bir iki yıl sonra da yatlar aynı usülle Amerika’ya geri döndürülüyormuş. Nitekim, son KAYRA’ya katılan Amerikan bayraklı bir yat da dönüş yolunda bu kez Fransa’nın Toulon limanından kalkan böyle bir gemiyle okyanusu aralık ayında aşacak, üstelik sahibi ile eşi yol boyunca teknelerinde uyuyacak, yemeklerini de geminin salonunda mürettebatla birlikte yiyeceklermiş. Yani biz Atlantik’i geçmek için yanlış bir yol mu seçtik?…
MADEİRA ADASI’NA DOĞRU
Madeira Adası’na 250° ile 617 Dm yolumuz var. Akşam saat 23.00 dolayında Doreen’le birlikte nöbetteyken güzel bir KB rüzgârı çıktı, temiz 20 not esiyor. Makineyi durdurduk, camadanlı Cenova-anayelken düzeninde 7,5 ile 8,8 arasında değişen süratle başladık 15 derece yatarak yağ gibi kaymaya. Denizler ufak, gece bol yıldızlı, mehtap yarıya gelmiş, kitaplarda anlatıldığı gibi bir seyir, ya da yola çıkarken dilerler ya; “pruvanız neta, rüzgârınız bol, denizleriniz sakin olsun”, işte aynısının tıpkısı. Özellikle gece seyirlerinde yelkenle giderken bir jeneratörümüz mutlaka çalışıyor; seyir fenerleri, vinçler, radar, buzdolapları ile aküler hayli hırpalandığı için şarjın devam etmesi gerekli. Yeni ekmek makinemiz de bu arada ilk sınavını başarıyla tamamladı ve bir kiloluk ilk “gemi ekmeğimiz” hazır.
Hans arkadaşımız Antalya’dan telefon etti, durumu sordu, söyledik; “Hava değişecek, önce G sonra GB esecek, rotanızı daha G’ye kaydırın ki, sonra Madeira’ya yelkenle iyi çıkarsınız, benim kompüterimde bir animasyon programı var, öyle diyor” dedi. Düşündük taşındık, öyle de böyle de motorsuz gitmek mümkün olmayacak, boşuna fazla zaman harcayacağız; rotamızda kalmaya karar verdik. İlk kez de bu kadar uzun bir ayağı Büyük Dairesel Eğri (Great Circle) üzerinde seyrediyoruz. GPS 250° rotamızı önce 253° olarak değiştirdi ve sonra yol boyunca ortalama 80-90 Dm aralıklarla birer derece düşürerek 248°’ye kadar getirip karşılattı. Toplam tasarrufumuz 600 milde 7 mil. Ehh, şükürler olsun, hiç yoktan iyidir dedik.
Bütün gece süren muhteşem yelken seyrimiz ayın 13’ü pazar günü saat 12:00’de kesilen rüzgârla birlikte bitiverdi. KB’dan yakışıklı bir soluğan alıyoruz. Hep söylerlerdi Atlantik’in soluğanını, demek ki, böyle olurmuş. Dalga yüksekliği herhalde 3 metreden fazla ama dalga boyları uzun, 100 metreyi aşıyor kesinlikle. Motor seyri için de hava hep böyle gidecekse eğer, rahatsız etmeyecektir, diye düşünüyoruz. Ancak, Hans’ın söyledikleri hep kulaklarımızda.
İngiltere’de MetWorks isimli bir servis var. Çoğunluğu emekli kaptanlardan oluşan bir kadro. Ellerinde 100 yılı aşkın istatistiki bilgiler var, devamlı havayı takip ediyorlar. Başkaları da var, ama biz bunu seçtik. Telefon edip kendinizin ve teknenizin adını, bulunduğunuz yeri, gitmek istediğiniz yönü, bölgenizdeki havayı bildiriyorsunuz, onlar da size neyiniz varsa, SSB-telsiz, telefon, faks veya teleksle genel hava durumunu ve önerilerini iletiyorlar. Bunun bir bedeli var, isterseniz kredi kartı ile de ödeyebiliyorsunuz. Pazar günü olmasına rağmen nöbetçi kaptandan aldığımız rapor Hans’ı teyit ediyor, ne yapalım başa gelen çekilir, esecekse esecek, yapacak bir şeyimiz yok. Buraya kadarki seyrimizde arkadaşlarımızla devamlı temas halinde olmamız nedeniyle hiç yalnızlık yaşamadık. Ataköy Marina’dan arkadaşlarımız Yalçın, Faruk, Murat, Ayda, Kemal, Ali, DSTİ ‘den Erol, Haluk, Selma, Kaan ile neredeyse her gün GSM, Satcom veya SSB ile, hangisi o gün iyi çalışırsa, temas halindeyiz. Aynı hava raporlarını onlar da alıyorlar, yolu hep birlikte adım adım gidiyoruz. Bu da bir başka seyahat türü sayılmalı kanımca. Murat antenlerini ayarlamakla meşgul, asıl 2000 millik Cape Verde-Barbados ayağında SSB’ye çok iş düşecek.
HAVA DEĞİŞİNCE…
Pazar günü geçti, gece de pek farklı olmadı. Pazartesi sabah saat 06:00’dan itibaren GB’dan esmeye başladı. Yani neredeyse tam kafadan alıyoruz, şimdilik 3-4 kuvvetinde. Akşam saat 19:00’dan sonra rüzgâr artmaya, KB’dan gelen soluğanın üstüne çapraz bir dalga bindirmeye başladı ve tüm konforumuz gidiverdi. Başladık sallanıp yuvarlanmaya, tabii alışılıyor da ilk saatler güzel değil. Tutamaklara asılmadan tekne içinde hareket etmek çok güçleşti. Tavanda, yanda, orada burada ne kadar tutamak varsa o kadar iyi. Uzun süren eğik düzen sallantılı seyirlerde insan tutamaklara çeşitli açılardan asılıyor, bazen elini kolunu ters çevirmesi dahi gerekebiliyor ve bir süre sonra el ve ayak bilekleri ağrımaya başlıyor; iş insanın başına denizde geldiği için hemen de romatizmaya (ya da yaşa!!) yormamak lazım, bir süre sonra bu çarpık jimnastiğe alışılıyor, ağrılar da kayboluyor.
Gece seyirlerinde bir radarı daima HAZIROL’da (stand-by) tutuyoruz ve arada sırada 12 ve 24 millik alanları tarıyoruz. Gemi yollarından pek uzak değiliz, gece 5-6 gemi görebiliyoruz, kimini radarda, kimini çıplak gözle. Yelken-motor seyrediyoruz ya, arada iki kez filtremiz tıkandı, tekneyi yelkenle rüzgâra yatırıp, değiştirdik, sonra yine yol verdik. Süratimiz 6 notu geçemiyor. Dalgaya saplandığımızda 4 nota dönüyor, anayelken yarım camadanlı, tekneyi gayet iyi tutuyor, kalan yolumuzu ölçe biçe gidiyoruz.
GİB’den buraya kadar altımızdaki derinlikler 4000 metre civarında ve bu derinlikte deniz dibindeki bir ovanın üstünden geçiyoruz, adı da var; Abyssal Zone. Sonra bu ovanın orasında burasında birtakım deniz dağları (seamount) var, kimisi yüzeyin 20 metre altına kadar yükseliyor. Gemiler buraları daima açık geçerlermiş, çünkü bu dağların tepelerine yakın yerlerde soluğanın yönü de boyu da değişir, hatta kimi zaman dalgalar çatlarmış. Nasıl uçakla dağların ya da düzlüklerin üzerinden uçarken yeryüzü yapısına göre kimi yerde türbülans oluşup uçağı sallar, işte aynen öyle de süratlerimiz farklı bittabi. Bizim de yolumuzun üzerinde böyle bir dağ var, adi; Seine Seamount, 4900 metre dolayında derinliklerden yüzeyin 86 metre altına kadar yükseliyor, bayağı sarp bir dağ. Rotamızı bu dağın güneyinden geçecek şekilde koymuştuk. Dağın zirvesi ile aramızda 20 Dm mesafe olacak. Açık denizin yaşattığı özgürlük duygusu bambaşka bir şey, Sadun Boro’yu anmamak elde değil, sohbetlerinde de yazılarında da ne güzel anlatır bu düzenli ve ciddi başı boşluğu; Atlantik’in sihri gerçekten başka, yaşamadan anlaşılmıyor.
PORTO SANTO…
Gittik gittik, az gittik uz gittik, dere tepe (dalga dalga) düz gittik, itiştik kakıştık, hava açtı kapattı, yağmur yağdı, sonra güneş bunalttı, hayaller kurduk denize gireceğiz diye ve salı günü saat 16:00 sularında bulutlar arasından Porto Santo Adası, onun da biraz iskelesinde Madeira arz-ı endam etmeye başladılar. Her ikisini de uzunca bir süredir aramamıza rağmen radarda görememiştik. Hava bütün gün rüzgârlı, bulutlu ve yağışlıydı. Bulutlar da hayli elektrik yüklüydüler ve herhalde bir cins perde oluşturuyorlardı. Rotamızı birkaç saat önce Porto Santo’ya değiştirmiştik; bu ada rotamızda Madeira’dan önce geliyor. Değerli ağabeyimiz Kristof Kolomb buraya sık sık gelirmiş, hatta bu adadan evlenmiş. Akrabaları görür müyüz diye düşündük?
Güneş, kapkara bulutların altına sıyrılıp, adanın köpek dişini andıran kayalık tepelerini yalayarak kızıllıklar içinde battı, biz de ancak hava karardıktan sonra, saat 19:40’da limana girip 5 metre suya demirimizi koyuverdik.
Burada med-cezir nedeniyle sular 2 metre oynuyormuş, göreceğiz. Demir yerini dikkatli seçmek gerek. Demirlediğimizde “cezir” (doğrusu cezr) haliydi, yani sular çekikti. Yarın Ataköy Marina’dan ayrılışımızın 30’uncu günü, buraya kadarki programımızda fazla aksama yok; GİB’den buraya kadar olan 600 dolayında Dm’lik yolu 3,5 günde geldik.
Adada 3000 kişi yaşıyor, liman güneye bakan yüzünde, ayrıca da upuzun bir kumsalı var, yarın oradan denize girmeyi düşlüyoruz. Kuzey kıyısı ise tamamen sarp ve kayalık. Akşam efendi kaptan Ahmet nefis bir soyalı, patatesli tavuk döktürdü. Bu yemeği sevgili arkadaşımız Bülent Turan’dan öğrendik ama boynuz kulağı çoktaaan geçti.
Gece yağmurluydu; oysa burada neredeyse hiç yağmur yağmazmış da yağmuru bu kez herhalde biz getirdik. Sabah giriş işlemlerimiz için sahile çıkmak üzere botu indirmiştik ki, birisi kayıkla geldi, kendisini tanıttı. Marina liman amiri Nelson’muş; Madeira’dan gelecek feribotun manevra alanına demirlemişiz, kıyıya gelmemizi ve rıhtıma yanaşmamızı önerdi. Burada da limanın içinde bir marina var. Karada kışlayan bir sürü yat görünüyor. Yanaştık, elektrik ve su bağlandı, Archie ve Doreen işlemler için belgeleri alıp marina yönetim binasına gittiler. İşlemleri tek kişi yürütüyor. Bir beyanname doldurulmuş, pasaportlara damga yok, bizim Şengen vizelerine bakılmış, sadece kaç gün kalınacağını sormuşlar, hepsi bu kadar. Baktıkları en ve tek önemli şey teknenin sigortası; sigortasız bir tekneyle Portekiz sularında seyretmek dahi yasak.
ŞUNDAN BUNDAN…
Burada bir çıkma yapmak istiyorum; Almanya’da açıkdeniz seyrini teşvik ve geliştirme amacı ile kurulmuş bir dernek var, adı Trans-Ocean, 50 ülkeden 6000’den fazla üyesi var. Dernek üyelerine gönderdiği bülteninde denizlerdeki ve ülkelerdeki son değişiklikleri ve yenilikleri tanıtır. Örneğin Ekim 2002 bülteninde Türkiye’nin yeni Transit-Log uygulamasına da hayli güzel ifadelerle yer verilmiş, memnun olmamak elde değil, ancak daha iyisine varmak için ne yazıyor: Bağlama ücretlerini “Assistencia Nautica” (marina işletmesinin adı) tahsil ediyor. Bir ücret listesi vermelerini kesinlikle isteyin. Ücretlere %13 oranında KDV eklenecektir. Gerek basında çıkan haberler gerekse derneğimizin “Gouverno Regional da Madeira” (Madeira Bölgesi Valiliği) nezdindeki girişimleri sonucunda liman dışında demirlemek artık ücrete tabi değil…
Porto Santo AB-Dış hududa olduğu için aynı zamanda Gümrükleme limanı, bu nedenle de giriş-çıkış işlemleri biraz sıkıntılı oluyor. Ne var ki, uyuşturucu aramaları sadece şüphe üzerine yapılıyor.
Geminin “Senhor Comandante”si (kaptan) tam takım gemi belgeleri, mürettebatın pasaportları veya nüfus cüzdanları ile “Servicio de est rangheiros e fronteiras” (Yabancılar ve hudutlar servisi) ve “Brigade fiscal”a (mali şube) müracaat etmekle yükümlü. Her iki masa da aynı binanın içindeler. İşlemler esnasında “şimdi bunlar ne demek oluyor, sonuçta biz burada AB içinde değil miyiz?” benzeri sözler sarf etmekten kaçınınız. Çünkü çoğunluğu Almanca bilen görevliler bu gibi ifadelere karşı çok hassasiyet gösteriyor ve sonuçta da işlemleriniz hayli uzayabiliyor. Buna karşın gülerek “bom dia” (iyi günler) diyerek işe başlarsanız işlemleriniz en çok 5 dakikada tamamlanıyor.
Yorum yok!..
İşlemler bitince “hoş geldiniz, ilk gelen Türk bayraklı yat sizinki” demişler veee yanlış demişler. Çünkü mendirek üzerine yapılmış hatıra resimleri arasında Haluk Karamanoğlu’nun “Deriska”sını, yanında Tanıl Tuncel’in “Kelebek“ini, biraz ileride, “Deniz K” isimli Türk gemisini bulmak mümkün. Kesinlikle başkaları da vardır ama biz göremedik. Haluk Karamanoğlu buraya 1988 yılında gelmiş.
O zamanlar herhalde daha limanın içine marina yapılmamıştı. Mendireğin limana bakan yüzü boydan boya buraya uğrayan yat ve gemilerin mürettebatının yaptıkları resimlerle dolu.
Biz de bir resim attıracağız, Archie taslak hazırlamaya başladı bile. Sevgili Nilgün Gündüz şimdi burada olsaydı kimbilir neler döktürürdü duvarlara. Dönüşte Azorlar’a uğradığımızda bu görev onun olacak; en kötüsü uçakla gelir, boyar ve döner. Bu arada limanın ortasında tekneden denize girdik, İstanbul’dan beri ilk defa yüzüyoruz, yol gitmekten olamadı işte, ne yapalım.
Madeira takımadaları arasında milli park olan iki de yassı ada var, özel izinle gidiliyor iki günden fazla izin vermiyorlar. Herkes bu yıl havaların anormalliğinden şikayetçi. Bize göre de kitaplarla gerçek birbirini tutmuyor. Nitekim cuma (18.10) gününden başlayarak 8 kuvvetine kadar sertleşecek bir GD rüzgârı bekleniyor, Madeira’ da limanda ve marinada yer yok, çaresiz burada kalıp havanın geçmesini bekleyeceğiz. Yanaştığımız rıhtımdan ayrılarak liman içinde bir yere demirlememiz gerekecek, çünkü limana soluğan giriyormuş.
Öğleye doğruydu, bir taksi çağırttık ve kasabaya gittik. Taksilerin tamamı Mercedes. Kasaba ise minicik, tertemiz, bir yerleşim yeri. Besbelli önceleri biraz dökülüyormuş, şimdilerde toparlamaya başlamışlar, AB’nin üyelerini refaha götüren adımları ve izleri her yerde görülüyor. Bütün yıl boyunca turist geliyor, öncelikle de Alman turistlerin uğrak yeri haline gelmiş. Birkaç tane otel, bu arada Thalassoterapy merkezi bile var, Almanlar çok ilgi gösteriyormuş, artık her yer AB ya!
Avrupa Birliğine ilk adım 1958’de atılırken Portekiz’in adı dahi anılmıyordu, dünyada yoktu sanki. Türkiye ve hatırladığım kadarıyla İspanya, assosiye üyeydiler, yani aday ya da yanaşık üye gibi bir şeydiler. Bizim tam üyeliğimizi garantileyen bu kapıyı 1974 yılında bir anda kapadık, konuyu rafa kaldırdık, Avrupa’nın ekmeğine yağ sürdük ve kendimizi dışlattık. Elbette bunu yapmak için güçlü ve haklı bir nedenimiz vardı, ama bugün, 28 yıl sonra düşününce, insanın aklından “o zaman da mı hiç becerikli devlet adamımız yoktu da iki oyunu bir arada oynayamadık?” diye de sormak geçiyor. Kaderimiz böyleymiş demek yeterli mi şimdi? Atı alan Üsküdar’ı geçti, biz hâlâ kıvrak zekâ ve üstün beceri övünmeleri ile herkesi uyutmaya, üstüne üstlük başarılı olduğumuza da kendimizi inandırmaya çalışıyoruz. Oysa o günlerden bugüne nüfusumuz 30 milyonlu rakamlardan 70’lilere ulaştı bile. Her şey giderek ne kadar da zorlaşıyor!.. Ne diye bırakıp gitti bizi bu kadar erken, ne diye tamamlamadı misyonunu? Bizden sıkıldı herhalde, kendisini anlayamayacağımızı sezmiş olmalı. Şimdi artık sadece 10 Kasımlarda anmakla kendimizi hatırlatmaya çalışıyoruz.
Marinanın çekek yerinde barınan birçok tekne var. Bu teknelerin bir kısmı iki yılda bir tekrarlanan Nice-Martinique yarışına katılıyormuş. Fransızlar bir süredir böyle bir yarış düzenliyorlarmış; birinci etap Nice-Porto Santo, tekneler burada mevsimi beklemek üzere bırakılıyor, ikinci etap ‘da Porto Santo-Martinique Adası, Karayip Denizi; yarışıyorlar ama aralarında normal gezi tekneleri de var. Malta’da, ülkemizin Fahri Konsolosu Hanım “Neden İstanbul’dan Malta’ya bir yarış düzenlemiyorsunuz?” diye sormuştu. Al sana, jeton ancak böyle düşüyor işte, sahi neden düzenlemiyoruz ki? Bak başkaları neler yapabiliyor?
Arkadaki yüksek tepeden liman ve marina olduğu gibi görünüyor. Aynı limanın içine feribot iskelesinin devamındaki çimento silosu hizasından ortalara doğru yeni bir mendirek döşenerek marinanın büyütülmesi söz konusuymuş. Yeni mendirek aynı anda güneyden gelen soluğanın marina içine girmesini de önleyecekmiş. Bir liman böylelikle hem feribotlara hem yük gemilerine hem balıkçılara hem de yatlara hizmet verecek şekilde daha da geliştirilecek.
İnsanın aklı yine sayıları 360’ı aşan balıkçı barınaklarımıza ve bir sürü çalışmayan boş limanımıza gidiyor. Şile’de yat limanı yapılmasını Tarım Bakanlığı önledi, oysa yer uygundu; nedendir acaba bu hazımsızlık? Geçmişte bir gündü, Kapıdağ Yarımadası’nın İlhanköy barınağında 7-8 tekne masumane bir şekilde, huzur içinde yatıyorduk da rıhtımdan kocaman bir transformatörü yükleyip Marmara Adası’na geçirmek üzere gelen iri kıyım hantal bir balıkçı motorunun aynı yapıdaki kaptanı, korna, düdük, bağırtı, çağırtı, el kol hareketleri ile rıhtımı boşaltmamızı emrederken, bir tek anacıklarımızı rahat bırakmıştı; yerini işgal ettiğimize gerçekten inanıyordu. Bu tekelciliğin sonu bir gün kesinlikle gelecek.
Porto Santo Adası’nın boyu 11, genişliği ise 6 km. En büyük özelliği güney kıyısındaki upuzun plajı. Burası aynı zamanda Madeira’lıların yazlık mekanı, çünkü orada kumsal yok, kıyıları sarp, kayalık, falez. Porto Santo 1418 yılında Portekizliler tarafından keşfedilmiş, Madeira’ nın keşfi ise daha sonra. Adanın ilk valisi de Kristof Kolomb ağabeyimiz gibi Cenevizli, dolayısıyla da iyi ahbap olmuşlar. Kendisi o zamanlar Lizbonlu bir şeker tüccarının yanında çalışırken adaya ilk olarak 1478 yılında gelmiş; bir yıl sonraki gelişinde ise valinin kızı Felipa Moniz ile evlenmiş. Söylentilere göre ağabeyimiz, adada 1484 yılına kadar yaşamış, akıntı ve dalgaların ada sahillerine yığdığı birtakım tohumlarla ağaç dallarından daha batıda da kara parçaları bulunması gerektiği yönünde ilhamlanmış. Sonrası bilinen şeyler; Lizbon kendisine destek çıkmayınca bu kez seyahatinin sponsorluğunu İspanya üstlenmiş ve 1492 yılında, Palos limanından yola çıkarak, üç aylık bir seyirden sonra ulaşmak üzere, bugünkü Amerika kıtasına, Hindistan sandığı bölgeye, bugün de kullanılan ismi ile Batı Hint Adaları’na yelken açmış; filminin müziği de bir başka romantiktir ya ve şöyle başlar; lay la lay, lay lay lay la lay, lay la lay lay lay lay notaları ise sevgili Nilgün Gündüz verdi; sol-fadiez-mi-rediez-mi-fadiez-rediez-si.
Kristof Kolomb’un çizdiği dünya haritası (mappa mondo) sonraları Piri Reis’imizin haritasının temelini oluşturmuş. Piri Reis’imizin haritasının ise mahzenlerden çıkarılıp bizlerin eline ulaşması Atatürk’ümüzün eseri, kadere bak, kadere!
FIRTINALI GÜNLER...
MetWorks’dan faksla 4 günlük hava tahminini aldık veee tekneyi sağlama almak için hazırlıklarımızı yapmaya başladık, görünen o ki, gelen, pek parlak bir şey değil. Halen Azor Adaları’na yaklaşan ve doğuya seyretmekte olan 975 mb’lık (mb = milibar) bir alçak basınç merkezi, bizim alanımızı da etkisi altına alacakmış. Azor Adaları ile aramızda 500 mil mesafe var!.. Bu alçak basınç merkezinin en güney kanadı ise Kanarya Adaları’nın altına kadar sarkıyor. Kanarya Adaları 300 mil dolayında güneyimizde, yani güney kanadı 800 Dm’yi bulacak. Alçak basınç merkezi, pazartesi akşamına kadar Avrupa kıtasına ulaşacakmış ama o zamana kadar da buraları dağıtmak niyetindeymiş. Kasım ayı sonuna kadar bu tropikal kökenli hava bozuklukları Atlantik’i etkilemeye devam edecek. Kasım sonundan sonra da hava koşulları kış düzeninde yeniden biçimlenecekler ki, biz de Kanaryalardan yola çıkıp Cape Verde Adaları’na uğradıktan sonra karşı kıyıya geçebilelim. Doğa ana! Sen ne kadar da güzelsin, güçlüsün, düzenlisin.
Nitekim Nelson geldi ve yerimizi değiştirmemizi önerdi. Dediklerine göre bu geceden başlayarak pazar öğleden sonraya kadar güney fırtınası esecek, 8 kuvvetine kadar çıkacak ve limanın içine de iyice dalga sokacakmış. Beklenen dalga yüksekliği dışarıda 5 metreyi aşacakmış, Nelson’a göre de liman içinde 3 metreyi bulabilirmiş, uuhhh?!.. Tekneyi aborda yattığımız ve marinanın güney sınırını oluşturan beton iskeleden kaldırdık, bu kez çift demir atıp aynı rıhtıma kıçtankara bağlandık, ama 10 metreden fazla açık tuttuk. Sancak baş omuzluktan da limanı kısa batı mendireğine, rüzgârın asıl eseceği yöne 80 metreden fazla bir halat aldık. İskelemize içi İsviçreli gençlerle dolu, GİB kayıtlı randa uskuna armalı sac bir okul teknesi, boyu herhalde 30 metreden fazla, bizden 20 metre açık, aynı düzende bağlandı. Marinadaki bütün tekneler bağlarını tazelediler, balıkçı teknelerinin neredeyse hepsi marinaya sığındı, sadece iki tekne kısa mendireğe paralel, demir üstüne çeker halde açık bağlandılar, hazırlıklar yapıldı, bekliyoruz.
Bu arada boş durmamak için de marinanın atölyesinde ekmek makinemize yeni bir salıncak yaptırmak üzere harekete geçtik. Yaptırabilirsek, yolda ekmek yaparken, fırının üstünü bloke etmekten kurtulacağız. Yolda motorla gelirken tekne dalgalara her gömüldüğünde ve sancağa yattığında pervane alışılmadık şeilde silkeliyordu. Bu yıl yeniden taktığım 3 kanatlı MaxProp’un bu denli hassas olacağını hiç düşünmeyip önce şaftı ve bağlantılarını birkaç kez kontrol ettik.
Mat‘ın bütün motor, şaft, pervane bakım, tamir tadillerini 23 yıldan beri yapan Sultan Usta ve oğulları Ahmet ile Aziz’in elinden hiçbir işte sorun yaşamamıştım; olur ya insan hali, onlar da yanılabilirlerdi. Tam tersi, şafta yaptıkları baskı bilyası ve yatakları, mafsallı ara şaft, her şey dümdüz çalışıyor, şanjmana ilave edilen PTO (power take-off) çıkışında da bir şey yok. Yok da bu silkeleme neden? Limanda fırtınayı beklerken Archie bir ara denize girdi ve pervane kanatlarının iki yüzlerinin de 2’şer santim kekamozla kaplı olduğunu gördü. Bunlar da nereden geldi, bu hayvanlar dönen pervaneye de yapışabiliyorlar demek ki. Kendimiz de temizleyebilirdik ama bir dalgıç bulmak daha işimize geldi, marina idaresinden istedik, 130-140 kilo ağırlığında birisini gönderdiler. Adam teknenin altını bir saatten fazla süre içinde tertemiz etti. Kontrol ettik, pervane neredeyse parlayacak, artık silkelemez, üstünden hayli ağırlık kalktı, yüzeyi de su tutar hale geldi diye düşündük.
Yaklaşan hava ile ilgili taze bilgiler şöyle; tropikal fırtınalardan (hurricane) bir tanesinin, adı galiba Keil’mış, artığı olan bir alçak basınç, batıdan doğuya seyrediyor, 500 mil kuzeyimizde olan Azor Adaları’nın üzerinden geçecek. Yarın 975 mb’lık merkezi K 39° ve B 27° mevkiinde bulunacakmış. Rüzgâr alçak basınç merkezinin çevresine saatin aksi yönünde (sağdan sola) dönerek estiği için de bizim bulunduğumuz yere önce G’den, sonra GB’den sonra da B ve KB’den hafifleyerek gelecek. Merkezin seyir sürati ile havanın düşmesi ancak 2-2,5 gün sonra olacak, asıl kuvvetli eseceği dönem ise bu gece yarısından başlayarak yarın bütün gün ve kısmen de pazar gününü kapsayacak. Ancak sistemin yayıldığı alanı düşününce işin ciddiyeti daha iyi anlaşılıyor. Beklenen şiddetli rüzgâr, artık fırtına demek daha doğru olacak, güneye doğru neredeyse 800 millik bir alanı etkiliyor.
Bu arada madem adadayız, saatler boş geçmesin diye uyduruk da olsa kimi düşüncelerle oyalanmak olası. Şu anda bir adadayız ve örneğin batı lisanlarında “ada” için isla, isola, island, insel gibi isimler kullanılıyor. Üç aşağı beş yukarı hepsi aynı kökten geliyor “tecrit” ya da “ayrık” anlamında, yani izole. Biz ise ada diyoruz. Belki de Orta Asya’da yaşarken hiç adamız olmadığı, hiç de ada görmediğimiz için lisanımızda uygun bir kelimemiz yoktu. Sonraları başlayan at sırtındaki yolculuğumuzda deniz kıyısına ulaşıp karşımızda ilk adayı gördüğümüzde ağzımızdan hayretle “aaaa dağ” sözleri döküldü de adaya ada dedik, kimbilir? Pankreas bezinin hücreleri arasında minik adacıklara benzeyen değişik türde hücre topluluklarını mikroskopta ilk defa görüp bunları “adalar = Almancada Inseln” olarak isimlendiren Alman bilim insanı Langerhans, bu hücrelerin ne işe yaradıklarını anlayamamıştı. Bu hücrelerin insan vücudunun şeker dengesini düzenleyen bir hormon ürettikleri daha sonraları saptanınca da bu hormona, hücrelere verilmiş isme sadık kalınarak Insulin (Ensülin) adı verilmişti. Kristof Kolomb’un Amerika’yı bilmeden keşfi ile bilerek keşfeden Amerigo Vespucci’nin isminin yeni kıtaya verilmesi de icatlar ve keşifler yarışında birbirini kovalayan olayların değişik birer örneği değil mi? Havanın gelişmesini beklerken tavla oynamak da var ama, aklımıza gelmedi işte, bunlarla oyalanıyoruz.
Burada taze balık bulmak kolay değil. Hepsi donmuş satılıyor, temizlenmiş, ayıklanmış balıklar. Yerel olarak çıkan balık ise ton (tombik veya orkinos yavrusu), iskorpit vs, bir de son derece çirkin suratlı, siyah renkli, yılana benzeyen gövdesi olan, canavar görünümlü, bol beyaz etli bir balık. Bütün yol boyunca daha arkamızdan hiç olta sürmedik. Neme lazım bir tombik atlar da Port Said dönüşünde olduğu gibi koca hayvanla boğuşurken bütün güverteyi yine kana bularız diye çekindik hep. Ne biçim telef etmiştik zavallıyı! Kanarya Adaları’ndan sonra bizim de oltamız ve balığımız olacak, kesinlikle. O zaman Nesrin ve Kemal’in katılımı ile teknede 6 kişi olacağız, nöbet sürelerimiz kısalacak, havalar sıcak ve güneşlenilebilir olacak. Günlerle ıskotalarımızla hiç oynamayacağız, öylesine yalpalı, sallan yuvarlan giderken ola ki, balık da tutacağız. Şimdilik hayallerimiz böyle.
Nihayet beklemenin sonu geldi ve hava esmeye başladı. Önce 20 notlarda oyalanırken yavaş yavaş 25, 30, 35, 40, 45 ha babam yükseliyor. Öğle sularıydı, birden Madeira feribotu geldi, yolcu ve araba indirdi, bindirdi ve hemen kaçtı. Şimdi olsa artık gelemez, içeri giremez, girse de çıkamazdı. Kıç halatlarımızı dörtledik, sonra beşledik. Sancak baş omuzluktan kısa mendireğe iki halat daha alıp üçledik, iki de demir atmışız, eh yani. Yanımızdaki İsviçre okul gemisi de önlemlerini aldı. Gök karardı, sancağımızdaki kısa mendireğin karaya ulaştığı yerde önce kum bulutları sonra ise deniz suyu uçuşmaya başladı. Hava sıcak, sıkıntılı, her şeye rağmen tekneyi güvencede hissettik ve bir taksi çağırıp şehirdeki Internet Cafe’ye gittik, 2-3 saat sonra döndüğümüzde limanın içi karışmaya başlamıştı bile. Tekne olduğu yerde ütü gibi gelip gidiyor, bir kıç halatlarına asılıyor, bir baş halatlarına ve de iki demirine. Arkamızdaki rıhtım, dalgaya bakan yüzünde 3 sıra halinde kocaman delikler olan içi boş beton kutulardan yapılmış. Deliklerden giren su içerideki ikinci perdeyi de aştıkça acayip sesler çıkartıyor ama soluğanın hızı kesiliyor.
Giderek büyüyen soluğan bu susturucu tekniği ile yapılmış rıhtımın içinde gücünü kaybetmese kötü tepecek anlaşılan. Rıhtımın delikleri, med-cezir’e göre düzenlenmiş, ancak suyun en düşük ve en yüksek zamanlarında soluğan boyları da sanki daha değişik oluyor. Cumartesi gecesiydi, soluğanların birisinde üzerine gelen yükü karşılamak için tekneyi iyice kasan bir halatın tepemde uzayan gerilme sesi ile uyanıyordum ki, koparken çıkardığı gürültü ile hepimiz yataklarımızdan fırladık; rıhtımdaki babanın kenarından kesmişti. Ekledik, bir daha koptu. Bu kez ambarda taşıdığımız 32 mm çapındaki yedekleme halatımızı çıkarıp döşedik ve yine yattık. Bu sallantıda yataktayken insan tekneyi gider gibi algılıyor. Dalgalar sanki kıç omuzluktan geliyor da biz de yuvarlanıp duruyoruz, oysa baştan geliyorlar ama rıhtımın yutamadıkları tekneyi devamlı kıçtan iteliyor.
Gece birkaç kez daha kalktık, bir ara demir nöbeti tutmayı düşündük, vazgeçtik, iyi bağlıydık. Bu arada komşu İsviçreli’nin baş halatı da ekinden koptu, onlar da daha kalını ile takviye ettiler. Dalgalar limanın ağzından içeri dönüp mendirek rıhtımı boyunca ilerlerken kaba taslak boylarını tahmin etmek olası; 1-1,5 metre olsalar gerek.
Rüzgâr birkaç defacık da olsa 50-55 notlara çıktı. Saatler saatleri kovaladı. Havayı hem aldığımız raporlardan hem de İstanbul’dan arkadaşlarımızdan cep telefonu ile adım adım takip ettik ve nihayet Pazar öğleden sonra 2 saatten fazla süren sıkı bir yağmuru takiben ortalık yatışmaya başladı.
Pazartesi günü öğleye doğruydu, feribot geldi. Demek ki, dışarısı gidilebilecek gibi. Bu arada Archie mendirek duvarına çizdiği taslağa göre hazırladığı şablonu kullanarak hatıra resmimizi boyadı. Sarı bir çerçeve içinde kırmızı beyaz zemin üzerine, ülke bayraklarımızı, Türk ve İskoç çağrıştıran motifler yerleştirdi. Teknenin ve dördümüzün isimleri ile tarihi yazdı, bakalım kaç yıl yerinde duracak.
İngiltere’ye, MetWorks’a telefon ettik, salı akşamından önce yola çıkmamızı önerdiler. Her ne kadar alçak basınç doğuya kaydıysa da dışarıda dalga boylarının 8 metrelerde olacağını ve ancak salı akşamından sonra normale, 4-5 metreye, ineceğini söylediler. Bu tabii tam kuzeyimiz, adanın diğer yüzü için geçerli, aksi halde feribot gelemezdi. Yine de önerilere uyduk ve yola çıkmak için salı akşamını, hatta çarşamba sabahını beklemeye karar verdik.
Bu arada radyo haberlerinden (BBC) Portekiz’in neredeyse bütün Atlantik limanlarını trafiğe kapattığını öğrendik. Azorlar’dan sıyrılan hava şimdi oraları dövüyor, kimbilir ne korkular yaşanıyordur. Efendi kaptan Ahmet ise GİB’dan aldığımız çok dalgalı radyodan Türkiye’nin Sesi’ni dinliyor, ülkede haberler farklı. Bu arada BBC’den, bir gün önce Azorlar’da bir yatın fırtınada denizde terk edildiğini, yatçıların helikopterlerle denizden alındığını öğrendik. Hazin bir durum, bir tekneyi terk etmeye karar vermek kimbilir ne kadar zor iştir. Dikkatli olmak gerek, hem de çok dikkatli olmak. Büyük de konuşmamak gerek, her deniz yolculuğu bir ayrı macera çünkü.
OKUL GEMİSİ?!..
Havanın iyice kalmasını beklerken yanımızdaki okul gemisinin de ne menem bir şey olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Birisi hanım olmak üzere 4 büyük ve yaşları 18’e ulaşmamış 9 genç var. Kimi zaman işleri birlikte yapıyorlar, kimi zaman da gençler baş üstünde sıraya dizilip üst baş kontrolünden geçiriliyorlar. Açıkta sabunlanıp yıkanıyorlar, hep birlikte teknenin etrafında 10-15 tur yüzdürülüyorlar. Biraz garip bir okul gemisi. Archie duvara resim boyarken görmüş, gençlerden birisi, eğitmen olduğunu zannettiğimiz adama karşı gelmiş ve derhal sert bir şekilde tartaklanmış; bu ne biçim okul?
Bir ara bütün gençler mendireğin rıhtımına çıktılar ve 2 saat süreyle dolap beygiri gibi aynı tempoda koşup durdular. Eğitmen başlarında bekliyor, sonra da puşap yaptılar, bir cins cezalandırmaydı bu, nedenini anlayamadık. Oysa aynı gençler bir ara yine karaya çıktıklarında, bu kez eğitmensiz, marinayı koruyan delikli iskele üzerinden mendirek duvarına doğru hızla koşup düz duvara taa tepesine kadar tırmanıp tekrar geriye aşağıya atlayıp oynuyorlardı. Görmeden inanmazdım. Ataköy Marina’nın mendirek duvarı yüksekliğinde bir dik yüzeye hiçbir yere tutunmadan koşarak çıkıyorlardı, kaykaycıların yuvarlak yüzeylerde yaptıkları gibi. Bir ikisi ile konuştuk, son derece kibardılar.
Okul gemisi hakkında doğru bilgileri ise çarşamba günü çıkış işlemlerimizi yaptırdıktan sonra tekneye dönerken marinanın kahvesinde rastladığımız kaptanından aldık. Gemi okul gemisi ama, problemli gençlerin eğitimi ve cemiyete kazandırılmaları için kullanılıyormuş. Her seferinde 12 genç toplam 7 eğitmenin kontrolünde 9 ay süre ile gemide kalıyor, skuba, yelken, denizcilik yanında biraz da normal okul eğitimi görüyor.
Süre dolunca sonuçlar değerlendiriliyor, kendilerini bulanlar ülkelerine geriye gönderilirken, bulamayanlar 3 aylık sürelerle denizde yaşamaya devam ediyorlar. İçki yok, sigara yok, akşam yemeklerinden önce yobazlık anlamında olmamak koşuluyla, dua etmeyi dahi öğreniyorlar. Eğitimin amacı yaşamın zenginliklerini görmek, doğru yaşamayı öğrenmek. Hak hukuk gibi kavramları anlamak, onlara saygı duymayı öğrenmek ve hepsinden önemlisi bütün bunları doğadan örneklerle karşılaştırarak içine sindirmek. Kurumun 1928 yapısı eski bir yelkenli gemisi daha var, aynı şekilde kullanılıyor, ayrıca İsviçre’de dağ okulları da varmış. Kaptanın anlattıkları ruh hastalıklarının takibinde çok başarılı olduğu söylenen “meşguliyetle tedavi” yöntemini andırıyor.
İsviçre kantonları okulu destekliyor, gemide bulunan her genç için günde 390 SFR (üçyüzdoksan İsviçre Frangı) ödüyorlarmış. Ne eder? 390x12x30=ayda 140 bin SFR, kötü sayılmaz yani. Bu paradan geminin giderleri, eğitmen ücretleri vs. her şey karşılanmak zorunda. Çıkış işlemleri için karaya çıkarken, birden gençlerin sayısının 12’ye yükseldiğini fark etmiştik. Marinanın kahvesinde otururken kaptandan bu 3 gencin diğerlerinden daha uslu oldukları için gemide oturup ders çalıştıklarını öğrendik, gemide ceza da var, ödül de. Yollarımız galiba aynı, onlar da önce Kanaryalara, oradan Cabo Verde Adaları’na, oradan da Karayip Denizi’ne geçecekler. Sonra yine Avrupa sularına döneceklermiş. Karşılaşırsak eğer gelişmeleri göreceğiz. İşin içinde anladığım kadarı ile sonu “Jİ” ile biten bütün ilimler var, sosyoloji, pedagoji, psikoloji, kriminoloji gibi, gibi, gibi. Zengin ülke olmanın da kendine göre dertleri var. Okul gemisi, önümüzdeki yıl Almanya’ya havuza girmek üzere çıkacak sonra da Akdeniz’e inecekmiş. Yani 2004 yılında bizim sularda rastlanması ihtimali de var. Gemiye bir adet Ataköy Marina Yat Kulübü forsu hediye ettik, onlar da bize okulun broşürünü verdiler, okudukça düşündürücü.
Geminin, bastonu dahil tam boyu 35 metre, 250 BG bir MAN motoru var. Toplamda 20 kişi barındırabiliyor. Almanya’da, 14 yıl önce yapılmış, hatları çok düzgün. Ne olurdu, örneğin bizler bir kampanya başlatıp hiç olmazsa bu boylarda bir gemiyi “Denizcilik Okul Gemisi” (DOG) olarak ülkemize kazandırabilseydik. Maliyetinin 2-2,5 milyon doları aşmayacağını sanırım, belki daha bile az. İşe hayal kurmakla başlayabiliriz, 2 yılda 400 doları taksitle ödeyecek 6250 deniz âşığı bulamaz mıyız yani? Varsaydığımız deniz âşıkları sayısını 70 milyona oranlasak 0,00009 eder? Üç tarafımız denizdi hani? Toplum sivilleşecekse bunları yaparak sivilleşecek, aksi halde, kendilerini seçebilsek dahi, yönetenler ile yönetilenler açmazı içinde, kimin kim için var olup görev üstlendiğini bir türlü anlayamadan, yıllar geçmeye devam edecek.
PORTO SANTO – MADEIRA
Çıkış işlemlerimiz çok basitti. Önce marinayı ödedik, demirde yatınca başka ücret, aborda olunca başka ücret alıyorlar. Sert havada her ne kadar kıçtankara rıhtıma bağlı yattıysak da aborda olmadığımız veya pasarella uzatmadığımız için demirleme ücreti aldılar. Sonra gittik ligüposasi (liman-gümrük-polis-sahil sıhhiye işlemleri) görevlisine. Görevli önündeki defteri açtı, sayfalarını kırmızı kalemle sütunlara ayırmış ve her tekneyi satır satır yazmış, hem de kurşun kalemle. Gideceğimiz limanı sordu, Funchal dedik, GİB’i sildi yerine Funchal yazdı, iyi yolculuklar diledi, el sıkıştık, iş bitti. Masada bir kompüter vardı; sanıyorum sonra bizimle ilgili bilgileri işlemiştir.
Saat 14:00’e geliyordu, demir aldık. Limandan çıkar çıkmaz cenova–ana yelken düzeninde kumsal boyunca seyretmeye başladık. Rüzgâr KB, deniz henüz sakin, adanın gölgesindeyiz.
“Porto Santo Marina’yı işleten şirketin Madeira Adası’nın KD ucunda inşa halinde bir marinası ve oteli varmış, orada yer ayırtmıştık, 30 Dm yolumuz var. Adanın kuytusundan çıkınca yine Atlantik’in soluğanı ile buluştuk. Sancak baş omuzluktan geliyor, 3-4 metre yüksekliği var, araları açık, 15 derece yatmışız ne hırpalanma ne bir şey, yükselip alçalarak 8 notun üstünde süratle akıyoruz. Karşıdan bir römorkör geliyor, son derece ağır yolla bir kaybolup bir görünerek, dövünmeden ama yalpalayarak yürüyor, geçiştik. Önümüzde, limandan bizden önce ayrılan bir başka yat var, keç arma, cenova-mizana gidiyor, yetiştik, o da bir tepede bir çukurda aynı yönde yürüyor. Denizde fotoğraf çekmek çok güç. İnsan ne yaparsa yapsın, gözüyle gördüğünü fotoğraf makinesine bir türlü gösteremiyor. Bunun bir başka tekniği olsa gerek de kimden nasıl öğreneceğiz? Kocaman dalgalar fotoğrafta bir türlü oldukları gibi gözükmüyor, deniz neredeyse süt limanmış gibi duruyor.
Güneş batmak üzereydi “Quinta Do Lordes” isimli marinaya geldik. Yüksek bir falezin önünde, kıyıya paralel bir duvar yapmışlar, GD’ya bakan yaklaşık 15 metrelik kapı gibi bir delikten içeri giriliyor, upuzun havuz gibi bir yer. Pontonlar yerleştirilmiş, inşaat sürüyor, arkadaki sarp falezi yontmakla meşguller, boşalan alana villalar yapılacakmış. Güney yönlü bir rüzgârda bu marinaya ne girilir ne de çıkılır, her iki halde de insan kapı ağzındaki kayalara çakılıp kalır. Ayrıca içeri girecek dalga da hayli zarar yaratır diye düşündük. Nitekim Porto Santo’da limanda yatıp geçmesini beklediğimiz hava burayı az biraz tartaklamış. Pontonlardan birinde kocaman bir gulet bağlı, “Made in Turkey” kokuyor, bayrağını göremedik, ismi de zaten Türk ismi değil. Limanın hemen girişinde, bittiği zaman misafir rıhtımı olacak yerdeki pontona bağlandık, med- cezir 1,80 metre, pontonlar kazıklara halkalarla bağlı, tekne ile birlikte yükselip alçalıyorlar, ikide bir halatları boşlamaya veya toplamaya gerek yok.
Bir ara VHF’de Madeira radyoyu çağıran bir gemiyi duyduk. Kendi adını vermiyordu. Telsizde konuşan kişinin şivesinden Türk olabileceğini tahmin ettik, nitekim tahmin tuttu.
İki üç çağrıdan sonra geminin adını da söylemeye başladı. Araya girdik, kanal değiştirdik, yarenlik ettik. Hemen yanıbaşımızdaki limandan Fas için çimento yüklemeye gelmiş, yine Akdeniz’e dönecek, yükünü boşalttıktan sonra bu kez galiba Tunus’tan gübre yükleyip İtalya’ya Ravenna’ya çıkacakmış, oradan ötesi henüz belli değil, profesyonellik de işte böyle, limanlar, denizler, limanlar, yükler, git babam git. Bir gemi, arkasında karada bir ofis, dünyanın her köşesinden yük simsarları (brokerler) ile bağlantılı, teklif üstüne teklif, kabul, ret, fakslar, teleksler, telefonlar, heyecanlar, “yükü aldık”, “kaçırdık”, “yüksüz kaldık” ya da “ah şimdi bir gemimiz daha olsaydı” hayıflanmaları içinde çalışıp koştururken, gemide kader birliği eden 20-25-30 kişilik bir ekip, o liman senin bu liman benim, aman makine arızası olmasın, aman hava bozmasın, aman yükümüze zarar gelmesin. Aman yolda gecikmeyelim, limana hazırlık mektubunu zamanında verelim. Aman acenteye paramız vaktinde gelsin, aman yedek parçalarımız yetişiyor mu? Aman ücretlerimiz evlerimize zamanında ödendi mi? Evdeki yaşlıların sağlık durumları nicedir? Çocuk okulda doğru dürüst okuyor mu? Anasını çok üzüyor mu? Kızın nişanlanma işi ne safhada, düşünceleriyle al nöbet, çalış, ver nöbet düzeniyle sallan yuvarlan koşturup yaşamını kazanıyor. Durmak bilmeyen bir ekip çalışması, kimsecikler farkına varmadan sürüp gidiyor. Perşembe sabahıydı, aynı geminin kılavuz motoruyla konuşmalarından o gün yüke gireceğini anladık; selametle, yolun açık olsun, bizim gemi.
Perşembe sabahı saat 10:00 sularıydı, marinadan ayrıldık, çook hafif bir K rüzgârı önünde Cenova’yla 3-3,5 not, yalı boyu seyirle Funchal (Funşal okunuyor) limanına gidiyoruz. Funşal havaalanı yakın zamana kadar dünyanın en tehlikeli hava alanlarından sayılırmış. Pilotlar ve uçak şirketleri neredeyse boykot edeceklermiş. Portekiz hükümeti, tabii AB’nin de katkısıyla 2000 yılında sahildeki yamaca kazınmış uçuş pistini, iki burun arasında denize kolonlar yerleştirerek bir köprüyle uzatmış, şimdi Jumbolar da iniyor.
Adada düzlük denecek bir yer yok, her yer dağlık, inişli çıkışlı. Evlerin hemen tamamı yamaçlara yapışık, kolonlar üstünde duruyor, her taraf çiçekler içinde, rengarenk. Dünyanın ikinci yüksek falezi (cliff) 530 küsur metre ile buradaymış. Birinci en yüksek falez ise Çin’deymiş; yersek tabii. Limana vardık ki, zaten biliyorduk, marina tıklım tıklım dolu. Tekneler üçer beşer üst üste bağlı, yer yok, demirde yatacağız. Archie bermutat giriş işlemleri için botla sahile çıktı, marina girişinde mendirek üzerinde bir odada bir görevli; adam Türk pasaportlarını görünce Şengen vizelerinin kontrolü için pasaport polisini çağırmış. Onun gelişi biraz gecikti, çünkü limanda iki transatlantik var, onların işlemlerini yapıyormuş. Yine de bir saat sürmedi, her şey tamamlandı. Pasaport polisinden işlemlerle ilgili kuralları da öğrendik. Her yer AB ya! Meğer bizim AB’ye giriş işlemlerimiz İtalya’da, Cagliari’de yapılmalıymış, Porto Santo’daki görevli de bu konuda dalga geçmiş, dolayısıyla biz Funşal kayıtlarına GİB’ den gelmiş olarak işlendik. Öyle ya, örneğin ABD’de New York havaalanından girince California’ya da girmiş olmuyor mu insan? Düşünüyorum da biz de bir gün AB’li olursak, örneğin Amerika’dan gelip Funşal’ a uğrayan ve AB giriş işlemlerini orada yaptıran bir yat, başka hiçbir yere uğramadan Türkiye’ye gelirse, ülkeye işlemsiz girecek, sonra da örneğin Gürcistan’a gitmek isterse, AB’yi Trabzon’dan terk edebilecek, gerçekten böyle mi olacak? Yavvv!..
Biz demirde yatarken, marinadan yarışmak üzere tekneler çıkmaya başladı. Arada turist taşıyanları da var. Hava yanık, deniz palpa, İstanbul’dan çok iyi ezberlediğimiz bir sahne, yarışmak için çıkanlar 1-2 saat sonra dönmeye başladılar, rüzgârsızlıktan yarış iptal edilmiş. Önceden görmemiştik, dönen yarış tekneleri arasında birden Kristof Kolomb’un “Santa Maria‘sı belirdi.
Bir replika gemi, o da turist taşımak için yapılmış. Santa Maria hakkında o kadar az bilgi var ki, replikasını yapmak dahi hayli uydurukçu bir eğilimle çalışmayı gerektiriyor. Nuh Peygamber’inkinden sonra asırlar boyunca adı en çok bilinmiş tekne olduğu söylenebilecek olan Santa Maria’nın tam boyu 39 metre dolayındaymış. Sefere katılan diğer iki gemi Pinta, 17 m. tam boy ve biraz daha kısa olanı Nina (Ninya) karavel tipindeler. Santa Maria’nın tipi ise pek belli değil, kitaplarda Nao olduğu da karavel olduğu da yazıyor; o kadar da önemli olmasa gerek, önemli olan yaptıkları. Kanarya Adaları’ndan yola çıkışlarından tam 30 gün sonra 12 Ekim 1492’de ayak bastıkları ada ise Bahamalar’ın Guanahani Adası, bugünkü adıyla Watling Island. Kitaplar Kolomb’un Atlantik’i geçerken pusulasında ilk kez manyetik sapmayı tespit ettiğini, ancak açıklayamadığını da yazıyor. Bir de bizim bugünkü halimize ve olanaklarımıza bakalım, nereden nereyeee!.. Ağabeyimiz bizim bugünkü halimizi görse kimbilir ne biçim gülerdi; ağzı yetmeyebilirdi bile gülmeye.
Altmışlı yıllardı, Madeira’yı anlatan bir belgesel filmde turistlerin bambulardan örülmüş, kenarlarında salıncaklı koltuklarınki gibi yarı dairesel ayakları olan, üstleri tenteli, şık ve güzel ikişer kişilik bahçe koltuklarına oturup arkalarından itilerek veya yavaşlatmak için çekilerek gömme renkli çakıl taşlı yollarda dağdan aşağı kaydırıldıklarını görmüştüm.
Adanın önemli turistik atraksiyonlarından birisiydi o zamanlar; sorduk, hâlâ varmış. Geldiğimizin ertesi günü Monte (dağ) dedikleri yamaca çıkmak için henüz iki yıl önce yapılmış olan teleferiğe gittik ki, 3 günlük bakıma alınmış. Bir taksi tuttuk, dağa çıktık, güzel bir yeşil alan içinde bir kilise ve turistik eşya satan dükkanlar yan yana, biraz ileride de bineceğimiz kızaklı koltuklar.
Ama bunlar seyrettiğim filmdeki- ne pek benzemiyor artık; bir tahta kutu, içine sazdan örme bir koltuk yerleştirilmiş, 2 ve 3 kişilikleri var; şiltelerin renkleri pek canlı değil, tenteleri yok, kutunun altında önden ve arkadan taşan iki tahta kızak, altına biraz yağ sürüyorlar, bunun için de yağı yola bulaştırıp kızağı üstünden geçiriyorlar.
Beyaz elbiseli, hasır şapkalı, sarı/kahverengi çizmeli tek tip giyinmiş kızakçılar, her araca iki kişi kumanda ediyor, içine oturuyorsunuz, gömme çakıllı yol yerine, günümüze uygun asfalt yoldan yokuş aşağı kaptırıp kaydırmaya başlıyorlar.
Biz de bindik, denge sağlamak için beni ortaya oturttular. İki tarafı duvarlı dar yollardan geçerek, virajları savrulup dönerek iki kilometre kadar gidiliyor, kızakçılar arkadan kâh koşarak kâh kızağın arkasına binerek aracı yolda tutuyorlar. Eğlencenin sonuna yaklaşırken de yol ortasında duran birisi fotoğrafınızı çekiyor, 200 metre sonra eğlence bitince, adamın dediğine göre 1,5 saniyede, fotoğrafınız internet aracılığı ile aktarıldığı printer’den dört dörtlük basılmış olarak elinize veriliyor. Hediyesi 20 Euro; zevkliydi, turistlik oynuyoruz ya.
Kızakçılar biraz nefes nefese kalıyorlar elbette, sonra da bir taksi geliyor, 3’ünü 5’ini toplayıp tekrar dağa çıkarıyor. Limanda duran iki transatlantikten acaba kaç yolcu buraya çıkıp kaydı?
Üçüncü günümüzdü, yine bir taksi tuttuk, 6 saat süreyle adayı gezdik. Tipik bir balıkçı köyüne gittik, şaraplar doğrudan fıçılardan da içilebiliyor. Ahtapotlu sandviç yedik, sonra yamaçlara çıktık, muz plantajlarını ve şaraplık üzüm yetişen bağlarını gördük, yol dar ve virajlı; ama AB olanaklarıyla şimdi adayı çepeçevre dönen bir otoyol yapılıyor, yarısı bitmiş bile. Dünyaca meşhur Madeira şarabı, yüksek alkollü ve tatlı. En yüksek faleze çıktık, 530 metreden dikine denize baktık, bir fotoğraf çektim, denizin parlamasından bembeyaz çıktı. Sonra adanın ortalarına geçtik, yükseklerde bir yerde bir otelde durduk, bölge eski bir kratermiş, yaklaşık 1000 metre yüksekte bir seyir balkonu yapılmış, önce oradan aşağıda gideceğimiz yolu ve kraterin dibindeki köyü seyrettik, sonra da köye inip Madeira pastası yedik, benimki deve hamuru gibi bir şeydi, az daha boğulacaktım, herhalde yanında bol sıvıyla ittirmek lazım, lezzetliydi yine de.
Kente döndük ve bir süpermarkete girip noksanlarımızı tamamladık. Limana dönerken Beatlesların karaya çekilip lokantaya dönüştürülmüş yatının yanından geçtik; hem yat-lokanta hem de çevresinde sanki havuz gibi bir yerde bir sürü küçük kayık, içlerinde masa ve iskemleler, tepelerinde tenteler, havuzun dibindeki betona çakılmışlar, müşteri bekliyorlar.
Madeira’nın çok güzel bir pazarı var, kapalı bina, meyvenin, çiçeğin, balığın çeşidinden geçilmiyor. Meyvelerin çoğu ithal malıymış dediler, o çirkin siyah uzun balıktan burada da bol bol var.
Böylelikle de Madeira bittiii, marinada yer bulunsa belki daha uzun kalınır ama demirde yatarak olmuyor bu iş. Akşam marinadaki balıkçı lokantasında başlangıç olarak bol midye ve karides, üstüne de ana yemek olarak çipuraya benzeyen fakat kırmızı renkli lezzetli bir balık yedik ve yarın yola çıkmaya karar verdik.
MADEIRA – TENERİFE
Yarın, yani bugün, 23 Ekim Perşembe sabahı 11:00’de Archie çıkış işlemlerinin intacı(!) için karaya çıktı ve hemen döndü. Sadece iyi yolculuk dilemişler. Demir aldık, hava sakin, daha doğrusu ada K rüzgârlarının önünü kesiyor, motorla yola çıktık, 170° tek rotayla Tenerife Adası’nın kuzey burnuna 249 Dm yolumuz var. Birkaç mil gidince adanın kuytusundan çıkıp rüzgârı yakalayacağımızı umuyoruz ama evdeki hesap çarşıya uymadı, neredeyse 12 saat motor seyriyle 100 Dm’ye yakın yol gittikten sonra birden rüzgârı bulduk. Bu süre içinde pervanede silkeleme yok, dümdüz dönüyor, Porto Santo’daki temizlik tam yaramış. Ne var ki, belki de malzemesindendir diye düşünmek mümkün. Çünkü çok çabuk kekamoz bağlıyor; aynı durum Archie ve Doreen’in Okura teknesinde de varmış. Tenerife’de bir temizlik daha gerekecek belki de.
Makine stop, önce cenova-mizana denedik, sonra da cenova ve camadanlı ana yelkende karar kıldık, dalga boyu istediğimiz gibi sallıyor ama, deniz bu sallanmadan nire gidçen ki? Rüzgâr temizinden 30 not esiyor, 8’in üstünde 9 nota yakın seyrediyoruz. Gece 2-3 sularında rüzgâr sabit 35 notta karar kıldı. Biz de 9,5 not sürmeye başladık. Cenova’yı sardık, floku açtık, sürat derhal 6 nota indi, attan düşmüşe döndük Haydi tekrar cenova’ya geçtik, ama bu kez camadanlı, tekneyi devamlı 8-8,5 notta tutuyoruz. Böylesi daha güzel, daha konforlu. Gün ağarmaya başladı, dalga başları az köpüklü, Portekiz’e ait ‘Islas Desertas” isimli kimsenin oturmadığı milli park olan iki adayı, bunlar Madeira’nın yakınında olanlardan başka adalar, iskelemizden 17-18 mil açık geçtik, Tenerife 90 Dm yolumuz kaldı, rüzgâr böyle devam ederse akşama varırız.
Porto Santo veya Madeira’dayken telefonla Tenerife’de bir marinada yer bulmuştuk, adı Marina Del Atlantico, onun üzerine de Lanzarote’ye gitmekten vazgeçmiştik. Tenerife’nin çok uzaklardan görünen eski bir yanardağı var, 3000 metre yükseklikte, adı Tiede. Görebilecek miyiz diye kolluyoruz, ama akşam bulutların arasından görünmüyor. Saat 17:00’ye gelirken nihayet kısmen görebildik.
Adanın kuzey burnundaki feneri de seçmeye başladık ki, rüzgâr, kitaba göre özellikle buralarda hızlanacağına, yavaşlamaya başladı. Neredeyse tamamen kalacak. Yapacak bir şey yok, dayandık makineye, burundan limana kadar daha 7 mil yolumuz var, başladık soluğanla yuvarlanarak gitmeye. Kentin adı Santa Cruz de Tenerife, limanı 4 bölüm halinde ve birbirini takip eden değişik isimde 4 mendirekten oluşuyor, toplam boyları 5 kilometre. Bizim gideceğimiz marina Ro-Ro gemilerinin girdiği en güneydeki limanın en kuzey ucunda. Burada ana mendireğin boyu 1 mil. Yani önce dışarıdan mendirek boyunca 1 mil güneye ineceğiz, sonra liman içinde 1 mil kuzeye çıkacağız. Biz girerken Gran Canaria Adası’na giden feribot çıktı, saat 20.30’du marinaya ulaştık. Ulaştık ki, ortalık palpa, çıt yok ama şehirden ve çok yakın bir yerden yüksek volümlü klasik müzik duyuluyor. Durduk, makine stop, çevrede çık çıkmıyor, Doreen ve Archie’nin hemen “Bu Haendel’in Messias oratoryosu” demelerine kalmadı müzik bu kez muazzam bir koronun söylediği halleluya ile bitti. Tüylerimiz diken diken, hava güzel, müzik güzel, deniz sakin, yol yorgunluğu da var. Ümitlendik; acaba bu bizim için marinadan mı çalınıyordu, ya da her akşam böyle mi olacak da mest olacaktık diye. Tabii ne o ne de öteki, konsermiş, kopan alkışlardan anladık zaten.
Limanın ortasında bekliyoruz, bir botla iki gemici (marinero) geldi, ilk gece rıhtımda bir şatın üstüne bağlanıp yatacakmışız. Sabah erken gelip bizi asıl yerimize alacaklar, dedikleri gibi yaptık. Sabah 08:00’de yeniden geldiler ve tekneyi, limanın en kuzey rıhtımına dikine bağlı raylarda kayarak med-cezirle birlikte yükselip alçalan pontona, baştan hem demir hem tonozla kıçtankara bağladık. Marina ofisi pazartesi gününe kadar kapalı, giriş işlemleri de pazartesi günü yapılacak. Cumartesi gününü boş geçirmemek için şehri dolaştık ve öğrendik ki, dün gece dinlediğimiz son yüzyılda ikinci kez düzenlenen ve meşhurların çalıp söylediği bir konsermiş. Bu kez siyah Madonna buradaymış hem 15 gün tatil yapmış hem de konser vermiş. Siyah Madonna kim kuzum? Hafta sonu sağlam kaynak bulamadığımız için ne orkestrayı öğrenebildik ne de siyah Madonna’yı. Konserin verildiği büyük çadırı da öğleye kadar hemen söktüler, ışıklar ve ses düzenini dağıttılar.
Kenti gezerken tekne malzemesi satan yerleri de bulduk, Pazartesi günü noksanlarımızı tamamlayacağız. Ana yelken bumbasında preventer (önleyici donanım) kullanıyoruz, şart çünkü özellikle geniş apazda büyük dalgalar bazen teknenin kıçını kaptığı gibi savurup yelkeni kavançaya kaçırıyor, tehlikeli oluyor, önlemek gerek. Diğer taraftan kontra değiştirirken de havuzluktan dışarı çıkmadan bumbayı aktarmak istiyoruz. Onun için preventer palangalarının halatlarını alt baskılarına da havuzluktan dışarı çıkmadan kumanda edebilmemiz gerekir ki, çarmıhlardan baş ıstralyaya kadar olan hareketi dalgalı denizde baş güverteye çıkmadan ve güvenlik halatına bağlanmadan kontrol altında tutalım. Bu nedenle onları da uzatacağız. Mevcut 40 metre boyundaki 32 mm’lik halatımıza ilaveten bir tane daha 50 metrelik almak istiyoruz. Karayip’te bağlanacağımız yerlerde kullanmak gerekecek çünkü sığ sularda 2,90 m. su kesimi ile her zaman her yerde iskelelere sokulamayacağız. Ufak da olsa seyyar bir dipfrizin işimize yarayacağını düşünüyoruz, onu aramamız gerek. El telsizinin aküsü bitti, şarj tutmuyor, yenisini almak lazım, vs, vs, bir sürü ufak tefek incik bincik iş. Seyahat acentesinden gidip biletlerimizi alacağız, efendi kaptan Ahmet’le İstanbul’a uçacağız, oy vermek istiyoruz, 5 milyon TL ceza ödemek istemiyoruz. Ne biçim rasyonel düşünce ama? Ceza kaç para, bilet kaç para? Olsun, vatandaşlık için değer.
Açıkdeniz seyri dışında gerçek özgürlüğün tadına varılan tek yer oy verdiğimiz hücre ve tek an da seçtiğimiz andır; bir iki saniyelik gerçek seçme özgürlüğü, onu mu, bunu mu, yoksa şunu mu?
Pazartesi saat 09.00’da marina ofisine gittik, kaydımızı yaptılar. Giriş işlemi için elimize doldurmak üzere bir kâğıt verdiler. Aranan bilgiler şunlar; teknenin adı, bayrağı, tescil limanı ve numarası, tam boyu, genişliği, net tonu, deplasman tonu, sahibinin adı ve tam adresi, sigortası (sigorta burada da şart), yatçıların adet ve milliyetleri, benim pasaportumun ilk sayfası ile Özel Yat Kayıt Belgesinin (sadece ön yüzü) fotokopisi (ofiste çekildi, bedelsiz), bu kadar. Ligüposasi ile ilgili ne damga var ne de başka bir şey, marina bize sadece bu belgeyi doldurttu ve aldı. Aldığı bilgileri sonradan bilgisayar ortamında polise aktarıyordur o da belki. Polisi, limanı, gümrüğü lüzumsuz yere ne diye işgal etmeli ki? Kaçakçılıkla uğraşan birimler iz sürerken zaten gerekirse her yerde herkesi denetleyebiliyorlar. Turistleri devamlı aynı potada kaynatmaya ne gerek var?
YİNE ŞUNDAN, BUNDAN…
Hele de Sahil Sıhhiye, yolda uğradığımız limanlarda ne adı var ne kendisi, bizdeki ise kalkışmış bir de deniz ambulans servisi kuracakmış; Dünya Sağlık Teşkilatı böyle bir şey öngörmüyor. Öngörse dahi bunlar başka bir sektörün işi, bu hevesin nedeni ise besbelli politik; sadece daha çok boş adama milletin parasıyla sözüm ona iş yaratacak. Gelip geçen gemilerden sadece “gemimde hastalık ve ölüm hali yoktur” diye bir beyanname almak için kocaman ve belki de tahsil ettiğinden çok bütçeden para çeken bir teşkilat. Türk karasularında seyreden kendi gemilerinden, gemi adı altında özel tekne ve yatlardan da para toplamayı düşünmek ve uygulamak, bir gün kesinlikle Türk topraklarında seyreden bütün kendi kara araçlarından da aynı yolla para toplanması gerektiği yönünde gelişecektir diye endişelenmemek elde değil.
Sevgili Hasan Kaçmaz’ın şimdi kulakları çınlamalıydı, yıllardan beri Ankara’yı bu konuda ikna etmeye, önceleri tek başına, sonra Maryat ve şimdi onun devamında ise DTB (Deniz Turizm Birliği)’nde toplanan bütün marinalarla birlikte, ne kadar çalıştı da bir türlü başarılı olamadı. İnsanların yaşamlarına ille de parmak sokmaya alışmış, berbat bir zihniyeti değiştirmeye çalışmak, yazmak çizmek, dil dökmek için sabırlı olmak yetmiyor. İnsanda mangal gibi bir yürek olmasını gerektiriyor. Bir gün başarılı olacaklar kesinlikle. Bir transit loğun değiştirilmesi, basitleştirilmesi için harcanan çaba ile normal koşullarda kimbilir başka neler yapılabilirdi, tamamı boşa gitti, bürokrasi Nuh dedi peygamber demedi, diyemedi, sandı ki, yetkisiz ve etkisiz kalacak. Yine de ümitsizliğe kapılmamak gerek ve eğer gördükleri direnç karşısında pes etmezlerse, bir gün amatör denizciler de çeşitli isteklerinde başarılı olacaklar.
Ufak, seyyar bir dipfriz almak istiyorduk, uygun bir şey bulursak tabii. Teknelerde bu dipfriz meselesi riskli. Dipfriz devamlı kontrolde tutulması gereken bir alet. İçindeki malları bir kez yumuşattınız mı, tekrar dondurduğunuzda, genellikle et ve balıkta, kolaylıkla öldürücü olabilecek nitelikte ağır zehirlenmelere yol açmanız mümkün. Evlerde elektrik devamlı var olduğu için, dipfrizdeki malzemenin yumuşaması tehlikesi ancak çok uzun süren enerji kesilmelerinde doğuyor. Teknelerde durum farklı, yelken seyri, motor seyri, demir yerinde aranan sessizlik, yüksek çevre sıcaklığı gibi nedenler ve etkenler bir dipfriz içindeki malların, ekovatın uzunca süre çalışmadan durması sonucu, ısınması tehlikesini içeriyor. Birkaç yabancı liveaboard (teknesinde yaşayan) arkadaşımın, Archie ve Doreen dahil, bu işe nasıl dikkat ettiklerini gördükten sonra hiç teşebbüs etmemiştim. Şimdi durum değişti. Hep beraber uzunca süre teknede olacağız. Dipfrizin çalışıp çalışmadığını kontrol etmek kolay artık. Hazır bir dipfriz almak yanında sabitini de yapmak olası. Teknenize sabit bir dipfriz yaparsanız, bir kitapta okuduğuma göre, taban ve kenar izolasyon kalınlıkları, 20 santim kalınlığında poliüretan olmak zorunda. Böyle bir alameti teknede nereye sıkıştırabiliriz ki? O nedenle de yüksek teknoloji ürünü oldukları ileri sürülen, ufak, seyyar, broşüründe ekovatı 24 saatte 8-10 saatten uzun süre çalışmadığı söylenen tipleri tercih etmek gerek. Bakalım alınca göreceğiz nasıl çalıştığını, ola ki, ileride bazı değişiklikler yapmak gerekecektir.
Uzun yolda yiyeceklerin soğuk veya taze tutulmaları ayrı bir mesele. Salonda bir filemiz var, hamak gibi asılı duruyor. Taze aldığımız limon, portakal, muz gibi meyveleri içine koyuyoruz. İki tane sabit montaj buzdolabı, bir tane de üstten kapaklı hazır aldığım frizer (deep freezer değil) var. Genelde buzdolabı yoğunlaştırıcıları (kondenser=condenser) hava ile soğuyor. Evlerde bu olur da kanımca denizde pek işe yaramıyor. Uzun süre çalışınca yoğunlaştırıcının ve ekovatın çevresindeki hava çok ısındığından soğutma fanı aynı sıcak havayı yoğunlaştırıcıdan geçirmeye başlıyor. Çevre daha çok ısınıyor, sonunda da ekovat neredeyse 24 saatte 24 saat çalışmak zorunda kalıyor, tabii akülerin de nefesi tükeniyor.
Mat‘ın buzdolabı yoğunlaştırıcıları su soğutmalı. Yani deniz tipi, İtalyan malı, 7 yıl olacak hiç arızalanmadılar. Ev tipi, frizer ile buz makinelerinin yoğunlaştırıcılarını ise kunifer (cunifer=cupper–nickel–fer) isimli bakır, nikel, demir alaşımından iki ayrı çapta boruyu içiçe geçirerek yaptık; kalın dış borudan geçen deniz suyu, ince iç borudan geçen gazı soğutup yoğunlaştırıyor. Çevre ısınmıyor, eko-vatın verimi düşmüyor ve çalışma süresi kısalıyor. Bu yoğunlaştırıcının içinden deniz suyu geçirmek için 24 voltla çalışan bir pompayı 12 voltla çalıştırıyoruz. Bu da pompanın elektrik motorunun kömürlerinin aşınmasını çok yavaşlatıyor, pompa yıllarca dayanıyor. Kunifer alaşımın 10/90 ve 30/70 olmak üzere iki tipi var. Örneğin yine teknelerde kullanılan klima cihazlarının deniz suyu soğutmalı yoğunlaştırıcılarında daha yumuşak tip olan 10/90 kullanılıyor, yani malzemenin %10’u nikel, %90’ı bakır, alaşımda demir zaten “eser” miktarda var. Diğer malzeme (30/70) daha sert, bükmesi zor, düz tipteki yoğunlaştırıcılarda kullanılması doğru. Kunifer yoğunlaştırıcıların parçalarını birleştirirken kesinlikle sarı veya gümüş kaynağı kullanmamak gerekiyor. Çünkü kaynak sıcaklığında alaşımın elemanları yanıyor ve oranlar bozuluyor. Deniz suyu ile temas edince de ek yerleri kısa sürede korozyonla çürüyor, ekovata deniz suyu kaçıyor. En doğrusu ek yerlerini usulüne uygun sert lehimlemek. Yoğunlaştırıcının gaz taşıyan iç borusuna ekovattan gelen orijinal pirinç boru ile yoğunlaştırıcı dışında sarı kaynağı ile eklemek ise, deniz suyu ile temas etmediği için, olası. Yoğunlaştırıcılar için paslanmaz çeliği hiç düşünmemek gerekiyor, çünkü deniz suyu ile temas edince ve biraz da ısınınca ne zaman korozyona uğrayacağını kestirmek olanak dışı, dayanıklılığı şansa bağlı.
Marinaya karşı Archie ve Doreen için bir yetki belgesi düzenlemem gerekti. Ufak tefeğimizi bir çantaya koyduk ve 29 Ekim sabah saat 02.50’de Tenerife’in güney havaalanından kalkan Iberia uçağına bindik. Biletleri aldığım seyahat acentesindeki hanıma uçağın tipini sorduğumda yeni tiptir M88 demişti. Karşımıza çıka çıka, herhalde soyu dünyada tükenmiş, belki son beş taneden birisi olan DC-9 (MD88) tipi çıktı ve bizi 3 saatte Madrid’e ulaştırdı, aktarma, indi bindi dahil daha 5-6 saatlik yolumuz kaldı. Bugün Cumhuriyet Bayramı, 5 gün sonra da seçimler var, uçuşumuz iyice anlam ve önem kazanacak.
Uzun yolculuğun dördüncü etabı
Tenerife’den 5 Aralık günü başlayan seyrimiz 11 Aralık günü Mindelo Adası’nda demirleyerek sona erdi, 867 Dm yolu 137 saatte tamamladık. İstanbul’a varışımız saat 15:00’den sonra olduğu için yollarda Cumhuriyet Bayramı kutlamalarını sezinleyecek pek bir şey kalmamıştı. Her yıl daha da donuklaşan ve standart bir kutlama ile hatırladığımız o büyük gün üstüne üstlük, yaklaşan seçimlerin gölgesinde iyice erimişti. Bu adamsendeciliğin nedeni ne olursa olsun, tarihimize karşı büyük bir ayıp işlediğimiz inancı içinde kişisel utancım giderek büyüyor. Kuşaktan kuşağa ve yıldan yıla artan bir ilgisizlik, kutlamaları düzenleyenlere de bulaşmış, göstermelik bir şeylerle işi idare ediyorlar. Televizyonlarda hâlâ aynı eski püskü filmler, ekranın köşesine yerleştirilmiş bir bayrak ve Atatürk fotoğrafı sanki her şeyi taze tutmaya yetiyor. Yazılı basında baş sayfalarda içeriksiz yazılarla kocaman bir iki fotoğraf hepsi bu.
BEKLENTİLER…
Heyecanla, merakla beklenen gün geldi, sandıklarımıza gittik ve oylarımızı kullandık, sonuç malum; yıllarca hayatımıza yön vermiş bir kadro, başarıları ve başarısızlıkları ile külliyen silindi, buharlaştı. Gidenler şaşkın, gelenler de sanki biraz şaşkın, millet hepten şaşkın. Çok yönlü umutların üst üste buluşmaya başladığı yeni bir platformda yol almaya başladık. Bakalım bu platform bu yükü nasıl çekecek? Herkes gibi benim beklentilerim var, neler mi? Bazı örnekler vereyim:
Amatör denizciliğin adı konmalı, daha doğrusu varlığı kabul edilmeli; devleti yöneterek, millete hizmet götürecek olan hükümet, amatör, yani meraklı, mutluluğunu hobilerinde bulan, deneyim kazandıkça bilgilenen, bilgilendikçe düşünen ve üreten vatandaşlarını rahat bırakmalı. Onların önüne setler çekilmesini önlemeli, aynı değerleri paylaşamayan bürokratların afaki davranışlarını engellemeli, onların önünü kesmeli, yetki ve sorumluluklarını yeniden düzenlemelidir. Bunu neredeyse tek cümleye sığdırmak olasıdır: Denizdeki amatör denizci vatandaşa dilediğinde dilediği kadar yardım edeceksin, ötesine karışmayacaksın.
Hükümet çalışırken bizleri kesinlikle dinlemelidir, söyleyecek çok şeyimiz birikti. Bürokrasi hepimizi çok üzdü ve hâlâ da üzmeye devam ediyor. Söyleyeceklerimizi biraraya getirebilmek için, sivil toplumun bir parçası olduğumuzu kanıtlamak için sesimizi ve sözümüzü duyurabilmek için nihayet devletin yönlendirmediği bir girişimle bir federasyonumuz oldu, AB uyum yasaları çerçevesinde değişen Dernekler Kanunu olanak tanıdığı için olabildi, aksi halde olacağı yoktu, adı; Amatör Denizcilik Federasyonu.
Şimdi ve mutlaka şimdi, birleşmemiz, kuvvetlenmemiz zamanıdır. Deniz sporlarının her türlüsü ile uğraşan bütün kulüpler bu federasyon çatısı altında buluşmalıdır ki, tek ses, tek beden olalım, kendimizi duyurabilelim. Amatörlükle profesyonellik arasında kesin bir çizgi çekilmesini önleyemezsek şimdiki kimliksizliğimiz devam edecektir.
Hükümet, devletin milletten topladığı paralarla sadece belli meslek sahiplerinin kullanımına tahsis ettiği limanların tamamından amatör denizci vatandaşların yararlanma hakkını teslim etmelidir. İnsanları birbirine yakınlaştıran, gençliğin gelişmesini hızlandıran, huzurun devamlılığını sağlayan en önemli unsurun spor olduğu gerçeğinin ışığı altında limanların kullanımında şimdiye kadar olduğu gibi ikilik yaratılmamasına özen göstermeli, önem vermeli, taşları yerli yerine koymalıdır.
Hobi sahibi her vatandaş, hobisini uygulayacağı olanaklara sahip olmalıdır. Devletin tekne sahibi vatandaşı zengin sanmak ve bu nedenle de hastalık haline gelmiş olan, her fırsatta onun beline vurmak alışkanlığı son bulmalı; hastalık süratle tedavi edilmeli. Bu konuda hükümetlerin eskiden nasıl yanlış yönlendirildikleri unutulmamalıdır. Kuruyu yakmaya kalkışırken ıslağı da heder ve heba etmek gibi ilkel bir düşünce ve davranış şekli modern devletin hiçbir katında yeşerme imkânı bulmamalıdır, bulamamalıdır. Her birimizin hem geçmişten hem de bugünden verebileceği örnekler bu konuda vatandaşlara ne kadar yanlış bir açıdan bakıldığını açıklıkla ve derhal ortaya koyacaktır.
Teknelerin motor güçlerine göre vergilendirilmelerinden, gerçek kişilerin kendi ihtiyaçları için başka ülkelerden ikinci el tekne alıp Türk bayrağı altında kullanabilmelerinin engellenmesinden vazgeçilmesi, mevcut barınaklarda deniz sporları ile uğraşan kulüplere yer verilmesi ayrıca buralarda teknelere bağlama olanakları sağlanmasına kadar birikmiş nice istek karşılanmayı beklemektedir.
Deniz sporlarının okulu olan kulüplerimizin, eğitimde “deniz ve denizcilik” seçme dersini verebilecek kurumlar olarak kabul edilmeleriyle, yeni kadrolar aramaksızın, ulusal eğitim programımız içinde yer almaları düşünülmelidir. Kulüpler ise bu sorumluluğu üstlenmeli, görevden kaçınmamalı, olanaklarını kullanmalıdır. Kulüplerimizde bu görevi yerine getirecek çok sayıda deneyimli insanımız vardır, bunlar yelken eğitmenleridir, bunlar genç insanlardır, genç analar ve babalardır, genç ruhlu yaşlılardır. Bunlar, ülkenin denizcilik hazinesinin kocaman bir bölümünü oluştururlar. İnsanlara bir amatör uğraşı benimsetmeye çalışmanın yolu sadece başka amatörlerin arkadaşlığından, dostluğundan geçer. Temelde öğretilecek olan öncelikle denize saygı duymaktır.
Yeni hükümet daha doğru dürüst çalışmaya başlamadan, henüz güvenoyu dahi almadan “Dedikodu Gazetesi” kimi kesimlerin özlem dolu isteklerini hemen olacakmış gibi yaymaya başladı bile, örneğin;
■ “Denizcilik Müsteşarlığı” kaldırılacakmış, -kanımca en doğru işlerden birisi olur. Çünkü, amatör denizcilere hiçbir yararı olmadığı gibi, çok da zararı oldu ve bu gidişle zaten olmayacaktı da güvenlik teçhizatı dayatmaları ile geçen sezon denize çıkamayanlar bu olayları unutmadılar henüz, armatörlere ve deniz ticareti ile uğraşan diğer kesimlere ne denli yararlı olduğunu ise kendilerine sormak gerekir.-
“Denizcilik Bakanlığı” kurulmayacakmış, -zaten kurulmadı, dünyanın hiçbir ülkesinde olmayan böyle bir bakanlık, işleri kesinlikle daha da berbat edecek, kimbilir biz amatörlere de neler edecekti, Tanrı korudu. Kurulsaydı eğer, arkadan havacılık ve karacılık bakanlıklarının da kurulması kesinlikle gündeme gelecekti.-
“Sörvey Kurulları” kaldırılacakmış, -bizim anlamsız “Özel Yat Kayıt Belgesi”ni uygulamada kimi zaman kendi inisiyatifi ile kimi zaman da müsteşarlığın gölgesinde işkence haline getirdiler, 23 milyarlık güvenlik teçhizatı zorlamasını milletin kafasına tas gibi geçiren bir zihniyeti savundular, mutsuzluğumuza neden oldular. Bizi profesyonel dünyadan ayıramadılar, amatörlüğümüzü hiçe saydılar. Bizi koruyup kollamadılar, böyle devam edeceklerse kaldırılmaları daha iyi olur.
“Denize Elverişlilik Belgesi”ni artık klas kurumları verecekmiş, uluslararası anlaşmalara uyulacak ve bu kurumların düzenlediği belgeler geçerli olacakmış, -daha çok ticaret gemilerini ilgilendiren bu yeni yöntem donatanlar açısından umarım sevindiricidir-. Biz amatörler açısından ise kesinlikle iyi olacaktır, belki böylelikle ve nihayet, ne gerçek yakıt, ne denize elverişlilik, ne de klas belgesi olan, üstelik yasal dayanağı da bulunmayan “Özel Yat Kayıt Belgesi” ucubesinden kurtulup doğru dürüst yalın bir “Kayıt Belgesi” ne (Certificate of Registration) sahip olmakla dünyanın her köşesinde alnımız açık seyredebilecek, özel teknelerimizi ve yatlarımızı kendi kararımızla dilediğimiz şekilde donatacak, özgür amatör dünyamızın zenginliklerinin keyfine varıp, onurunu paylaşacağız.
At maartiniii debreli Hassaaan, dağlaar iiinleessiiin; bakalım, bizleri kimler duyacak, kimler dinleyecek de yolumuzdaki taşları kaldıracak, yoksa inlemeye devam mı edeceğiz? Bir gerçek var ki, o da şu; yeni kurulan, çiçeği burnunda Amatör Denizcilik Federasyonuna çok iş düşecek, federasyonu öncelikle manen taşımak ve sesimizi duyurmak için çalışmak görevi de kulüplerin olacak, tabii aşırıya kaçmayan, fırsatçılık kokmayan bir “pamuk eller cebe” davetine icabet edilmesi de gerekecek. Sesimizi duyurmak için Ankara’ya gideceksek, -ve yeni dönemde amatörlüğümüz üzerinde hâlâ Ankara karar vermeye devam edecekse- bir arkadaşın arabasına birkaçımız bineceğiz, Ankara’da ucuza kalmanın yollarını oradaki arkadaşlarımızdan öğreneceğiz, işimizi takip edeceğiz, kendimizden ne kadar çok verdiysek o kadar çok alabilmek için çaba sarf edeceğiz. Bugüne kadar verdik ve verdik, nasihatten ve profesyoneller için geçerli kurallardan başka hiçbir şey alamadık.
Federasyon tüzüğünde “amaç” maddesi yolumuzu belirliyor. Derneklerin yönetim kadroları bu maddeyi okumalı, federasyona üye olup olmamak kararını, genel kurulları toplamanın pahalı olacağı iddiası ya da başka nedenlerle aylar sonraya bırakmadan, bir an önce kendi üyelerinin oyuna sunmalı, üyeleri adına kendi başlarına peşin karar vermemelidirler. Çünkü, atılan adım boyutludur, ciddidir, önemlidir, bir derneğe üye olsun ya da olmasın her amatör denizciyi ilgilendirir.
Yukarıda, “Özel Yat Kayıt Belgesi”nden bahsederken klas kurumu söz konusu oldu. İşin bizimle bir ilgisi olmadığını açık ve seçik görebilmek için, üzerinde biraz durmakta yarar olabilir, nasıl olsa bizim gezinin hikâyesi “a be peelvan tefrikası” oldu artık: Ticaret gemileri, sigorta edilebilmek, mürettebat çalıştırmak, yük ve yolcu taşıyabilmek için belli teknik niteliklere sahip olarak üretilmek ve çalıştıkları sürece bu nitelikleri korumak zorundadırlar. Bu teknik nitelikleri gerek bir geminin yapım döneminde gerekse işletildiği süre içinde klas kurumlan takip eder ve belgelendirir. Kitaplar dünyada ilk klas kurumunun İngiltere’de Lloyd adı altında çalışmaya başladığını yazıyor, yıl 1970. Sonradan başka ülkeler de kendi kurumlarını hayata geçirmişler. Örneğin, Bureau Veritas (Fransız), Norske Veritas (Norveç), Germanischer Lloyd (Alman), Rina (İtalyan), ABS (Amerikan), Türk Lloyd’u gibi ve bunlar bağımsız kurumlar. Burada ilginç olan İngiltere’ye has bir isim olan Lloyd’un sadece Almanya ve Türkiye tarafından kullanılmakta olması. Diğer ülkeler kendilerine göre isimlendirmişler de örneğin biz neden kurumun adını “Türk Gemi Kayıt Kurumu” koymamışız?
Bir gemi, bayrağı ne olursa olsun, donatanın seçimi ile herhangi bir kuruma kaydolup klaslanabiliyor. Klaslar da çeşit çeşit, gemiye, taşıyacaklarına ve çalışacağı denizlere göre değişiyor. Klas kurumlarının kuralları genelde birbirine çok yakın ve deniz ticaretini, ticaret gemilerinde çalışanlarla taşınanların can ve mal güvenliğini sağlamaya yönelik uluslararası anlaşmaların giderek sıkılaşan kuralları gereğince, daha da yakınlaşıyor; donatan açısından kurum tercihindeki ana kriter ise, servisin kalitesiyle, ücretler. En son Biskaya Körfezi’nde 70.000 ton petrolle belinden kırılıp denize gömülürken doğayı mahveden tanker acaba hangi kurumda klaslanmıştı? Klaslanmak, bir geminin klas kurumunun kurallarına uygun olduğu anlamını taşıyor. Normal koşullarda, klas kontrolü savsaklanmamış bir geminin başına Biskaya’daki türden bir kazanın gelmesi olasılığı, açık mürettebat hatası veya çatışma olmadığı sürece, çok az olmalıdır. IMO, SOLAS, STCW gibi uluslararası anlaşmalarla dünya, işte bu kazaların olamayacağı yapılara ve uygulamalara varmak istiyor. Yine belirtmekte yarar var, bizim minicik fakat insanlığın en zengin iç alemi diyebileceğimiz amatörlüğümüzün bu anlama ve uygulamalarla ilgisi yok ve olmaması kesinlikle doğal. Nitekim aynı anlaşmaların “istisnalar” bölümlerinde daima “ticaretle uğraşmayan gezi tekneleri hariçtir” söylemi yer almaktadır. Önem vermemiz gereken tek konu insan yaşamını ve elbette çevreyi korumaktır. Onu da yine bizler kendimiz en iyi şekilde saptamak durumunda olmalıyız; özendiğimiz batı dünyasında amatörlük amatörlerce korunuyor.
Lloyd kelimesinin bir anlamı olmalıdır diye düşünürken kitaplardan öğrendim ki, 17’nci asırda Londra’da Edward Lloyd isimli birisine ait kahvehanede gemi sigorta brokerleri (simsar, prodüktör) biraraya gelir, bilgi alıverişinde bulunurlarmış; yani Lloyd’un kahvehanesi o zamanlar bir sigorta merkezi ya da borsası gibiymiş. Lloyd abimiz acaba müşteri bolluğunda “bu kahveler de müessesemizin ikramıdır” diye bir cömertlik gösterisinde bulunur arada sırada bedava kahve dağıtır mıydı?
Lloyd’s adı 1760 yılında İngiltere’de kurulan ilk klas kurumuna da veriliyor. Bağımsız bir kurum olarak Lloyd, gemilerin yapım, bakım, tutum kurallarını saptamaya ve yayımlamaya başlıyor; bir anlamda donatanlara “geminizi benim kurallarıma göre inşa eder, bakar ve tutarsınız sigortalar sizi daha kolay kabul eder” sigortalara da “abiler bu gemi benim kontrolümdedir, durumu iyidir” demeye getiriyor. Bugün Lloyd’s’da dünya ticaret filosunun %40’ı kayıtlı. Kurumun çıkardığı yıllıkta ve aylık eklerinde dünyada bilinen ve 100 gros tondan büyük bütün gemileri bulmak mümkün. Bir gemi acentesinde tanıdığı olanlar meraklarını gidermek ve kurumun örgütlenme boyutunu görmek için, bir kez bu yıllığa baksınlar. Lloyd’s ayrıca 50’den fazla ülke adına o ülke bayraklarını taşıyan gemilerin fribordlarını (yükleme hududu) saptama ve bu gemileri SOLAS kurallarına göre denetleme yetkisine de sahip. (Bizdeki sörvey kurullarının yeni hükümet döneminde neden kaldırılacaklarını anlamak kolaylaşıyor; çünkü dünya çapında tanınmış kurumlar varken, Türk Lloyd’u henüz hariç, donatanı bir de sörvey kuruluna esir etmenin anlamı yok, çifte standart gibi bir şey bu).
Sonraları, 1871 yılında çıkarılan bir kanunla, yine kahvehanenin adına sadık kalınarak, bu kez Lloyd’s sigorta pazarlama kurumu yaşama geçiriliyor. Günümüzde Londra’yı gezen turistlere Lloyd’s’un binası da önemli yerlerden birisi olarak gösterilir. Lloyd’s’un kocamaaan salonunda sigorta şirketleri işleri sendikasyon yolu ile paylaşırken toplanan yıllık primlerin tutarı da 360 milyon İngiliz lirasını aşıyormuş.
Ayrıca “Lloyd’s List” (Londra’nın en eski gazetesi olduğu söyleniyor) isimli bir günlük gazete de çıkıyor. Bu gazete gemi işletmeciliği, acentelik işleri ile uğraşanlara gemilerin bulundukları limanlar, yükler, navlunlar vb. konularda bilgi veriyor. Bu gazeteden başka bir de “Lloyd’s Shipping Index” var ki, o da bir günlük yayın organı ve yaklaşık 16.000 adet ocean-going (okyanus–gider) geminin günlük pozisyonlarını takip ediyor.
Yine düşünmek gerek, neden bizim klas kurumumuz Londra’daki kahvehanenin adını taşıyor da yaptığı işi açıkça belirleyen Türkçe bir adı yok?
Değerli dostlar, bizim bunlarla hiçbir ilgimiz olmadığı açık, başka ülkelerdeki amatörlerin de yok. Amatör olmak özgürlüğümüzün, sahip çıkmamız gereken bir özel değer olduğunu bilmek, her zaman söylemek ve hep birlikte söylemekle aynı kefeye konmaktan kurtulabileceğimizi kabul ediyorsak, ortak adresimiz bellidir; kulübünüzle federasyona gelin, toplanalım, görev alın, haklarımızı koruyun, koruyalım.
Laf lafı açtı, asıl konumuz uzaklara kaçtı; Aralık’ın 5’inde Cabo Verde Adaları’na varmak üzere terk edeceğimiz Kanarya Adaları’nın isminin kökeni hakkında değişik anlatılar var.
Kimine göre, Latin kökenli, isimleri Cranus ve Crana olan bir çift, macera ararken bugünkü Gran Canaria Adası’na ulaşmışlar ve buraya yerleşerek Cranaria adını vermişler. İsim zaman içinde Canaria’ ya dönüşmüş. Bir diğerine göre adalarda yaşayan kanarya kuşu asıl köken.
Bir başkası ise kuşun adının adada yaşadığı için böyle konduğunu ileri sürüyor.
Kimisi de ismin Latince’deki köpek (canus) kelimesine dayandığını, adalara ilk gelenlerin burada anormal büyüklükte köpeklerle karşılaştıklarını söylerken, kimileri ada yerlilerinin köpek eti ile beslendiklerini anlatıyor. Ve nihayet Afrikalı berberilerden Fas’ta yaşayan Canarii aşiretinin ilk kez adaya gelenler olduğu da son varsayım oluyor. Tümüne birden Kanarya Adaları denmesi ise 15’nci asırda İspanyolların buraları ele geçirmesi ile başlıyor.
Mitolojide Azor, Madeira, Kanarya ve Cabo Verde takım adalarından oluşan Makronezya’nın batık Atlantis kıtasının deniz üzerinde kalan dağlarının zirveleri olduğu anlatılmakta. Kanaryalar, volkanik toplam 7 ada ile 8 adacıktan oluşuyor ve 28 ile 29’uncu kuzey boylamları arasında yer alıyorlar. İspanya’nın 3718 metre ile en yüksek dağı olan Teide aynı zamanda adalardan en büyüğü olan Tenerife’de bulunuyor.
EMYR ve KAYRA’larda hep birlikte arkadaş olduğumuz, Türkiye ve Türk dostları, Barbarossa, Deloa, Jan Himp, Jubilado, Tunnix yatlarının mürettebatı Angie/Fritz, Mathilde/Erhard, Gisela/Gerd, Herta/Walter, Gisela/Hans Alman çiftleri, bizlere “güle güle” demek üzere bir hafta için uçakla Tenerife’e gelmiş Doreen ve Archie ile buluşmuşlardı. Benim adaya dönüşümü beklerken çıktıkları Teide’ nin tepesinde KAYRA bayrağı altında topluca çektirdikleri alttaki fotoğrafla Karadeniz’imizi de buralarda temsil ettiler.
İstanbul’dan 28 Kasım Perşembe saat 16:00’ya doğru Ayda ve Murat’ın (esmer) havaalanında pasaport kontrol gişesine kadar teşyileri ile başlayan ve 13 saati aşan bir yolculuktan sonra Türkiye saati ile sabah 04:15’te ulaştığım Tenerife havaalanında Dorchie’yi (Doreen ve Archie kısaltılmışını böyle yazıyoruz) karşımda görünce çok sevindim. İstanbul’dan iki arkadaşım gönderdi, başka ikisi burada karşıladı, keyfe bak! Bunlar basit arkadaşlıklar değil, daha da ötesi, kaç yıl oldu, millerce, binmillerce yol ve aylarca kader paylaştık, daha da paylaşacağız. Resmi dilde bizlere uydurukça bir de “amatör gemi adamı” unvanını yakıştırmışlar, kel alaka yani. Tekneye ulaşmamız bir saat aldı ve bir saatlik yarenlikten sonra da nihayet uyumak aklımıza geldi de yattık. Sabah son bir ay içinde yapılan hazırlıkları gözden geçirdik. Kalan ufak tefeği de önümüzdeki günlerde bitireceğiz. Dipfrizimiz gelmiş, çalışıyor; Archie pasarellanın üstündeki kaygan malzemeyi kaymaz güverte kaplaması lastikle değiştirmiş, dimdik de olsa artık kaymadan inip binmek mümkün. Çift mazot filtresi gelmiş, ustaya teslim edilmiş, eli kulağında, takılacak. Bordadaki ufak tefek çiziklere rötuş yapılmış, sancak baş omuzlukta güverte hattına yakın yükseklikte ve ilk kat kaplamaya kadar işlemiş 15 santim boyunda bir yara, -dalgalar arasında seyrederken sert bir cisme dokunmuş olacağız-, epoksi ile doldurulup boyanmış; efendi kaptan Ahmet her tarafı pırıl pırıl yapmış. Mat galiba benden çok onun çocuğu gibi bir şey artık. Kumanyanın büyük bir kısmı alınmış ve yerleştirilmiş, “ne nerede” listesini artık kompüterde tutuyoruz, vs. vs.
Bu arada başka şeyler de olmuş; limana bir sürü yat gelmiş ve gitmiş, bir ara Mat’ın iki yanına iki büyük yat bağlanmış, birisi 38 metre boyunda bir Jongert, diğeri de 43,50 metrelik Juliette. Bu Juliette ilginç bir tekne, sahibi galiba Amerikalı, teknik olarak ne mümkünse yapmışlar. Örneğin; ana direğin ön yüzünde hidrolik alçalıp yükselen bir çanaklık var, sahibi dilediği zaman binip birinci gurcata hizasına kadar çıkıyor ve tekneyi joystiklerle oradan kullanıyor. Tekne yapılırken sahibi tam kapalı devre havalandırma istemiş ancak havanın deniz yüzeyine yakın seviyeden emilip tuz zerrecikleri taşır halde içeri basılmasını kabullenmeyeceğini belirtince proje, havayı ana direk içinden, yaklaşık 50 metreden emmek üzere değiştirilmiş. Direklerin dış yüzeyi tuzlanırsa otomatik olarak tepeden aşağı yıkanmasını istemiş, tersane onu da yapmış. Yapıldığı yer Hollanda, dünyanın en iddialı yat tersanelerinden birisi olan “Royal Huismann”. Ron Holland dizaynı olan yat sahibi Hollandalılarla ilk konuştuğunda “Benim bir rüyam var, sizlerin kabusu olacak” diyerek sözlerine başlamış. Tersanecilerin verdiği cevap ise “Merak etme, sen rüya görmesini becerebilirsen, biz onu gerçeğe çeviririz” olmuş. Sonunda yat denize inince tanıtımı için kocaman bir kitap basıldı, bir örneği bizim kulübün kütüphanesinde var. Juliette’in mizana direği Mat‘ın 26,80 metrelik ana direğinden uzun. Tekne içinde galiba 15 kilometre uzunluğunda kablo döşenmiş. Elbette kıskanılacak bir şey değil ama denizin zenginliklerini olanakları ile yaşayan bütün bu insanlar, onlara hizmet sunan tersaneler de bilmediğimiz bir başka boyutu anlatıyor gibi. Ve bu kocaman teknenin şaft kovanından sızan suyu kesemedikleri için karaya(!) aldılar. Bu boy tekneleri yaptıranlar, genelde kendileri yılda belli bir süre gezdikten sonra kiraya verip giderlerinin bir kısmını karşılamaya bakıyorlar; başka bir alemde yaşıyorlar.
Limanda 3 adet kabasorta arma (tallship) gemi var. Birisi, İngiliz, birisi Norveç, diğeri de galiba Polonya bayraklı. Her akşam direklerini tepeden aşağı aydınlatıyorlar, nefis bir görüntü sergileniyor. Vaktimiz kalır, kabul de ederlerse içlerini gezmek istiyoruz, asırlar boyunca bu denizlerin asıl sahipleri bu gemiler olmuş.
Ayın 4’ünde Nesrin ve Kemal Ayata aramıza katılacaklar ve 5’inde de yola çıkacağız. Cabo Verde Adaları 845 Dm güneyimizde, Senegal’in açığında yer alıyorlar.
Cabo Verde-Barbados arası ile 2000 Dm, tek seferde en uzun seyrimiz olacak. Kimilerine çocuk oyuncağı gibi gelen bir yolculuk, bizler için, hele bir de ilk olunca ve belki henüz kanıksamadığımız içindir, olabildiğince kapsamlı bir planlamayla başlıyor. Böyle davranmış olmamızın zararını görmedik. Denizin şaka kaldırmadığını, laubalilikten anlamadığını, saygı beklediğini, başka türlü de sevilemeyeceğini biliyoruz.
Son bir ay içinde Kanaryalardan dört ralli yola çıktı.
Birisi sadece 25 yatlık, 6 ay sürecek, önce Senegal’e gidilip orada bir nehre girecekler, çıkılacak, Cabo Verde Adaları’na geçilecek, kalkılacak karşıya geçip Amazon Nehri’ne girilecek ve nehirde 1000 mil yol alınıp Manaus kentine varılacak, dönülüp yeniden Atlantik’e çıkıldıktan sonra bu kez Fransız Guyanı’na gidilecek, oradan sonra da Karayip’te bir yerde iş bitecek. “Yıl 1985 idi galiba, iki aileden oluşan 9 kişilik grubumuzla biz de Fort Lauderdale’den Amazon üzerindeki Manaus kentine, İstanbul’da iyi bilinen Yunan Bayraklı Stella Solaris gemisiyle gitmiş ve oradan da uçakla dönmüştük. Amazon üzerindeki 1000 Dm seyrimiz, akıllarımızdan çıkmaz hiç”.
Diğeri ARC (Atlantic Rally for Cruisers), ayın 24’ünde 250 yat Gran Canaria’dan yola çıktı, Karayip’in St. Lucia Adası’nda bitecek; bir başkası 150 yatlık, şimdilerde yarı yolu geçmiş olmalı, Kanaryalardan Antigua’ya gidiyor adı Blue Water Rally, esasında dünya çevresindeki bir rallinin bir ayağı; aynı isimde yine 150 yatlık bir başkası, sanırım Guadeloupe Adası’na gidiyor.
Ayrıca bizim gibi tek başına gidenler de var, herhalde onların da sayısı 100’den fazladır. Bu mevsimde, Aralık-Mayıs ayları arasında Atlantik’in suları cıvıl cıvıl yat dolu ama kimse birbirini görmüyor. Yaklaşık 2 ila 5 milden sonra ufuk başlıyor ve de dünya yuvarlak. Bu kadar yat, bu kadar insan, çoluk, çocuk denizlerde cirit atıyorlar. Eminim çoğunun ehliyeti bile yok ve onlara kendi ülkelerinde hiçbir resmi makam, zengin oyuncaklarına binmiş orada burada gezinen çocuk kafalılar diyerek, belden aşağı vurmuyor. Kimse binlerce dolarlık teçhizat almaya zorlayıp, almazlarsa yola çıkamaz hale getirmiyor. Hiç kimse hobi sahibi olmak gibi doğalın da doğalı bir insanlık hakkını, kendi kafasına göre yorumlarla yok saymak için, kural sandığı dayatmalar uydurmaya yeltenmiyor, yeltenemiyor.
Bu arada Tenerife’e ilk geldiğimiz akşam dinlediğimiz konserin ne olduğunu siyah Madonna’nın da kim olduğunu daha iyi öğrendik, anlaşılan iyi işlemişiz! Siyah Madonna birkaç yüz yıllık bir heykel, Meryem Ana’mızın bir siyahi versiyonu, burada ilk yaşayanların rengine uymuş. Heykel bulunduğu köyden 50 yılda bir kez şehre taşınır ve dini törenlere katılırmış. Dinlediğimiz orkestra ve koro ise Madrid operasının sanatçılarından oluşuyormuş. Siyah Madonna’nın Tenerife’de tatilde bulunduğu ve sanatçı olarak konsere katıldığı lafları ise palavradan başka bir şey değil. Marina resepsiyonunda biri bizleri işletti ama kim hâlâ bilmiyoruz; belki de kimsenin kabahati yok, lisana dilimiz dönmeyince anlaşamadık.
Liman boşalmaya başladı, gelenler de artık çok kalmadan yine yola çıkıyorlar. Üç gün önce Amerikan bayraklı 25 metre boylarında bir Hatteras motoryat geldi, tepesinde biri büyük dördü küçük (Satcom) uydu haberleşme anteni, sekiz adet kamçı anten, üç radar taşıyordu. Bir yakıt tankeri geldi, kaç litre yakıt aldı bilmiyoruz ama ekonomik sürati olan 8 notla 4500 Dm gidebiliyormuş. Yakıtı alınca façası iyice suya gömüldü. Kalktı dünya turundaki son etabını tamamlamak üzere Karayip’e oradan da Florida’ya gitti; turunu bir yılda tamamlıyormuş; böylesi de var, 10-12 günde karşıya varır artık.
Archie başlı başına bir atölye gibi; preventerlere (önleyici donanım), pupa çarmıh ön gergilerine, bumbaların alt baskılarına ait bütün kıstırmaları, kendi elleriyle havuzluğun iki dış yanına yerlerini kesip açarak, monte etti, kimseyi de işine karıştırmıyor. Dipfrizin altına da suntadan bir tabla hazırladı, hem palpada kaymayacak hem de harita masasında çalışırken oturmak için kullanacağız.
Beklenen gün geldi, Archie ve ben kiralık bir arabayla gece saat 24:00’de yola çıkıp havaalanına gittik, Nesrinle Kemal’i getiren uçak da bizi bekletmedi ve zamanında indi, buluştuk, sevindik, mutlu olduk. Sabah, ben hariç hepsi birlikte pazara gidip son taze meyve ve sebzelerimizi aldılar. Meyveleri filemize yerleştirdik. Marinayla hesabımızı kestik, ayın 5’inde sabah 09:00’dan sonra hareket edeceğimizi bildirdik. Dorchie pasaportlarla birlikte çıkış işlemleri için polise gitti. Görevli bizim pasaportlardaki Şengen vizelerini iyice incelediği için damgalaması 5-6 dakika sürmüş, yola çıkmaya hazırız artık, nöbet çizelgemiz de hazır, ilk iki gün Nesrin ve Kemal’in 12 saatlik uçak yolculuklarının yorgunluğunu üzerlerinden atmaları için nöbet tutmaları gönüllerince olacak, sonra nöbetleri ikişer kişi tutacağız, böylelikle dinlenme sürelerimiz nöbetimizin iki katına çıkacak.
Sabah kahvaltıda güvenlik kurallarımızı tekrar gözden geçirdik;
Nöbette olanlar ayakkabısız dolaşmayacaklar,
Birimizin güverteye çıkması gerekirse; havuzlukta kesinlikle başka birimiz daha bulunacak,
Hava karardıktan sonra can yeleği takmadan havuzluktan çıkılamayacak,
Güvertede çalışırken kesinlikle can –emniyet- kemerleri takılacak,
Denize insan düşerse (adam demiyoruz artık) ilk gören haykıracak ve gözlerini denizdeki arkadaşından ayırmayacak. Saat 09:00’da palamarlarımızı toplamaya başladık, akşamdan botu mataforaya, usturmaçalarımızı da yerlerine almıştık, kıçımızı tek halata bıraktık, çıması pontonda bağlı tonozumuzu denize attık, pasarellamızı topladık, güverteyi neta ettik, kıç halatı slipte kaydırıp vira demir kalktık, liman ağzına yol verdik. Hava 3 kuvvetinde KD’den hafif soluğan var.
Bir saat kadar motorla gittikten sonra önce cenova + camadanlı ana yelkenle seyrettik. Akşama doğruydu adanın kuytusundan biraz çıkınca da rotamıza girdik, 215°’ye gideceğiz; ikiz yelkenler olarak da yarım sarılı cenova ile İstanbul’da Kaya’nın fıstık gibi kestiği eski bir cenovamızı kullanacağız. Gönderleri donattık, Şerife’yi ayarladık ve başladık ufak yalpalarla 5-6 notla yürümeye. Gök kapalı, hava serin, güneş batıyor, akşam yemeğimiz tavuk, yeşil fasulye, patates, daha ne olsun?
Sabah rüzgâr iyice kaldı, gerçi bir programımız yok ama yine de yürümek lazım, motora döndük. Düşük süratimizle ilk 24 saatte 107 Dm gidebilmişiz. Günler günleri takibe başladı bile. Rüzgâr genelde 2 belki arada sırada 3 kuvvetinde esiyor, daha güneyde asıl alizeleri (trade winds – ticaret rüzgârları) bulacağımızı umuyoruz. Gerçi alizelerin içindeyiz ama, bu yıl herhalde güneyde doğru dürüst esiyorlar. Yola çıkmadan önce temas kurduğumuz MetWorks danışma istasyonu Barbados’a kadar 3-4 sonraları 4-5 kuvvetinde rüzgârımız olacağını söylemişti, göreceğiz.
CAPE VERDE (CABO VERDE) ADALARI…
Gitmekte olduğumuz Cabo Verde veya Cape Verde Adaları (Yeşil Burun Adaları) Senegal’in 400’den fazla Dm batısında yer alıyor ve toplam 10 ada, 5 adacık ile birtakım kayalardan oluşuyor. Hepsi volkanik. Barbados yolumuza daha kolay başlayabilmek için Sao Vicente Adası’nın Mindelo limanına gidiyoruz. Mindelo limanının ağzı kuzeye bakıyor. Burası bir kraterden oluşmuş, kraterin kuzey yanağı bir patlamayla olduğu gibi denize yıkılınca liman oluşmuş. Tam kapı karşıda bir ada var adı Sao Antao; bu ada da Mindelo limanının önünde kuzey rüzgârlarına ve denizlerine karşı bir mendirek gibi duruyor.
Yeşil Burun Adaları’nın tarihi hüzün dolu. Belki bundan sonrası için yeniden ümitlenmeleri olanağı doğacak, o da turizmin gelişmesine bağlı. Buraları ilk görenlerin Finikeliler olduğu anlatılıyor. M.Ö. 445 yılında Finikeli kaptan Hanno, Cadiz’den başladığı yolculuğunda, buralardan gerçekten batıda bir takım-adalar ve bir yanardağ gördüğünü anlatırmış; o zaman kendisi bu adalara Hesperias adını vermiş, ne demekse? Hanno’nun gördüğü yanardağın bugünkü Fogo olduğu sanılıyor. Afrikalı kavimler de deniz-gider kanoları ile buralara gelmişler, ancak hiçbir iz bırakmadan dönmüşler. Zaman içinde 15’inci asra varılıp, gemilere rüzgâra karşı yürüme olanağı sağlayan arma icat edilince adaların da yolu açılmış ve buraya ilk gelenler Portekiz’liler olmuş -denizci millet nasıl olunuyor acaba?-. Bu arada adaları ilk bulanın Venedikli Cadamosto’nun olduğu da söyleniyor. Adalar sonuçta 1455 ile 1461 yılları arasında Portekizli Gomes ile Cenovalı Noli tarafından tamamen keşfedilmişler. Adalara ilk yerleşenler Portekizliler. O zamanlar Lizbon bunların stratejik önemleri olduğunu görmüş. Önce adalara keçiler getirilmiş. Bundan sonraki dönemde ise adalar 300 yıl boyunca Avrupalıların Kuzey ve Güney Amerika kıtalarına sürecek olan göçlerinde esir deposu ve esir pazarı görevini üstlenmişler. Afrika’dan çalınıp kaçırılan esirler buraya getirilir, pamuk tarlalarında çalıştırılırmış. Daha sonra özellikle Güney Amerika’ya giden İspanyol ve Portekiz gemileri adaları ikmal yeri olarak seçmişler. Onyedinci asırda– yavaş yavaş İngilizler, Fransızlar ve Hollandalılar özellikle Kuzey Amerika’da yeni yerleşim yerleri keşfetmeye çıkmakla Atlantik’te varlık göstermeye başlayınca esir gereksinimleri de artmış ve adalara ilgi duymaya başlamışlar. Zamanla, 1700’lerin sonuna doğru esir ticareti sonuna yaklaşınca bu kez Kuzey ve Güney Amerikalılar, Afrika ve Avrupa arasında gelişen ticaret yolları bu adalardan geçmeye devam etmiş.
Gitmekte olduğumuz Sao Vicente Adası 18’inci asır sonundan önce kimselerin fazla ilgisini çekmezmiş. Ancak limanın güvenli doğal yapısı, buhar makinesinin icadı ve gemilere takılmaya başlamasıyla, işler değişmiş, İngiltere bu adada 19’uncu asır başlarında ilk kez bir konsolosluk açmış. Kısa zaman sonra da John Lewis isimli bir İngiliz girişimci adayı kömür deposu olarak kullanmaya, Atlantik’i geçen gemilere Mindelo limanından kömür satmaya başlamış; kömürü İngiltere’den Cardiff’ten getirir, burada depolarmış. Limanda devamlı olarak 34.000 ton kömür depoda dururmuş ve bunun 5.000 tonu da şatlar üzerinde hazır beklermiş. Ayrıca yine gemilere satmak üzere Sao Antao Adası’ndan getirdiği suyu depolamak üzere bir de 100.000 galonluk su deposu inşa etmiş. Trafiğin en canlı döneminde yılda binlerce gemi ikmal için adada duraklar, Port Said, Malta ve Singapur’dan sonra Mindelo dünyanın en büyük 4’üncü kömür ikmal merkezi olurken aynı zamanda kaçakçıların, fuhşun ve dilencilerin de yeri olmaya başlamış.
Asrın ortasında, 1850’de İngiliz Posta İdaresi, 1875 yılında ilk döşenen Atlantik sualtı kablosu nedeniyle Western Telegraph şirketi adada yerlerini almışlar. Zamanın akışı içinde 1869 yılında Süveyş Kanalı açılıp Akdeniz’le Kızıldeniz birleşince, teknolojideki ilerlemelerle telefon ve telgraf bağlantıları otomatikleşince adanın önemi azalmaya başlamış, Western Telegraph adadaki işletmesini kapatıp geri dönmüş. Diğer taraftan gemiler yanlarında daha çok kömür taşır şekilde inşa edilmeye de başlayınca kömür ikmal gereği ortadan kalkmış ve ada, diğer adalar da iyice gözden çıkarılmışlar. O günden günümüze adalardan çıkarı olanlar yararlanmışlar. Koşullar değişince herkes onlara sırtını dönüp kendi işine bakmış. Aradaki bir Marksist yönetim denemesi de ortalığı iyice karartmış. Şimdi artık adalardaki yerli halkın sayısı dışarı göç etmişlerden daha az. Dışarıdakiler yardım gönderiyorlar, ABD ve kimi AB ülkeleri yardım ediyor. Avrupa ülkelerinden kimileri adaları kardeş ülke gibi kabul edip, kimine havaalanı, kimine okul, kimine hastane hediye etmişler. Son umutlar ise gelip turizmin gelişmesine dayanıp kalmış. Şu anda Sal Adası en çok turistik altyapıya ve sörf, rüzgâr sörfü, sualtı dalış sporlarına en uygun özelliklere sahip olanı.
Yol boyunca Kemal her gün birkaç kez Ataköy Marina’daki arkadaşlarla SSB ile temas kurmayı denedi, kimi gün başarılıydı da. Hepsi büyük bir sadakatle anlaştıkları saatte telsiz başına geçiyorlar ve vaveyla başlıyor. “Bizde havalar iyi oralarda nasıl?” muhabbeti ile İstanbul’da kar yağdığını onlardan öğrendik. Akşamları gün batarken sosyal saatimizde hepimiz havuzlukta toplanıp bir iki kadeh atıştırıyoruz.
Sevgili Sadun Boro’nun isteğini yerine getirip bir akşam da hem onun sıhhatine hem de Neptün için bir kadeh rakıyı denize gönderdik. Balık tutma denemelerimiz şimdiye kadar tamamen başarısız geçti, olta sürüklüyoruz ama, balık nanay. Nesrin sık sık gidip oltayı ayarlıyor, fakat nafile. Ümitlerimizi asıl büyük geçişe bağladık. Saltana sallana, sessiz sedasız, huzur içinde yolculuğumuz devam ediyor.
Bugün ayın 11’i; sabah saat UTC 03:00’da Mindelo limanının ortasına demirimizi koyuverdik ve Tenerife’den buraya doğru rota ile 845 Dm olan yolumuzu 867,5 Dm olarak 137 saatte tamamladık; ortalama seyir süratimiz 6,33 not olmuş. Bunun 53 saatini motor, 84 saatini yelkenle gitmişiz; ortalama yalpa periyodumuz dakikada 10 adet. Sadece yelkenle seyrimizin ortalama sürati 5,27 not. Bu yıl ticaret rüzgârları hâlâ 5 kuvvetinde esmiyor. Bu nedenle de bundan sonraki pasajımızın süresini daha uzun öngörmemiz gerekecek. İkiz yelkenlerimizle 2-3 kuvvetinde havada hayli yavaş seyrediyoruz, elimizde başka yelken de yok, umuyoruz şöyle 5’in üzerinde bir havamız olur diye. Bakalım Nesrin ve Kemal Barbados’tan ayın 28’indeki dönüş uçuşlarına yetişebilecekler mi? Nitekim söylentilere göre ARC’a katılanlar, -gerçi biraz erken yola çıktılar- rüzgâr yokluğu nedeniyle hayli motor çalıştırmak zorunda kalınca, buralara kadar inip hem yakıt almışlar hem de rüzgâr aramışlar. Halimiz nice olacak acaba? Ticaret rüzgârlarında seyrin yalpasına alışmak gerekiyor, alışınca da iş bitiyor. Limanda dümdüz durmak şimdi biraz garibimize gider oldu.
Sabah saat 08:00’de takma motorlu bir kayıkla bir genç geldi, kimlik kartı göstererek, kendisinin liman tarafından kabul edilmiş bir görevli olduğunu, kaldığımız süre içinde bütün ihtiyaçlarımızı karşılamak üzere bize yardımcı olacağını söyledi ve bir saat sonra tekrar gelmek üzere ayrıldı, adı Arsenio. Önce kahvaltımızı ettik sonra da açıktaki demir yerimizi değiştirdik. Saat 09:00’u biraz geçe Arsenio geldi ve giriş işlemleri için rıhtıma yanaşmamız gerektiğini söyledi. Kalktık ve gösterdiği yere yanaştık, yakıt alacağımızı da söyledik. Archie ve Kemal işlemler için gittiler. Her şey büyük bir kibarlık ve yakınlık gösterisi ile çabucak tamamlanmış, döndüler. Shell’in bir kamyoneti geldi, arkasında taşıdığı ve üzerinde sayaç bulunan kocaman bir filtreyi yerdeki bir kapağın altında bulunan vanaya bağladı, başladık yakıt almaya, litresi 35 Dolar Cent. Büyük silindirik depo karada, 2 kilometre içeride, yüksekçe bir yerde duruyor. Yakıt oradan yeraltı boruları ile rıhtımın değişik yerlerine kadar gravite ile geliyor ve oradan da teknelere veriliyor. Alınan yakıtın teknik özelliklerini taşıyan bir raporu da faturaya ekliyorlar.
Arsenio’nun yanında da yalınayak dolaşan bir arkadaşı vardı, ayaklarının taban derisi kat kat asfalt yapıştırma yöntemi ile herhalde 10 mm. kalınlığa ulaşmış. Yakıt alırken efendi kaptan Ahmet’ten eski ayakkabı istemiş, hiç ayakkabısı yokmuş. O da partallaşan bir çiftini çıkardı verdi. Adam ayakkabıları hiç düşünmeden o ayaklara geçirdi ve son derece mutlu oldu. Akşama belki yatağa onlarla girer, o tabanlarla çıkarsa da çıkarmasa da fark etmez diye düşündüm. Çevreden görenler kendisini tebrik ettiler bize de onun adına teşekkür ettiler. Birkaç saat sonra baktık adamın ayağında başka ayakkabılar, akşama da mokasenler, ayaklar aynı, hiç yıkanmamış.
İskele jeneratörümüzün alternatör gergi demiri kırılmıştı, Arsenio’ ya yenisini yaptırması için verdik, 3 saat sonra getirdi, cuk yerine oturdu. Rıhtımda yakıt alırken gözlerimiz mendirek duvarlarında Türkçe isimler aradı, kocaman harflerle yazılmış Trabzon’u, iki satır altında da Beşiktaş’ı bulduk, kimin yazdığına dair ipucu yok. Ataköy Marina Teknik Müdürü Aslan Fuat, bak senin Beşiktaş nerelerde geziyor.
Adalarda ıstakoz ve balık bol. Öğlen, bir Fransız’ın işlettiği lokantada karışık deniz mahsulleri sote, ahtapot sote, kalamar sote ve keçi sote yedik. Herkes yediğinden çok memnundu. Sabah balıkçılar balığı rıhtıma döküyorlar, herkes istediğini alıyor, mezat yok. Doreen bir Fransız’la tanıştı, adam yılın 5 ayını (kış aylarını) karşımızdaki adada bulunan evinde geçiriyor, yazın ise Fransa’ya dönüyormuş. Memnuniyetini anlata anlata bitirememiş, adalar anlaşılan tam sakin yaşanıp kafa dinleyecek yerler. Lizbon’dan adalara düzenli uçak seferleri var, ayrıca Tenerife’den haftada bir yolcu gemisi geliyor. Dakar üzerinden dünya ile bir ikinci bağlantı da var. Adalar arasında da uçak ve feribot seferleri var. Tatil için gidecek yer bulamayanlar, kalabalıktan sıkılanlar, doğa ile yakın yaşamak isteyenler, belki de bir de buraları denemeliler.
İnsan kıyıya çıkıp dolaştıkça ümitsizlikle ümidi bir arada görüyor, yaşamak için turizm gerçekten buraların tek çıkar yolu. Doğa vahşi ve güzel, deniz mahsulleri güzel, hava hep güzel, yağmur arada sırada var, geçmişte 8 yıllık süren bir kuraklık da yaşanmış. Özellikle bu adanın Cape Verde karakterinden çok şey kaybettiğini, artan gemi trafiği ile adada kriminalitenin ve fuhşun arttığını, Afrika’dan hayat kadınları geldiğini -ne biçim laftır bu hayat kadını? Bari yaşam kadını dense de bir anlamı olsa. Gerçi her ikisi de insanlık onuruna aykırı sözler ya…- AIDS hastalığının yaygın hale geldiğini bir Alman dergisinde okumuştum; gerçek mi acaba? İlk bakışta öyle ortalıkta dolaşan çekici görünümlü hanımlara pek rastlayamadık ama kitapta yazılanlara bakılırsa adanın bir de gece hayatı varmış, bir dahaki sefere (!) belki görürüz dedik. Söylenenleri ve yazılanları kulağımızın arkasına attık.
Öğleden sonraydı çarşıda gezerken Tamek domates salçası, Ülker ve Bifa bisküvileri, Duru sabunları satıldığını gördük. Çamaşırlarımızı yıkanmaya verdik, akşamüstü de naylonlarla sarılmış olarak aldık. Turizm böyle hizmetlerin artmasıyla gelişiyor. Nesrin çarşıda bir satıcı ile pazarlığı uzatınca, adam önce “Sen Mısır’dan mı geliyorsun?” demiş, aldığı “Hayır” cevabı üzerine de parmağını sallayarak “Sen Türkiye’den geliyorsun” demiş, şanımız yürüsün. Burada bizim GSM’ler çalışmıyor, mevcut sistem Turkcell ve Telsim’i tanımıyor. Pahalı da olsa en güvenli iletişim olanağını Satcom (uydu telefonu) sağlıyor.
Adaların kendine özgü müziği de varmış, kendimize ve dostlarımıza, özellikle siparişi olan sevgili Banu’ya iki CD alırız artık herhalde. Akşam adanın en tanınmış lokantası “Pico Bau”ya balık yemeğe gittik. Lokanta tek oda bir yer, balık köftesi ile ufak iki böcek, bütün yemek bu, eh işte idare eder. Yarın bir kamyonetin arkasında açıkta oturarak, -bizim ülkemizde yasak olan tehlikeli bir yöntem- ada turu yapacağız, plajları göreceğiz, akşamüstüne doğru da vira demir Barbados’a kalkıyoruz; tek parça en uzun seyrimiz başlıyor, 2000 Dm.
Seyirde yazmak zor olursa, artık gelecek yıla görüşürüz değerli dostlar, yeni yılınız şimdiden kutlu olsun, bütün dilekleriniz yerine gelsin, yüzünüz hep gülsün; ne güzel olurdu hep birlikte seyredip, basit de olsa yaşadıklarımızı paylaşabilseydik.
Uzun yolculuğun beşinci etabı 14 gün süren bu seyirde 2087 mil yol kat edip, ortalama 6,5 mil sürat yaptık. Cape Verde’lerin mola verdiğimiz Sao Vicente Adası’nın Mindelo limanına dün sabaha karşıydı geldik, bugün akşamüstü kalkacağız. Açık kasa bir kamyonet tuttuk, karşılıklı iki sıraya yerleştik, adayı gezeceğiz. Önce Monte Verde Dağı’na çıkıp manzarayı seyredeceğiz. Yol, parke benzeri hayli düzgün ufak taş döşenmiş ama çukursuz değil. Şoför yine de son derece dikkatli, her çukuru yavaş geçiyor, başladık tırmanmaya. Tepeye yaklaştıkça yolun güzergâhı da yabanileşip sarplaşmaya başladı. Bir tarafımız dimdik kayalar, diğer tarafımız uçurum, yükseldikçe yükseliyoruz. Bir kayanın etrafını döndükten sonra birden önümüzde ufuk genişledi ve doğuya, denize, yakındaki birkaç adaya, dün geldiğimiz yöne çok geniş bir açıdan bakar olduk ama hâlâ tırmanıyoruz. Adanın bu yüzünde, özellikle bulutların getirdiği nemle biraz yeşillik ve tarlalar var. Tepede askerlerin koruduğu bir telsiz istasyonu var. Bir sürü direk ve kocaman parabolik antenler döşenmiş, kiminle ne konuşup neyi kolluyorlar belli değil, birileri ile problemleri mi var acaba? Sivil dünya ile bağlantı şehirdeki postane binasının bahçesine kurulu ve uyduya bakan büyük bir parabolik antenle zaten sağlanıyor. Bu asker işi istasyon ne içindir ki? Yine de nöbetçiler daha güzel fotoğraf çekebilmek için istasyonun yan bahçesine girmemize izin verdiler, üniformaları pek tuhaftı; hâkî pantalon, atlet ya da tişört, ayaklarda plastik sandalet, öylesine bir kıyafet işte. Sadece bir astsubayın üzerinde kısa kollu gömlek gördüm. İnsanın içecek ayranı olmadığı zaman davranışlarına çok dikkat etmesi gerekiyor; besbelli bu adaları gerçekten sadece turizm yaşatabilir.
Anlatılanlara göre içlerinde en gelişmiş ada olan Sal’da bildiğimiz uluslararası otellerden birkaç tane varmış. Denizi, rüzgâr sörfüne çok uygunmuş. İnsanları zaten çok candan davranıyorlar. Adalar arasında devamlı uçak ve feribot seferleri var. Kendilerine özgü bir müzikleri de var, iş kalmış turist sayısının artmasına. Denizci gezginler için Atlantik’i karşıya geçmeden, sadece bu adalar ve karşıdaki Senegal tek başına bir gezi alanı olabilir, görmeyi istemek gerek. Bu geziye Senegal, Dakar şehri ile Saloum Nehri’ni katmadığıma şimdi gerçekten pişmanım; kısmetse bir dahaki sefere artık, diyecek başka şey yok.
Bugün 12 Aralık 2002. Saat 18:00’de Mindelo limanından ayrıldık. Rüzgâr yok, deniz palpa liman, motorla iki ada arasına kadar yükseldik, bu rüzgârsızlık herhalde fazla sürmez. Bizden önce yola çıkan Fransız bayraklı bir yat kanalda motorla çok yavaş ilerlemekte. Arkamızdan da boyu 25 metreden fazla olmalı, Hollanda bayraklı büyük bir Swan geliyor ve boşa yelken basıyor, Kanaryalardan geldiğini sandığımız iki başka yat da limana girmekte.
Kanalda batıya doğru seyrettikçe karşımızdaki Sao Antao Adası’nın KB’sinden bir rüzgâr almaya başladık, motoru durdurduk, cenova ve ana yelkenimizi bastık, 6,5 not süratle seyretmeye başladık. Sabahın saat 04:00’ünde rüzgâr birden kesildi ve kendimizi yine palpa liman bir denizde bulduk. Hiç beklenmedik bir hava durumu. Bu kez adaların arasındaki kanaldan çıktıktan sonra KB rotasında yükselmeye başlayan diğer iki yata karşılık kaba taslak bir GB rota üzerinde motorla seyre geçtik. Onlar herhalde Barbados’a değil, daha kuzeydeki adalara gidiyorlar.
Daha önce, MetWorks’un faksla gönderdiği hava tahmin raporunda, geniş bir alanın yüksek basınç etkisinde olacağı, ticaret rüzgârlarını yakalamak için ise 13° kuzey 30° batı mevkiine ulaşmamızın doğru olacağı yazıyordu. Öneriye uyduk ve 231° üzerine 360 mil uzunluğunda yeni bir rotaya girdik. Bu sapma ile Barbados Adası’na olan yolumuz 2016’dan 2120 Dm’ne yükseldi, yapacak bir şey yok ya rüzgârı arayacağız ya da denizin ortasında durup boş kova gibi sallanarak esmesini bekleyeceğiz. EMYR ’98’de arkadaş olduğum bir Fransız Amel Super Maramu tipi teknesi ile Cape Verde’den Barbados’a cenova ve cenakerini bumba destekli ikiz yelken gibi kullanarak 7,5 not ortalama süratle 11,5 günde varmıştı, bakalım biz ne yapacağız?
Ticaret rüzgârları genelde Cebel-i Tarık yakını enlemlerden başlayıp güneye, Kanarya Adaları’na ve oradan da geniş bir dal halinde batıya yönelip Ekvator’a paralel yıl boyunca devamlı esen rüzgârlara verilen isim. Cape Verde Adaları da bu geniş bandın içinde kalıyor. Bir anlatıma göre bu rüzgârlara “Ticaret Rüzgârları” denmesinin nedeni vaktiyle yelkenli gemilerin ticari malları taşırken bu rüzgârlardan yararlanmış olmalarına bağlı. Kristof Kolomb dahi ilk geçişinde bu rüzgârlardan yararlanmış. Yelkenli gemilerin dönüş yolunda kuzey Atlantik’te yararlandıkları rüzgârlara ise aynı isim verilmemiş. Ticaret rüzgârları ifadesi İngilizce’de dahi bir süre yanlışlıkla kullanılmış ve biz de herhalde aynı yanlışı tercüme ederek kullanır olmuşuz (Bakınız: Oxford English Dictionary). Ticaret olarak tercüme ettiğimiz Trade kelimesi bu bağlamda Latince ‘deki Trado=yön kelimesinden kökleniyor; ifade edilmek istenen de devamlı aynı yönde esen rüzgâr. Fransızca’da aynı rüzgârlara Alizeler deniyor ve biz de okullarda böyle öğrendik. Her neyse anlam yanlış da olsa biz yine Ticaret Rüzgârları demeye devam edelim. Yok mu yani günlük lisanımızda ya dilimiz dönmediği ya da anlamını çıkaramadığımız için yarım yamalak kullandığımız bir sürü kelime, örneğin;
Seydi valf = safety valve
Şartel = şalter
Faryap = fire up
Tornayt = turn ahead
Tornistan = turn astern
Kinistin vanası = kingston valve
Şanzuman = şanjman (Sevgili Mesut Baran, benim şanjmanımı bir daha şanzuman diye değiştirme lütfen).
Her zaman olduğu gibi bu seyrimizde de Ataköy Marina’dan arkadaşımız, Murat, Alpaslan, İnanç hava ile ilgili edindikleri bilgileri hep birlikte, Kemal’e SSB ile ya da uydu telefonundan sözle veya faksla, aktarıyorlar, bizleri yalnız bırakmıyorlardı. Onların verdikleri bilgiler ile Met-Works’unkiler arasında bir fark yok, neden olsun ki, sonuçta herkes İnternet’ten yararlanıyor. Bulunduğumuz bölgede Weatherfax cihazımız pek yarar sağlamaz oldu. Ticaret rüzgârları ile seyrederken hava raporlarına pek fazla gerek de duyulmuyor zaten, çünkü değişen bir şey yok. Soluğan kuzeyden, rüzgâr ve akıntı önce KD’den, sonraları doğudan, bu nedenle de yalpa kaçınılmaz hale geliyor. Kemal’in Ataköy’le günlük temas kurma denemeleri yavaş yavaş tavsamaya başladı. Buradan SSB ile konuşmak herhalde ancak 24 saat telsiz başında oturmakla mümkün olacak. Saat tutmuyor, saat tutarsa hava koşulları tutmuyor, bazen biz duyuyoruz onlar duymuyor, bazen de tersi oluyor. Kemal bir ara Venezuela önlerinde bulunan Cüneyt arkadaşımızla konuşabildi, hepsi bu. Yakında uydudan konuşmalar ucuzlar, GSM telefonları gelişirse yeni sistemler, örneğin İridium doğru dürüst çalışırsa belki SSB’ye hiç gerek kalmayacak. Anten problemi, toprak problemi, iyonosfer problemi vs. vs. can sıkıyor ama haa!
RÜZGÂR HESAPLARI VE BALIK SEVİNCİ…
Yakıt hesaplamasına göre jeneratörlerin harcaması düşüldükten sonra yaklaşık üç günlük bir motor seyri yedeğimiz vardı. Bu yedeğin bir günlük bölümünü bu rotada harcamaya karar verdik. İlk 12 saatlik motor seyrimizden sonra yelkene döndük; süratimiz 2,5 not ama ilerliyoruz. Ayın 14’ünde sabahın erken saatlerinden başlayarak 6 saatlik bir motor seyri ile biraz daha yol aldık ve bu şekilde yelken + motorla ortalama seyir süratimizi 5,2 notta tutabildik. GPS’imizin 2-3 notla yelken seyrinde verdiği Barbados’a tahmini varış tarihimizin ocak ayına hatta şubat ortalarına kadar sarktığını görünce Nesrin ve Kemal’in dönüş biletleri üzerinde şakalaşmalarımız başladı. Ayın 14’ünü 15’ine bağlayan gecenin devamında gün ağarmaya başlarken, son 6 saatlik motor seyrimizin henüz 4 saatini kullanmış ve hedef mevkimizin yaklaşık 55 mil KD’sine ulaşmışken, birden aradığımız rüzgârı buluverdik, DKD 4 Bofor. Motor durduruldu, cenova + yarım camadanlı anayelken + mizana düzeninde 8-8,5 soluğanlara paralel, yağda gider gibi kaymaya başladık, yalpa var ama asgari seviyede. Bu seyirde tekne 10° bile yatmıyor, yeni rotamız 269° ile doğru Barbados Adası K ucu, 1760 Dm dolayında yolumuz kalmış. Ortalama varış tarihimiz derhal değişti, GPS’imize göre devamlı bu sürati tutarsak Barbados’a bu yıl bitmeden ve belki de Noel günü içinde varacağımız belli olmaya başladı. GPS de ne yapsın, hesabını hep son anda gördüğü sürate göre yapıyor. Tanrı yüzümüze iyice gülüyor artık; ikiz yelkenle yalpalı bir seyir yapacağımızı beklerken bu rotada apazın rahatlığında az yalpayla yol alıyoruz ve öğleyi biraz geçiyordu ki, Nesrin’in saldığı oltaya ilk dorado, -küt kafalı, altın renkli, lezzetli bir balık bizler onu lambuka olarak biliyoruz- atladı ve kaçamadı. Tuttuğumuz dorado iki kiloluk beyaz etli bir balık. Dorado’yu Efendi Kaptan Ahmet’in bıçaklı saldırısından kurtarmak amacıyla, Dorchie’den yeni öğrendiğimiz bir yöntemi denemek yolunu seçtik. Önceleri ağzından içeri bir kahve fincanı dolusu Tekel ürünü cin akıtıp beklediğimiz ve zavallı balığı sarhoş etmekten başka bir işe yaramayan usulümüzü terk ettik ve bu kez galsamalarından içeri bir yüksük dolduracak kadar cin akıtarak başarıya ulaştık, balıkçık hemen pes etti, bir iki dakika içinde de sırtının altın rengi giderek laciverte dönüşmeye başladı.
Kahraman düşmanımız, cin’e dayanamamış ve vücudunu bizlere bırakıp aramızdan ayrılmıştı; akşam yemeğinde filetosu ile çok lezzetlendik.
Bugün ayın 16’sı, UTC’nin iki saat önüne geçtik, seyrimiz aynen devam ediyor. Gece boyunca rüzgâr biraz düştü ama süratimiz 6 notun altına inmedi, şimdi sabah saatlerinde, rüzgârı bulduktan 29 saat sonra, yine 7,7 not ve üzerinde süratle yolumuza devam ediyoruz; Barbados’a 1600 milden az kaldı; 29 saatte 200 Dm yol almışız, fena sayılmaması gerekir, yelkenlerimiz dolu, havamız güzel, güneşli ve sıcaklık 27°-28° dolaylarında, oltamız arkamızda şansını arıyor. Kimimiz dinleniyor, kimimiz kitap okuyor, kimimiz uyuyor, kimimiz de nöbet tutuyor. Örneğin Doreen Karayipler’de girmeyi arzuladığımız koy ve limanların derinliklerini saptamaya başladı, çektiğimiz 2,90 metre su ile her koya girmemiz olası değil. Archie med-cezir hesapları yapmakla meşgul, Nesrin kendini balık tutmaya kaptırdı, sık sık oltası ile konuşuyor, Ahmet dün jeneratörlerden birinin yağını değiştirdi,
Kemal ve ben ise galiba dalga geçiyoruz, ama nöbetlerimizi tutuyoruz. Nöbetlerimizi hiç ihmal etmiyoruz, kader birliğinde hepimiz birbirimize inanmalı ve güvenmeliyiz; gündüz nöbetlerimiz 08.00-12.00-16.00-20.00 olmak üzere 4’er saatlik, gece nöbetlerimiz ise 20:00- 23:00-02:00-05:00-08:00 olmak üzere üçer saatlik, her nöbeiki kişi tutuyor ve iki günde bir nöbet takımlarını değiştiriyoruz, herkes herkesle nöbeti paylaşmalı.
Ticaret rüzgârlarının en büyük özelliklerinden birisi bizimle birlikte aynı yolda koşturan pamuk gibi beyaz kümülüsler. Bazılarının rengi kararıyor, üstümüzden geçerken ya yağmur atıştırıyor ya da rüzgâr hızlanıyor. Geceleri siyah renklileri daha fazla, aralarından mehtabı, mehtap bittikten sonra da yıldızları seyrediyoruz. İstanbul’dan beri doğudan yükselen ve adını trikolor koyduğumuz sadık bir uydumuz var, her akşam bizi takip etti. Üç renkli ışıldıyor, galiba içinde insan bulunanlardan birisi, ne olurdu telsizle konuşabilseydik. Güneşin batışı da doğuşu da her seferinde ayrı bir güzellik, seyretmeye doyamıyoruz. Uydudakiler acaba buraları nasıl görüyor?
Seyir boyunca değerli arkadaşımız Yalçın Dülger’i de ihmal etmemeye çalışıyoruz ve kendisine 2-3 günde bir faksla seyir raporlarımızı gönderiyoruz; meraklanan dostlarımız da bu suretle kendisinden bilgi alabiliyorlar. Denizlerde dolaşmak için ille de tek başına olmak, uygarlıktan kopmak, mutlaka ve mutlaka ve sadece yelkenle seyretmek gibi bir iddiaya, bir düşünce şekline hiçbirimiz sahip değiliz. Seyrimizi olabildiğince güven içinde sürdürmeli, uygar iletişim araçlarını kullanmaktan kaçınmamalı, “maceracı gezginliğin” bir de böylesini gerçekleştirmeliyiz, asosyal olmak, uygarlığı, çevremizi reddetmek, gitmeyi arzularken kaybolmak için hiçbir nedenimiz yok. Bizler için seyir ne kadar zor ve tatsız veya güzel ve doyurucu olursa olsun, onu yanımızda olmayan dostlarımızla paylaşmak her zaman güzel. Edindiğimiz bilgileri ve deneyimleri sevdiklerimizle en kısa zamanda paylaşmak, tutkunu olduğumuz amatör uğraşımızın temel felsefesi içinde zaten yer almıyor mu ki?
Durup durup hatırladığım 6 isim var, birisi Muhittin Öney, ikisi bundan 40 yıl önce o günün koşullarında aynı yolu giden Sadun ve Oda Boro, diğer ikisi ise Osman ve Zuhal Atasoy, minik tekneleri ile onlar da son 10 yıl içinde bu yolları teptiler. Hepsi de kendine sonsuz güveni olan değerli insanlarımız; yaşadıklarını bizlerle paylaşmayı hiç ihmal etmediler, kitap yazdılar, film çektiler yayımladılar, zahmetlere katlandılar, onlara çok şeyler borçluyuz. Sevgili Muhittin Öney 1960’larda rahmetli Faruk Birgen’in çıkardığı “Yacht” dergisinde ballandıra ballandıra Ege gezilerini anlatır, yasaklarla dolu bir dönemde hepimizin ağzını sulandırır, kendi kıyılarımızda kendi sularımızda gezebilmek arzusunun tohumlarını içimize içimize atardı. Hele de 1960’larda aşırı devletçi bir zihniyetle yönetilen ülkemizde. Hürriyet gazetesi Sadun Boro’ya her ay 200 dolarlık turistik dövizle kısmen de olsa sponsorluk etmişti ya, dövize başka türlü sahip olmak hapishaneyi boylamakla sonuçlanırdı. O zamanlar ve seçtiklerimizden oluşan hükümetler de yaptıkları ile övünür övünür dururlardı. Altıncı kişi ise gerek Sadun’un gerekse Osman’ın her zaman yanlarında bulunmuş amatör denizcimiz, değerli gazete yazarımız, Hürriyet ve Günaydın gazetelerinin geçmişteki Genel Yayın Müdürü sevgili Necati Zincirkıran; o da her iki seyahatin canla başla içindeydi. Profesyonel Uzakyol Yeterlilik Belgesi sahibi olmasına rağmen bir tek gün kendisi için “kaptan” ifadesini kullandığını duymadım. Profesyonel denizcilere saygısından olsa gerek, profesyonel olarak yapmadığı bir işin unvanını hiç üstlenmedi, amatör denizci olmak onun için yeterliydi. Nedir bu ortalıkta dolaşan ve her amatör denizciye veya teknelerde çalışan gemici ya da usta gemicilere “kaptan” diye hitap etme işgüzarlığı?
BİR TELEFON!..
Bu arada arkadaşlarımızdan birisi telefonda, adını hatırlayamadığı bir kişinin, Denizcilik Müsteşarlığı bünyesinde bir “Amatör Denizcilik Genel Müdürlüğü” kurulması yönünde bir girişimde bulunduğunu, ancak müsteşarlıktan bu isteğe olumlu cevap alamadığı için bundan üzülmüş olduğunu bildirdi. Al sana, duyduklarım kötü bir şaka değilse eğer Tanrı korusun, düşünebiliyor musunuz başımıza gelebilecekleri? Böyle bir şey dünyanın neresinde görülmüştür? Devamını düşünürsek “Amatör Kayakçılık Genel Müdürlüğü, Amatör Bisikletçilik Genel Müdürlüğü, Amatör Gülcülük Genel Müdürlüğü, Amatör Dağcılık Genel Müdürlüğü, Amatör Binicilik Genel Müdürlüğü” gibi kuruluşların sökün etmesi kaçınılmaz hale gelecektir. Bu gibi istekler kötü günleri çağrıştırıyor; birisi ya da birileri kendilerine devlet kapısında yer arıyor olsa gerek. Mücadele edemezsen, haklarını arayamazsan, kurumlaşamazsan, sivil toplum olmak yolunda gerçek adımlar atamazsan, birlikte hareket etmeyi öğrenemezsen, başarısızlığını kamufle etmek için seçeceğin en kolay yol “kur bir genel müdürlük, geç başına, bak millet nasıl yönetilirmiş gör” demekten geçiyor. Bu isteği ileri süren veya sürenlerin bizim amatör denizcilik dünyamızla uzaktan yakından bir ilişkisi ve ilgisi olmadığı kesin de neden bunları söylüyorlar? Ulu Önderimiz yaşasaydı eğer, komünizm için yılan benzetmesi ile söylediği söylenen (yazılısını görmedim) “görüldüğü yerde başı ezilmelidir” sözlerini günümüzde bu aşırı devletçi kafa için kesinlikle söylerdi. Bari bu kez ve aynı nedenlerle biz amatörler işimize bakalım, çiçeği burnunda Amatör Denizcilik Federasyonu’muzu geliştirelim, yüceltelim, kulüplerimizi güçlendirelim, DSTİ gibi hareketleri kurumlaştıralım, kurulmakta olan Amatör Denizciler Derneği’ne (ADD) üye olalım, Yelkenciler Lokali, Denizce gibi bilgi alıp verdiğimiz, konularımızı tartıştığımız platformlarımızı özenle koruyalım, kıskançlık duygusundan uzak bir ortamda birlikte düşünüp birlikte hareket edelim. Kendi dünyamızın koşullarını birlikte oluşturalım; kendimizi birilerinin “genel müdürlük” kara hayallerinden işte ancak o zaman kurtarabiliriz.
Günler nihayet yakaladığımız rüzgârımızla gerçek açıkdenizde güven, düzen ve konfor içinde geçiyor. Barbados’a 1200 Dm dolayında yolumuz kaldı, seyrimize bir süredir ikiz yelkenle devam ediyoruz. Batıya doğru geçtiğimiz her 15°’de saatlerimizi 1 saat geri alıyoruz, Barbados’a varınca Türkiye ile aramızda 6 saat fark oluşacak. Yalpalara alıştık, günde üç kez soframız düzenli kuruluyor, genelde tek cins olmak üzere her öğün başka bir yemek yiyoruz. Balıkçılıkta pek başarılı sayılmayız, topu topu 3 dorado tutabildik. Miller akıp geçiyor, Barbados’a 1000 Dm kaldığı zaman şampanya patlatacağız. Her yolculukta olduğu gibi yarı yol sanki yokuş aşağı inişin başladığı bir anmış gibi geliyor insana. Haftada ortalama 1000-1100 Dm yol yapıyoruz ve 21 Aralık 2002 yerel saatle saat 03:00’te (UTC 05:00) bizim de inişimiz başlıyor, kalan yolumuz 999 DM. Oldu mu şimdi ama, sadece bir haftalık yolumuz kaldı, 7 kez daha yatcaz kalkcaz, yatcaz kalkcaz ve sonra? Sonra demir atcaz. Alışınca böyle işte, insan hiç bitmesin istiyor.
SEYRİN VAZGEÇİLMEZ PARÇASI YALPA…
Soluğanlar büyük, araları hayli açık ve tekne bazen birisinin tepesine çıktığında, Fevzi Paşa Caddesi’nde duvar üstünden Vefa stadını seyredermiş gibi oluyor insan. Aşağıda futbol sahası genişliğinde bir düz alan ve karşıda yine duvar gibi gelen soluğanın ön yüzü ve arada da rüzgârın kaldırdığı sancak kıç omuzluktan bindiren ikincil dalga. Tekne çukura inince yelkenler boşalırken bu ikincil dalga tekneyi yolundan çıkarıyor, yükselirken rüzgârı yakalayan yeldümenimiz Şerife Hanım derhal müdahale edip tekneyi yoluna sokuyor ama geç kalmış olduğu için yuvarlanmayı önleyemiyor, her yalpa periyodu ortalama 8-10 saniye sürüyor. Bazı yalpalar sancak-iskele 30’ar dereceden toplam 60 dereceyi bulabiliyor ve böylesi gelince yatakta olanlar, uykuda da olsalar, bir yere tutunmak zorunda kalırken, nöbettekiler kendilerini oturdukları yerde iyice kasıyorlar; insanın en çalışmayan adaleleri dahi böylelikle çalışmış oluyor. Yolculuğumuz nonstop sürse 10-12 haftadan sonra bellerimiz incecik, sırtlarımız kabarmış, koltuk altlarımız şişmiş, boyunlarımız yok olmuş, bacaklarımız iyice kalınlaşmış, popolarımız yamyassı, dizlerimiz yamuk yumuk, kollarımız upuzun, ellerimiz deve tabanı gibi yayık ve ayak tabanlarımız dümdüz olmakla birer hilkat garibesine benzeriz herhalde.
Teknede bir kitabımız var, adamın biri ilk Atlantik geçişini anlatıyor ve sözlerine “Bana bu yalpadan kimse bahsetmemişti” diyerek başlıyor, önce kalayı basıyor ama sonraları gerçek mutluluğunu dile getiriyor, aynen bizler gibi. Yalpa bir süre sonra hissedilmez hale geliyor, yaşamımızın bir parçası oluyor. Bu arada mutfağımızın zengin yemek çeşitlerini Doreen’in listesinden geriye dönük okumak mümkün, bakalım neler yemişiz? Kahvaltılarımız önceleri papaya veya mango eşliğinde müsli, çay, kahve, esmer, beyaz veya zeytinli gemi ekmeği, margarin, reçel, az peynir. Öğle yemeklerimizde salatayı eksik etmiyoruz, bazen sadece ton balıklı veya tavuklu salata iyice doyuruyor, İstanbul’dan aldığımız beyaz şarapları bitirdik, kırmızı şaraplar (Melen ve Kavaklıdere) buraya kadar idare ettiler, bu gidişle Barbados’a kadar da edecekler. Akşam yemeklerimizde tekrarı can sıkmayacak aralıklarla düzenlenmiş salçalı tavuk, sebzeli tavuk, tava balık, mantarlı balık makarna, tavuklu sandviç hem lezzetli hem de doyurucu oluyor. Nesrinin nohutlu pilavı, çorbaları aşureleri, taze fasulyeleri ve kekleri mutfağımızı ayrıca zenginleştirmekte. Hele, gece nöbetleri için hazırladığı tarhana çorbası bir ayrı lezzet.
Barbados, yani “sakallılar” Karayip Adaları’nın en doğuda olanıdır. Buraya ilk kez gelen Portekizliler adadaki incir ağaçlarının köklerinin bir kısmının açıkta olup bedenlerini sakal gibi sarmış olduklarını görünce adaya bu ismi vermişler, hani kızıl renkli sakalı nedeniyle Hızır Reis’imizin de adı Barbarossa’dan Barbaros olmuştu ya, işte aynı sakal (Barba) hikâyesi. Ada sonraları İngiliz kolonisi olmuş, daha sonra bağımsızlığını kazanıp müstakil devlet olmuş ancak Commonwealth üyeliği devam ediyor.
Noel gününü tutturamadık, üstüne iki gün daha geçti ve 26 Aralık Perşembe saat 12:00’de Barbados’a olan uzaklığımız 100 milin altına indi. Daha günlerce önceden Archie varış saatimize ait tahminlerimizi not etmişti, bakalım en yakın tahmin kiminki olacak? (Ben 27 Aralık saat 04:00 demişim, heh he!). Öğleden sonra yine ikiz yelkene döndük, adaya yaklaştıkça rüzgâr iki kola ayrılıyor, birisi adanın güneyinden dolanıp batıya esiyor, diğeri ise hafif hafif KB’ye yöneliyor, kollar adanın arkasında elbette buluşacaklar; biz işte bu KB’li rüzgârdan yararlanıyoruz.
Barbados’un 2 limanı var, ikisi de batı yakasında; birisi daha güneyde ve klasik, bütün Atlantik geçenlerin uğradığı Carlisle Bay, büyük limanın hemen güneyinde, şehrin göbeğinde, demirde kalınıyor. Diğeri ise Port St. Charles, adanın kuzey ucundan 9 mil dolayında güneyde, henüz dört yıl önce işletmeye açılmış, özel bir sitenin özel limanı, aynı zamanda da giriş kapısı; biz bu limana gideceğiz. Buruna yaklaşırken nöbetler zaten kalkmıştı, hepimiz havuzluktayız. Varışımızı birlikte yaşayacağız, ikiz yelkenleri mayna ettik, cenova + mizana düzenine geçtik, burnu 1 Dm açıktan döndük, mehtap yok, gökyüzü bol yıldızlı ve 4-5 notla ağır ağır kıyı boyunca radar destekli seyretmeye başladık. Yaklaşıyoruz, motoru çalıştırdık rölantide bekletiyoruz, tekneyi mercan kayalarından uzak tutarak liman girişinin yanındaki reef (kayalık) üzerine yerleştirilmiş iki beyaz fenerin ortasına doğru yelkenle yürütüyoruz, 11-12 metre derinliğe demirleyeceğiz. Son 4 gomina içinde yelkenleri sardık, motora çok ağır yol verdik, aradığımız noktayı bulduk ve demirledik, saat 02:45, tarih 27 Aralık 2002 Cuma. Ortalıkta çıt yok, kötü bir sahilin önündeymişiz gibi geliyor hepimize. Her varışta olduğu gibi burada da birer tek viski ile kendimizi bulmaya çalışıyoruz, başardık ve çok güzel günleri yaşayarak başardık, en iyi dileklerimiz aynı yolu giden ve gitmek isteyenlerle birlikte.
Mindelo’dan buraya kadar 14 gün 12,30 saat veya toplam 348,5 saat seyirle 2087 Dm yol yapmışız ve ortalama süratimiz 6,29 not olmuş. Fena olmasa gerek, yarışmıyoruz ya. Atlantik aşımında toplam yolumuz Tenerife-Mindelo arası 867 Dm’yi de eklediğimizde 2954 Dm oluyor, tüüh be, 3000 Dm bile yol yapamadık mı şimdi bizler?
Birkaç saatlik uykudan erken uyandık ve karanlıkta beğenmediğimiz sahilin villalar ve otellerle dolu, kuzey-güney yönünde boylu boyunca uzanan bol palmiyeli nefis bir kumsaldan oluştuğunu görünce hayli afalladık. Kartpostal gibi bir görüntü (tavuğun kartı olur da postalın kartı olur mu?) Port St. Charles limanı önümüzde, iki şamandıra arasındaki dar bir kanaldan giriliyor. Burada şamandıralama sistemi “B” tipi, yani girişte kırmızı şamandıralar sancakta, yeşiller iskelede bırakılacak, çıkışta da tabii tersi olacak. Limanı telsizle aradık, giriş iznimizi aldık, demiri kaldırdık ve girdik. Özel bir sitenin limanındayız, sahildeki kumsal alanı tarayıp içeriye bir yapay lagoon (Seyir, Hidrografi ve Oşinografi Dairesi Başkanlığı’nın yayını Semboller ve Kısaltmalar kitabına göre lagoon=deniz kulağı) yerleştirmişler. İşte bu deniz kulağının ortasında, üzerinde yüzme havuzu ve ıslak barı olan bir adacık var, çevresi ise lüksün lüksü villalarla dolu. Her villanın önünde bir iskele ve çeşit çeşit tekneler bağlı. Doreen mecmualardan birisinde buldu, evlerin fiyatları 500 binden başlayıp 3 milyon Amerikan dolarına kadar çıkıyormuş. Bağlandığımız iskele ise deniz kulağı girişinin tam karşısında 6 – 7 tekne alacak boyutta bir mini marinaya ait, bir L rıhtım, iki iskele, yakıt rıhtımı ve bir helikopter pisti, hepsi bu kadar, su pırıl pırıl, atla yüz.
Başımız doğuya, kıçımız batıya bakıyor; telefon bağlandı, elektrik bağlandı 220 V 50 Hz, (buralarda normal akım 110 V 60 Hz, sahil vermezse, teknende de transformatör yoksa, dayan jeneratöre), daha doğrusu onlar gösterdiler biz bağladık, soluklanmaya başladık. Bir taraftan da lipogüsasi görevlilerini bekliyoruz. Hemen yanımızdaki binadaymışlar, üç kişi geldiler, birer soğuk içecek ikram ettik, mürettebat listelerimiz hazırdı, birkaç belge de onlar doldurdular, damgalandık ve Barbados’a girmiş olduk. İşlemler 20 dakikadan uzun sürdü mü? Hatırlamıyorum? Yarın ekip değişikliği var, Kemal ile Nesrin ayrılacaklar, akşamüstüne doğru onları yolcu edeceğiz. Ama önce çevremizi tanıyalım dedik ve botu alıp deniz kulağına girdik, yüzme havuzuna yanaştık. Havuza girince ilk işimiz tabii bara yanaşmak olduk. Buraya gelen ilk Türkler’mişiz, barmen bizi pek beğendi ve sanatını döktürmeye başladı. Sanat da ne sanat yani, hazır şişelerden doldur gitsin, rum-punch sıcak havada çok serinletiyor.
Hava kararıyordu, neşe içinde botla tekneye döndük. Sitenin bir de La Mer diye lokantası var ki, çok meşhurmuş, günlerce önceden yer ayırtmak gerekiyor, dönüşte sarkmayı denedik, kabul etmediler. Biz de bir taksi tutup yakındaki kasabada bir lokantaya gidip ayrılış gecemizin yemeğini Kemal ve Nesri’nin davetlileri olarak çok daha lezzetli yedik. Uzunca geçişlerden sonra dışarıda yemek, özellikleri tanımak açısından yararlı, mutlaka gidip en pahalı lokantayı bulmak da bir şart değil. Ne olursa olsun teknedeki yemek hem en lezzetlisi hem de daima en iyi hatırlananı.
Sabah Dorchie ve Nesrin ile Kemal Georgetown’a gittiler, biraz şehri dolaştıktan sonra vedalaşıp ayrıldılar. Ben de saat 14:00 dolaylarında bir taksiyle havaalanına gittim, buluştuk, aklımız paylaştığımız güzel günlerin hatıraları ile dolu, hâlâ dolu ya, sarmaş dolaş vedalaştık ayrıldık, yolcu yolunda gerek.
BARBADOS’TAN KARAYİP ADALARI’NA…
Ocak ayının ilk haftası Barbados’tan başlayan yolculuğumuz Grenada Adası’ndan sonra kuzeye doğru oldu ve birçok güzel adayı görüp Martinique’te marinaya bağlandık. Yeni yılın ilk haftası içinde bir gün, öğleden sonraydı, Barbados’tan ayrıldık. Önce marina içindeki büroda çıkış işlemlerimizi tamamladık. Kemal ve Nesrin’in ayrılması ile değişen yeni mürettebat listemizi damgalattık ve yelkenlerimizi sahile yakın yerlerde hayli sert esen bir doğıı rüzgârına, dümenimizi de Şerife’ye teslim ederek Grenada Adası’na yol verdik, 140°GB yönünde gideceğiz.
Kanarya Adaları’ndan başlayarak bütün Karayip Adaları arasında devam eden bir uygulama var, o da şu: Varılan her yeni ülke limanında görevliler, belgelerinizde geldiğiniz ülkeden meşru yoldan ayrıldığınız kanıtını arıyor. Sadece “şu limandan geliyorum” demek yetmiyor, o limandan ayrıldığınıza dair bir belge ya da damga mutlaka aranıyor ve bunu en doğru anlatan da daima çıkışta damgalanan mürettebat listesi oluyor. Sorduğumuz görevliler, bu takibin nedeni olarak, binlerce teknenin adalararası trafiğinde geçmişte çok yatın çalınarak uyuşturucu kaçakçılığında kullanılmış olmasını gösterdiler.
Kıyıdan açıldıkça rüzgâr sertliğini kaybederek normal 5 kuvvetine düştü. İkiz yelkenle paşa paşa da yalpalayarak GB rotamızda 6-8 not arasında değişen süratle bütün gece ve ertesi gün öğleye kadar seyrettik. Adaya yaklaşırken iki taraflarından kamış oltalar açılmış süratli kayıklarla kaşık ya da yapay yem gezdiren balıkçılar gördük. Adanın güney ucunda dalgalardan mercan kayalıkları ile korunmuş ve şamandıralanmış bir kanaldan girilen St. Davis Koyu’ndaki marinaya ulaştığımızda saatlerimiz 15:00’i gösteriyordu. Kıyıda, orman budanarak geniş bir alan açılmış, çekek yeri olarak kullanılıyor. Marinada 70 ton kaldıran bir travellift, tekne malzemesi satan bir dükkân, bir bar ve lokanta, gümrük bürosu, internet kafe var. Gümrük bürosunda çalışan tek görevli bütün işlerimizi büyük bir kibarlıkla 10 dakika içinde tamamladı. Liman, polis ve gümrük damgalarını ayrı ayrı kullandı, “Grenada’ya hoş geldiniz, bir derdiniz olursa benden yardım isteyebilirsiniz” dedi ve böylelikle bir başka ülkeye daha ilk adımımızı atmış olduk.
Bu koy aynı zamanda bir “hurricane hole” (çok ağır fırtınalarda saklanılacak delik anlamında) ve yazlama limanı. Karayip Denizi’nde asıl fırtınalı dönem yaz aylarına rastladığı için, tekneler bizdekinin aksine kışlamak için değil, yazlamak için bu güvenli marina ve koylara bırakılıyorlar. Kaldı ki, Grenada rüzgârüstü ve rüzgâraltı olarak ikiye ayrılmış. Batı Hint Adaları içinde en güneyde yer alanı ve dolayısıyla da harikeynlerden doğrudan hemen hiç etkilenmiyor. Barbados gibi bu adayı da harikeynler rotaları dışında bırakıyorlarmış.
Taaa Cape Verde Adaları dolayında oluşmaya başlayan bir harikeyn çekirdeği alçak basınç, ticaret rüzgârları ile birlikte ve ekvatora paralel seyri süresince giderek ısınan Kuzey Ekvator akıntısı üzerinde, Karayip Denizi’nin bu bölgesine ulaştığında azıtmak için gerekli basınç farklılığı henüz tam oluşmadığından, bu bölge ve daha güneydeki Aruba, Bonaire ve Çuraçao’dan oluşan Hollanda Antilleri “hurricane safe” sayılıyorlar.
Akşam sahildeki lokantada basit fakat çok lezzetli bir yemek yedik. Mönümüzde balık köftesi, balık ve conch (galiba şeytan minaresi dediğimiz kabuktan çıkan böceğin adı) vardı. Buradan başlayarak artık favori içkimiz “punch” oldu, meyve suyu ve rom karışımı, serinletici, lezzetli ama pek de yabana atılır nesne değil. Biri yarar, ikisi karar, üçü zarar, dikkatli içmek gerekir. Dördüncüsünün ise hikmetinden sual olunmaz, denememek lazım (bu tarif şimdi meşhur hikâyedeki gibi oldu galiba).
İkinci günümüzün sabahında bir minibüs tuttuk ve adanın başşehri St. George limanına gittik. Tekne için ufak tefek parçaya, hareketlerimi hâlâ kısıtlayan dizimdeki ağrı için ilaca ve dizliğe ihtiyacım var. Bu adalarda yatçılar arasında güzel bir adet yerleşmiş. Kulüplerde, tekne malzemesi satan dükkanlarda ve/veya internet kafelerde küçük bir kullanılmış kitap köşesi var; bu dükkanlara uğrayan yatçılar, okudukları ve artık ihtiyaçları kalmayan kitaplarını birer ikişer bu köşelerde başkalarının bıraktıkları ile bedelsiz değiş tokuş ediyorlar. Bu, usul belki bizde de vardır da okuma özürlü olmam nedeniyle ben farkında olmayabilirim.
St. George bir koy ve bir deniz kulağından (lagoon) oluşuyor. Deniz kulağı yatların demir yeri, içinde bir de yat kulübü ve iskelesi var. Yakın gelecekte Camper Nicholson da bir iskele marina yapacakmış, ortalama en çok dört metre, gelince dikkatli girmemiz yandaki koyun adı ise karinaj (careenage yazılıyor); bu kelime bildiğimiz karinadan yani teknenin altını anlatan kelimeden geliyor. Eski devirlerde ticaret gemileri bu koya gelir, sahile yakın bir yerde içleri boşaltıldıktan sonra direklerinden çekilerek karınları üzerinde yan yatırılır ve altları (karinaları) kazınır, temizlenir, boyanırmış. Karinaj aynı zamanda çekek yeri anlamını da taşıyor.
İkinci günümüzü ve gecemizi suyu daha berrak olan bir başka koydaki demir yerinde geçirdik. Kıyıda bir yat kulübü var, akşam teneke orkestrası (varillerden oluşan steel band) çalıyor, yemekler de ehhh işte, demirde yüzlerce yat yatıyor, öyle bir yer. Üçüncü günümüzde sabah erkenden St. George’a geçtik, deniz kulağında 3 metre suya demirledik, altımızda 10-15 santim kaldı, dalga yok, suların da alçak zamanı.
Anlaştığımız minibüsle adayı gezdik, şehrin tepesinde hiçbir zaman savaşta kullanılmamış bir kale var, en güzel manzaralı yerde de hapishane kurulu. Gazete haberlerinden hatırlarsak, 80’li yıllardaydı, seçimle gelip işi azıtarak komünist bir rejim kurmaya kalkışan devlet başkanını ABD iktidardan indirmiş, bunu yapabilmek için de adaya asker çıkarmıştı. Hapishanede o tarihten beri 16 siyasi mahkum yatmaktaymış, ama artık yakında galiba çıkacaklarmış.
Adanın her yanı yemyeşil, ormanlarında envai çeşit baharat yetişiyor ve ihraç ediliyor. Bu adaya “baharat adası” (spice island) diyorlar; muz plantajları, şeker kamışı tarlaları var; şeker kamışından artık şeker yerine daha çok doğrudan rom yapılıyor. Adayı gezerken görülecekler arasında bir iki şelale var, yüzmek mümkün; bir yerde vahşi maymunlar yol kenarında ağaçlara yerleşmişler, durup karşılıklı bakışıyoruz, yere şeker bırakınca bir süre sonra gelip alıyorlar; eski bir yanardağ ve tepesindeki göl de görülecekler arasında. Arazi çok inişli çıkışlı sarp olmasına rağmen yine de yüzeyi gayet düzgün dar bir asfalt yol hemen her köşeye ulaşıyor. Arada bir yağmur gelip havayı serinletiyor, sonra da sıcaktan ortalığı buhar basıyor; gürültü patırtı yok, sanayi yok, dileyen aylarca kalıp dinlenebilir; ama bizim o kadar vaktimiz yok.
CARRIACCOU
Sabah çıkış işlemlerimizi tamamladık ve yola çıktık, kuzeyimizde yer alan Carriacou Adası’na gidiyoruz. Bütün bölge volkanik; yolumuzun üstünde denizin içinde bir yanardağ var, tepesi su seviyesinin 40-50 metre altında. Harita üzerinde çevresine iki kırmızı daire çizilmiş ve yanardağın durumu hakkında bilgi alınabilecek yerlerin isimleri verilmiş. Eğer yanardağ hareketli ise, kraterin beş kilometre açığından geçmek gerekiyor. Biz cesuruz ya, gittik tam tepesinden geçtik, hiçbir şey olmadı, sadece iskandil altımızdaki derinliğin azaldığını gösterdi.
Carriacou, Grenadines denilen ve ayrı bir devleti oluşturan adaların en güneyindeki birinci ada. Önce Tyrrel Bay isimli geniş bir koya demirledik, girişi biraz alengirli, mercan kayalarını, sahilden dışarı uzanan sığlıkları, açıkta veya gizlide yatan gemi leşlerini kollayarak girip demirlemek gerekiyor. Burada da sahilde yine bir ufak marina ve çekek yeri, yanında bir yat kulübü var. Botla gittik, kulüp kapalı, döndük denize girdik, akşamüstüne doğruydu tam karşımızda, sahilde salaş görünümlü kır kahvesi havasındaki lokantaya çıktık. Yolunu buralara 5-6 yıl önce şaşırmış bir İtalyan Hanım işletiyor. Çok candan samimi bir insan, mutlu ve mutluluk saçıyor; tek kompüterli internet kafesi var, nefis pizzalar yapıyor, punch’ı da güzel, neşeli bir akşam geçirdik. Koyda demirli tekneler arasından bir tanesi atölye. Adamın birisi, İngiliz’di galiba, katamaranını atölyeye çevirmiş, alüminyum ve paslanmaz çelik kaynak işleri yapıyor, yatların tamir işleri ile geçiniyor.
HARİTALAR…
Karayip Denizi’nde yatçıların en iyi yararlanabilecekleri haritalar, dört paketten oluşan Alman haritaları. Boyutları tam tekne harita masalarına göre, biz onları kullanıyoruz. Ayrıca rüzgârüstü ve rüzgâraltı adaları olarak iki ciltte toplanmış. Doyle isimli yazarın iki kılavuz kitabı var ki, neredeyse gözü kapalı seyretmenizi sağlıyor. Bu iki kaynak bu denizlerde gezmek isteyenlerin kesinlikle yanlarında bulunmalı. Doyle’un iki kitabında da çok geniş bilgi var, okuyunca buralara gelmeden de gelinmiş olunabileceği gibi, gelmek için can atmayı da tahrik edebilir; kitaplar bizim çok işimize yarıyor. Alman haritalarında adaların özellikle batı sahillerindeki waypoint’lar Doyle’un bilgilerine dayanarak işlenmiş, iki kaynak birbirini çok iyi tamamlıyor. Haritaları da kitapları da Kelwin Hughes’un Bookharbour web sayfasından ısmarlamak mümkün, meraklanıp ilgilenenlere önerilir.
Ertesi sabah kalktık, 3 Dm yol gidip kuzeyimizdeki burnu dönüp Cariaccou’nun başşehri Hillsborough’nun koyuna demirlemek üzere yola çıktık. Yol üstünde Sandy Island adındaki küçük mercan adacığında durup, birkaç saat eğlenip denize gireceğiz. Bu Sandy Island 200 metre boyunda bir mercan adacığı, kumsalı ve denizi çok güzel, üzerinde Hindistan cevizi ağaçları var, 3-5 tane kadar. Demirledik, sahile çıktık ki, kumsal hayli kısa, sağda solda ağaç artıkları, adanın kuzey yüzü çökmüş, hani derler ya “mihrap yerinde” ama işte o kadar. Burası 1998 yılına kadar modacıların ürünlerini mankenlerle fotoğraflattıkları Karayip Denizi’ndeki en gözde adayken, Lennie isimli harikeynin gadrine uğrayarak dağılmış, ağaçlarının büyük kısmı uçup gitmiş, sahili ikiye ayrılmış. Bugünkü sümsük hale gelmiş ve bizlere kalmış, manken falan yok çevrede.
Öğleden sonra limana geçtik ve demirledik, Archie bermutat giriş işlemleri için botla sahile çıktı, 15-20 dakika sonra da döndü, sancak gurcatamızdan Q (sarı) bayrağını indirdik, artık Grenadinler’deyiz, bölgenin neredeyse tamamı eski İngiliz kolonisi ama bugün ayrı ayrı devletçikler. Demirde birkaç tekne yatıyoruz. Baktık randa armalı tek direkli bir tekne, yerli yapı, ayna kıç, balta baş, çok güzel hatları var, içinde tek kişi bir de köpeği nefis bir yelken manevrası ile geldi 50 metre yakınımıza demirledi. Yaklaşırken önce flokunu mayna etti, sonra randayı boşlayıp bumbaya paralelledi, çalışmaz hale getirdi, teknenin yolunu tamamen öldürdü, motoru yok, rüzgâra döndü, demirini koyuverdi, yelkenlerini büyük bir özenle topladı, sardı. Maskesini alıp taktı, gitti demirine baktı, denizdeyken köpeği başüstünde merakla bekliyordu, döndü, çıkıp kurulandı, içkisini hazırladı, kamarasının damına oturdu, köpeği yanı başında, güneşin batışını seyretmeye başladı. Adamın huzuru 50 metre öteden bizleri de etkisi altına aldı, karmakarışık bir dünyada böylesine huzur bulabilmek demek ki, isteyince hâlâ mümkünmüş. Akşam sahilde bir lokantada yemek yedik, çok lezzetli bir mutfakları var.
PETİT ST. VİNCENT…
Cariaccou’nun kuzeydoğusunda Petit Martinique ve Petit St. Vincent isimli iki ada var. Sabah sahilden önce salata, ekmek vs. aldık, saat 11;00 gibiydi demirimizi alıp yola koyulduk, motorla gidiyoruz, mesafe çok kısa, bir de arada mercan kayalıkları var. Petit Martinique’in önünden geçip Petit St. Vincent’in önündeki yatların arasına biz de demirledik. Bu ada bir özel ada, üzerinde sadece bungalovları olan bir otel var, Karayip’in en meşhur ve pahalı otellerinden birisi belki de birincisi, bir Amerikalı çiftin. Bungalovlar adanın ormanı içine yerleştirilmiş, kimse kimseyi görmüyormuş.
Demirledikten sonra takriben 1 Dm batıda bir başka kumlu mercan adacığı vardı, botla oraya gidip yüzdük. Bu adacığın sahiline ulaşmak için sualtındaki mercan kayaları arasından slalom yapmak gerekiyor. Dönüşte biraz yolumuzu şaşırınca takma motorun kuyruğunu bir iki kere oraya buraya çarptık. Ama, boya sıyrığından başka bir şey de olmadı. Tekneye sonra da Doyle’un kitabında yazdıklarına bakarak telsizle adayı aradık. Adaya ancak telsizle izin alınıp çıkılabiliyor. Akşam yemeğine şort, sandal ve tişörtle gelmek yasak, pantalon ve gömlek giyilecek. Fethiye’nin Domuz Adası’ndaki işletme acaba buradan mı esinlenmiş dersiniz? Önce barında içki içmek için izin istedik, yemeğe kalıp kalmamaya orada karar vereceğiz. Şık lempolarımızı giydik, tabii biraz buruş buruşuz ama idare ediyor. Bir merkez bina, tek kat, kocaman bir bar, teras, butik, camla çevrili orman ve deniz gören bir lokanta, nefis bir yer. Bungalovlar gerçekten birbirini görmüyor.
Oda servisi isteyenler bungalovun önündeki direğe bir kırmızı bayrak basınca, garson geliyor. Bir bungalov gezmek istedik, gösterdiler. Hamaklı bir avlu, ahşap klasik möbleli banyo ve duş, yataklar neredeyse üçer kişilik iki adet ve ayrı ayrı, bu kadar geniş olunca artık bitiştirmeye ne gerek var ki?!.. Hediyesi sezonda yani Mart ortasına kadar geceliği 910 Amerikan doları. Sezondan sonra 750 dolara düşüyormuş, bayağı ucuzluyormuş yani!.. Barda bir iki içki atınca gevşedik, bari bir yemek yiyelim dedik; ıstakozlu mıstakozlu, şaraplı, muhteşem lezzetli bir yemek yedik, ne yapalım mönü öyleydi. Hesabı öderken ama bir oyulduk, bir oyulduk, izleri belki hâlâ duruyordur. Sonunda mertliğe leke sürmeyelim diye düşünüp, şanımız yürüsün gerek Amerikan gerekse Karayip ekonomisine bir katkı da bizden olsun dedik ve tekneye dönüp yattık.
Barbados’un kendi doları vardı, sadece orada geçen. Diğer adalarda da EC=Eastern Caribbean Dolar geçiyor, başkaca bir yerde değiştirmek olasılığı yok. Kendi kafalarına göre de bir kur uyguluyorlar; 1 USD=2.7 ECD, Euro’yu almıyorlar, para konusu biraz böyle acayip. Doların da 100’lük ve 50’liklerini kimse almıyor. Çünkü sahtesi çokmuş, sadece bankalar alıyorlar ve kesinlikle pasaport görmeden de bozmuyorlar.
UNION ISLAND…
Günler geçiyor, ertesi sabah kalktık, önce yüzdük sonra da 3-5 Dm yakındaki Union Island’a doğru yola koyulduk. Mercan kayalıklarından dolayı yolu biraz uzatmak gerekiyor. Bu adanın da karşısında Palm Island diye bir başka otel ada var ki, sonradan yanlış hatırlamadıysam, sevgili Sadun Boro yıllarca önce önünde demirleyip otel sahibi ile ahbap olduğunu anlatırken, gidersek kendisine selam söylememizi istemişti; olamadı, gitmedik.
Union Island’ın limanı doğu rüzgârına yani ticaret rüzgârlarına açık ama denizi bir mercan kayalığı ile iyice korunmuş, dolayısıyla son derece güvenli. Demirledik, çevremizde tekneler dolu. Sahil hareketli, burada da bir yat kulübü var, rıhtımda deniz içinde bir sığ havuzda köpek balıkları dolaşıyor. Bir başka havuzda da ıstakozlar seçilip pişirilmeyi bekliyorlar. Günlük işlerimizi yaptık, taze yeşillik ve ekmek aldık; adanın küçük bir havaalanı var, çevresi ağaçlık, aramız 500 metre civarında, uçağın biri inip biri kalkıyor, özel bir motoryat uçaktan inen ve Palm Island’daki otele gelen yolcuları alıp götürüyor. Kocaman kocaman katamaranlar 20-30 kişi ile çevreye, özellikle Tobago Cay’lere günübirlik turlara çıkıyor, ufak ama hayli hareketli bir ada, tek gelir kaynağı turizm, ondan da sonuna kadar yararlanmaya bakıyorlar.
Yeni hedefimiz 2 Dm yakındaki Tobago Cay’ler. Burası mercan kayalıkları arasına yerleşmiş beş adadan oluşan bir milli park. Adalarda yaşam yok, sadece seyyar tişört satıcıları ile ıstakoz mangalları var. Mercan kayalarının çevrelediği lagunda (lagoon) demirleniyor, botla mercanlara gidilip şnorkelle 1-1,5 metre derinlikte deniz dibi ve balıklar seyrediliyor, avlanmak yasak. Botların demirlemesi yasak, şamandıralar yerleştirilmiş, onlara bağlanmak gerekiyor. Mercan kayalarının arasından kuvvetli bir akıntı çalışıyor, yüzerken bayağı zorlandık. Yerliler, sürat motorları ile yanımıza gelip bir şeyler satmak istiyorlar. Kiminde balık var, kiminde ıstakoz, kiminde tişört, kiminde ekmek, muz. Kesinlikle ısrarcı değiller, kimseyi rahatsız etmiyorlar, aldın aldın, almadın, “Hoş geldiniz, iyi geceler dilerim” diyerek ayrılıyorlar. Bir tanesi kocaman bir Amerikan bayrağı ile dolaşıyordu, yanaştı bizim bayrağı sordu, söyledik, hoşuna gitti. Sonra bir daha gelişinde ekmek getirmişti ufak bir bayrağımızı hediye ettik, çok sevindi.
Tobago Cay’lerden kuzeye doğru olan yolumuzda Canouan Adası var. İkinci günümüzün öğleden sonrasıydı, bu kez laguna girdiğimiz güney geçidi yerine batıdaki iki büyük ada arasındaki dar kanaldan geçerek yola çıktık; bu vesileyle mercan kayaları arasında sadece GPS’le değil, şamandıralardan, fenerlerden ve adalardan pusla kerteriziyle mevki koyarak rotamızı doğruluyor, seyir deneyimimizi artırıyoruz. Batımızda Mayreau Adası var; bu da özel bir ada; galiba 180 kişilik nüfusu var, oteli var, dalış okulu var, transatlantikler dahi önüne gelip demirliyor, yolcularını yemek, yüzmek ve dalmak üzere sahile çıkarıyorlar. Biz uğramadık, kuzeye yolumuza devam ettik.
Canouan’ın batıya bakan geniş bir koyu var ama aynı zamanda kuzeyden soluğan da alıyor. Girebildiğimiz kadar içeri girdik, soluğandan fazla etkilenmediğimiz bir köşeye demirledik, önce yüzdük, sonra da sahile çıkmak için botla iskeleye yaklaştık. Yanaşmak mümkün değil; bir metre dolayında soluğan iskeleyi boylu boyunca yalıyor ne tutunmak mümkün ne de botu tutmak. Burada karaya herhalde sabahın erken saatlerinde çıkmak olası, ya da bugün soluğan fazla büyük. Nitekim açığa demirleyen büyük motoryatın içten takma motorlu 6-7 metrelik azman lastik botu dört üniformalı mürettebat ile geldi, içlerinden ikisini büyük bir cambazlıkla iskeleye adeta attı, hemen açığa çıkıp beklemeye başladı. Biraz sonra sahilden dönenler içten takma kuvvetli motorun sağladığı avantajdan yararlanarak gençliğin de verdiği çeviklikle bota atladıkları gibi hemen açıktaki yata gittiler. Bizim 9.9 motorla bu soluğanda iskeleye slow motion çevikliğimizle çıkmaya kalkışmamız kafamızı gözümüzü yarmamıza neden olabilirdi, vazgeçtik. Karaya çıkmak için çok önemli bir nedenimiz olsaydı eğer, herhalde botu demirleyip yavaş yavaş iskelenin yanına doğru sarkarak çıkmak yolunu deneyecektik. Erkekliğin onda dokuzu kaçmaksa, biz de öylesine erkeklik gösterdik işte.
Canouan’daki gecemizin sabahında her zamanki gibi saat 06:30-07:00 arasında kuzeydeki Bequia Adası’na yol verdik. Meşhurların ve sosyetenin özel uğrağı Moustique Adası doğumuzda kaldı, küçücük bir ada, limanı yok ama anlatılanlara göre hayli hareketli bir hayatı var. Bequia’nın batıya bakan büyük koyu ve limanı ise bonbon şekeri bir yer. Yine 100’lerle yat demirde, aralarından feribotlar ve ufak yük gemileri sahildeki büyük yük iskelesine geçiyorlar. Bu gemi trafiğine rağmen deniz tertemiz, dirhem pislik, mazot ya da yağ atığı görmek mümkün değil. Yatlar kıyıdan açığa, küçükten büyüğe doğru demirliyorlar; biz 12 metre derinliğe demirledik, su tertemiz, arkamıza iki tane 25-30 metre boyunda yat demirledi. Daha sonra açığımıza İngiliz bayraklı kabasorta arma bir büyük tekne daha demirledi; sonradan gördük, adı Niarchos, okul gemisi mi, yolcu gemisi mi, özel yat mı anlayamadık; denizci milletlerin fiyakası da başka türlü oluyor. Biz ise amatörlerimizi denize çıkartmamak için son Sağlık yönergesine göre kendilerinde neler arıyoruz neler!..
Bu denizde kimisi kısa mesafelerde çalışan, kimisi ise uzun turlar yapan, kabasorta armalı 7-8 dolayında yolcu gemisine neredeyse her gün rastlamak olası. Modern organize gezi trendi sanki bu özel tip gemiler yönünde. Bequia kanımca adaların içinde en güzellerinden birisi. Kasabanın bütün sahili kumsal; kumsal boyunca evlerin, dükkanların, lokanta otellerin önünden yürüyerek koyu dolaşabilirsiniz. Her adada olduğu gibi burada da yatların botlarına ayrılmış bir “dinghy dock” (patalya iskelesi) var. Karaya çıkan botunu bu iskeleye bağlıyor, yine de ama telle kilitliyor. Noksanlarımızı temin ettik, internet kafede e-maillerimize baktık, bir restoranda yakışıklı bir öğle yemeği yedik, hiç oyulmadık. Bequia’da bir gün daha kaldık, denize girdik, biraz adayı dolaştık. Burada da taksiler kamyonetten yapılma. Kasasının üstünde tentesi var, karşılıklı bankolara oturup püfür püfür esintiler içinde, at arabasına binmişçesine, istediğiniz yere gidebiliyorsunuz.
ST. VİNCENT…
Rüzgâr her zamanki gibi hep doğudan 4-5 kuvvetinde esiyor. Bu nedenle adalararası geçişlerde yelken seyrinin güzelliğine doymak mümkün değil, biraz dalga var ama, hiç rahatsız etmiyor. Zaten bölgenin asıl özelliği de bu rüzgâr. Yelkenle kuzeyden güneye apaz-geniş apaz ve tersi yönde de dar apaz-orsa alışmadığımız güzellikte seyredilebiliyor. Adaların batısında kuytuya girince ise rüzgâr çok hafifliyor ve çoğu kez buraları motor çalıştırarak geçiyoruz. Ne var ki, batıda, adaların saçak altında kalmayıp, 4-5 Dm açığa çıkılırsa sadece yelkenle seyretmek mümkün oluyor. Ya da hep yelkenle gidebilmek için adaların doğu yakaları boyunca seyretmek lazım ki, orada da Atlantik’in kaba dalgası biraz daha kabarık, yani her türlü deniz ve rüzgâr kombinasyonu var, seç seç al.
St. Vincent’in muz ihracatı hayli kabarık, onun için de limanında hep gemiler var. En güney ucunda Young Island Cut denilen bir kanalda şamandıralar döşenmiş, akıntıda salmamak için baştan kıçtan birer şamandıraya bağlandık. Şamandıraların dayısı Çarli-Tango diye çağrılan birisi. Bir de rakibi varmış, onun da şamandıraları var. Çarli’nin bir de minibüsü var, bize adayı gezdirdi, her yer, dağ tepe muz bahçeleri ile dolu. Bu adada da birkaç tane sönük yanardağ var, en büyüğü en kuzeyde, onun da tepesinde bir göl var. Bulunduğumuz kanalın genişliği 100-150 metre dolayında, Young Island isimli ada ise yine bungalovlu bir otel adası. Yeni hedefimiz St. Vincent Adası, Grenadinler’in sonuncusu, 30 Dm kuzeyimizde yer alıyor.
St. Vincent’in batı sahilinde Walt Disney şirketi yeni bir korsan filmi çekecekmiş, onun için de iki tane önemli koya girmek yasak. Koyları baştan sona dekor döşeyip eski zaman limanları haline getirmişler. Kocaman bir film ekibi, değişik deniz araçları üzerinde çekime hazırlanıyorlar. Film gereği birkaç tane kabasorta armalı tekne kiralanmış, dekor limanlarda bağlı yatıyorlar, sahil güvenlik botu fazla yakın geçmeye kalkışanları açığa kışkışlıyor. Biz uzaktan da olsa birkaç fotoğraf çekebildik, film piyasaya hele bir çıksın gidip göreceğiz yapım-çekim sanatının nasıl uygulandığını. Bir tane simsiyah yelkenli ana gemi var, daha doğrusu üstü var da altı yok, kıçı tamamen açık, herhalde oradan geminin güvertesindeki savaşları çekecekler, bu filmcilerin işine akıl erdirmek gerçekten güç.
Üçüncü günümüzde öğleden sonra adanın batı sahili boyunca yükselmeye başladık. Önce tabii çıkış işlemlerini yapmamız gerekti; bu iş için limana gitmek gerekiyor, bu nedenle de her şey biraz daha uzun sürdü. Gün batımına yakındı, 3-4 kayalık doğal bir mendirekle kuzeye karşı korunmuş bir koya 20 metreye demirledik. Yüzerken dibin kumluk olduğu görülüyordu. Sabah St. Lucia’ya hareket edeceğiz, yemeğimizi yedik ve yattık.
St. Vincent’in kuzey ucunu çok açıktan yelkenle geçmek olası. Kıyı seyrinde ise, adanın kuzey burnundan dönüp hızlanan sert rüzgâra karşı (60 nota kadar esebiliyor), Doyle’un kitabındaki tarife uyarak ada bittikten sonra dahi bir 5-6 Dm dalgalara karşı motorla yükselmek gerekiyor, ancak ondan sonra rahat yelken çalıştırmak mümkün. Biz 1-1,5 Dm açıktan çıktık, dalgalar yine de hayli kabarıktı ama ağır yolla yürüyünce biraz da sabırlı olunca, bir saat içinde yeniden yelkenlerimize kavuştuk. Önceleri flok-ana yelken sonraları arada sırada cenova-ana yelken düzeninde, Şerife yeldümenimiz işinin başında 5-6 notlardan giderek 9-9.5’lara kadar hızlandık. St. Lucia’ya yaklaşırken önümüzde giden bir slup’a yetişip biraz da yarıştık; sonradan öğrendik ki, Ron Holland dizaynıymış ve Annapolis Boat Show’da teşhir edilip satılacakmış, boyu 17,5 metre. Yarışı kazandık ama biraz sonra da adanın gölgesinde rüzgâr bitti, rakibimiz biraz daha diretti sonra o da pes edip motora döndü ve arada bir koya yöneldi. Biz ARC’ın bitmiş limanı olan Rodney Bay marinada 2 gün kalmak niyetindeyiz, Cape Verdeler’den beri ilk kez yakıt alacağız, depomuz hâlâ yarıdan fazla dolu.
Rodney Bay Marina bir lagoon içine kurulmuş, dar bir kanaldan giriliyor, suyu bulanık, telsizle yer istedik, hemen verdiler ve bağlandık. Burası bir ayrı devlet ya, marinada klimalı bir büroda pantalon-gömlek ve apoletli 3 görevli oturuyor. Birisi gümrükçü, diğeri pasaport polisi, üçüncüsü de limancı. Yeni gelen yatçılar kuyruk oluşturmuşlar, biz sırada 5’inciydik, 15 dakikada her şey bitti, belgelerimizi geri aldık.
İkinci günümüzde bir gün önce yarıştığımız slup geldi, eski dostmuş gibi selâmlaştık, yanaştılar ve Doreen hemen gidip ilişki kurdu, yat sahibi çiftin ıcığını cıcığını öğrenip geldi.
Dönerken pontondaki bir başka İngiliz bayraklı tekneyle de temas kurmuş; teknelerin ikisi de Atlantik’i geçerek gelmişler ve hiç yalpalamamışlar, bu nasıl ola ki? Bizimle yarışan çift akşamüstü bir içkiye geldi ve sırrını da beraber getirdi; bir cins mafsal kullanıyorlar, adı Twistle Rig. İkiz yelkenlerin bumbaları direğe bağlı kalmayıp bu mafsal aracılığı ile birbirine bağlanıyormuş. Mafsal bir mandarla yaklaşık 2 metre yükseğe basılıyor, bir alt baskı başa doğru çekerken bir alt baskı da kıça doğru çekiyor. İkiz yelkenler basılınca, bunlardan birisi aldığı rüzgâra göre yükünü direğe ve oradan da tekneye aktararak yalpalatmak yerine bu mafsalla karşıdaki ikizine aktararak paylaşıyor; son derece basit görünümlü bir düzenek. Mafsal 2 metreden yükseğe basılmadığı ve teknenin de yalpaya düşmesiyle bumbaların uçlarının denize dalması söz konusu olmadığı için yelkenlerin ıskota yakalarının yatay kesilmesi mümkün. Her iki tekne sahibi de ne kadar rahat ettiklerini anlata anlata bitiremediler. Bizi ziyaret eden çift ertesi sabah bir CD’de fotoğraflarla bir de broşür getirdi, aletin bir iki fotoğrafını biz de çektik ve işin doğal sonucu olarak Archie masaya oturup güzel bir teknik üretim resmi hazırladı. Archie başlı başına bir konstrüksiyon bürosu gibi çalışıyor. Resmi faksa koyduk ve doğru İstanbul’a Tuzla’daki değerli ustalarımız Ali ve Cengiz kardeşlere gönderdik. Ayın 31’inde Mesut Baran gelecek, gelirken getirsin istedik, bir angaryamız olacak elbette. Yeniden ikiz yelken kullanacak mıyız belli değil? Aletimiz elimizde hazır dursun da bir fırsat çıkarsa kullanırız elbette. Yelkenci dostlar için Archie’nin çizdiği basit bir krokiyi bu yazımın ekinde bulacaksınız; Cengiz ustada zaten orijinal resim var, mafsal bir patent konusu değilmiş, dolayısıyla kopya etmek olası. Bu teknelerin sahipleriyle Tenerife’de tanışmış olsaydık eğer, Atlantik geçişimizde yalpa saymak yerine başka bir işle uğraşmak imkanına kavuşmuş olacaktık; bir başka bahara artık.
MARTINIQUE…
Bir süre için son limanımız Martinique Adası’nın güney ucundaki Le Marin Marinası olacak. Haritada koyun adı “Cul de Sac du Marin” olarak yazıyor. Cul de Sac bildiğim kadarıyla Fransızcada çıkmaz sokak anlamında da kullanılıyor; kelimesi kelimesine anlamı “torba dibi/çuvalın dibi”, ne var ki, buradaki dip daha ziyade popo (cul) anlamında olmalı, çünkü don karşılığı kullandığımız külot (culotte) kelimesi de aynı kökten geliyor. Martinique aynı zamanda Antillerin rüzgârüstü adalar grubunun en kuzeyindeki ada. Martinique’den sonra rüzgâraltı (leeward) adaları başlıyor; Grenada’dan buraya kadar hafif kuzeydoğu yönünde yerleşmiş adalar dizisi buradan sonra batıya doğru kıvrılmaya başlıyor, rüzgâr yönü ve kuvveti ile dalga yönü ve yapısı değişecek artık, bakalım göreceğiz.
Rodney Bay Marina’dan sabah ayrıldık; Le Marin yaklaşık 30 Dm mesafede, yine önceleri flok-ana yelken, sonraları cenova-ana yelken düzeninde seyrettik ve öğleden sonra marinanın önündeki demir yerine demirledik. Marinanın 580 bağlama yeri varmış, ayrıca da 60 dolayında özel şamandırası. Koyda bağlı yatların adedi toplamda herhalde 1000’e yakın olsa gerek. Yakınımızda demirde yatan bir İngiliz bayraklı yatın vardasilosunda başaşağı “crew wanted” (mürettebat aranıyor) yazılı. Derhal ukalalığı ele alıp “adama bak, vardasilosuna ters bağlamış” dememe kalmadı ki, Doreen ve Archie atılıp, adamın Avustralyalı veya Yeni Zelandalı mürettebat aradığını anlatmak istediğini söylediler. Öyle ya oranın insanları dünya üzerinde tepetaklak yaşadıklarına göre, demek ki, arayınca böyle aramak gerekirmiş, adetler işte.
Burası artık Fransa sayılıyor, para cinsi Euro ve her şey tabii feci pahalı.
Bu Euro tam neye yaradı hâlâ anlayamadım. Burada birkaç gün geçirip noksanlarımızı tamamlayacağız, cenovanın tamir olması gerekiyor, ana yelkenin güngörmez yakası dört yıl önce Kızıldeniz gezimizde direkteki bir cıvataya takılıp yırtılmıştı da tamiri iyi olmamıştı, fazla yapraklıyor, onu tamir ettireceğiz, su makinesinin yedek filtreleri bitti, buydu, şuydu derken ortaya iri kıyım bir liste çıkıyor.
Tekneyi böyle aylar boyunca devamlı kullanınca da bunların olması doğal.
Bir araba kiraladık ve bir bütün gün süresince adanın doğu yarısını tamamen gezdik. Bu arada kuzeydeki Mount Pelee isimli yanardağın da dibine kadar gittik. Dağın Martinique tarihinde çok hazin bir olayı var; Mt. Pelee geçen asır başında bir gecenin ortasında birden patlamış (eruption deniyor galiba) ve 30.000 (otuzbin) insanı birkaç dakika içinde yakıp kül etmiş. Felâketten yanıklarla da olsa kurtulan tek kişi ise, akşam saatlerinde karakoldaki gözaltı odasında bir geceliğine zorla misafir edilen bir sarhoş. Dağ, patlamadan birkaç gün önce homurdanıp duruyor, toprağı sarsıyor, neler edeceğini belli ediyormuş da yöneticiler panik olmasın diye halkı evlerini terk etmeye çağırmaya çekinmişler. Basiretsiz yöneticiler her yerde var; yazık değil mi 30.000 cana?
Bu arada sevgili kardeşimiz Cüneyt’ten (Little Aries) e-mail aldık, nerede olduğumuzu bilmek istiyordu. Cüneyt SailMail denilen, amatör denizciler ve telsizciler tarafından işletilen bir SSB haberleşme ağından yararlanarak teknesinden e-mail gönderebiliyor ve kendisine gönderilenleri de alabiliyor. Bu ağdan yararlanabilmek için SSB cihazınıza bir modem bağlanması gerekiyor. Bizde modem olmadığı için internet İzafelerden yazışıyoruz. Cüneyt Venezuela’daki huzursuzluklardan uzaklaşmak için bir kaptırışta taa St. Lucia’ya kadar gitmiş. Martinique’de olduğumuzu öğrenince ertesi sabah çıkageldi; geçen yıldan beri bir yerde buluşabileceğimizi umuyorduk ve ortak arzumuz aynı limanda Türk bayraklı iki tekne olabilmek ve fotoğraf çekmekti; işte şimdi o da oldu. Ne yazık ki, programlarımız tutmadı ve Little Aries ertesi sabah, fotoğraf çekiminden sonra Antigua’ya gitmek üzere yola çıktı. Birlikte sadece bir akşam yemeği yiyebildik, bir de kahvaltı ettik, bermutat gerek yemekte gerekse kahvaltıda Türkiye’nin amatör denizciliğini işledik ama ne yazık ki, kurtaramadık, bu gidişle de pek kurtulacağa benzemiyor. Denizciler için eski yöneticilerimiz tarafından giderayak getirilen son sağlık kontrolü uygulamasını herhalde hepiniz duymuşsunuzdur; işin acı tarafı, seçimle gelenlerin vatandaşa hizmet etmek yerine onun boğazını sıkarak yönetmek arzusunda olmaları; bu da herhalde Osmanlı’nın kulluk döneminden kalma bir kompleksin devamından kaynaklansa gerek. Önemli görevlere talip olup bu görevleri üstlenenler, bu iş için bazı değerlere sahip olmaları gerektiği gerçeğini bir gün kendiliklerinden görürlerse, paçayı sıyıracağız, yoksa önemli mevkilerdeki bazı kişilerin elinde oyuncak olmaya devam edeceğiz demektir.
Mesut’un gelmesini beklerken hem noksanlarımızı gideriyoruz hem de adanın başşehri Fort De France’la aramızdaki bazı koyları gezip denize giriyor, dinleniyoruz. Bu da nereden çıktı, dinlenmek niye ki, bu yolda yorulmak var mı? diye sormak elbette mümkün. Ama doğru, gerçekten dinlenmek gerekiyor. İstanbul’dan buraya kadar olan yaklaşık 6800 millik yolda günlerin yorulmakla geçeceğini öğrenmek için bu seyahati yapmak lazım, anlatmakla olmuyor ne yazık.
Geldik ocak ayının son gününe, Baranlar, İstanbul’dan başlayan ve Paris’teki 2 saatlik mola dahil, 15 saati aşan bir yolculuktan sonra akşam saat 21:00 sularında marinaya ulaştılar. Mesut’un, sırtındaki Twistle Rig dahil 18 kiloluk bir çanta, kitaptır, mecmuadır, şudur budur diye ısmarladıklarımızla ne kadar yorulduğunu gördük. Fazla dinlenmelerine gerek olmadığı, dinlenmek için bir gecelik uykunun yeteceği düşüncesinden hareketle ertesi sabah erkenden yola çıktık ve 10 gün sürecek St. Lucia, St. Vincent, Bequia, Tobago Cays, Union Island, Bequia, St. Vincent, St. Lucia, Martinique; toplam 300 Dm tutacak olan yolculuğumuza başladık.
Koydan çıktıktan hemen sonra arkamıza baktığımızda batıdan üstü tekne dolu özel geminin koya girmek üzere yaklaştığını gördük. Avrupa’dan yüklediği yatları, -bu yatların sahipleri Atlantik’i tekneyle geçmek istemiyorlar, uçakla geliyorlar-, birkaç saat içinde boşaltıp dönecekmiş. Belki de Cebel-i Tarık’tan çıkarken gördüğümüz gemiydi ve kimbilir kaçıncı seferini yapıyordu? Sezon değişince, Nisan ayından başlayarak da Miami ve Martinique’den Akdeniz’e yat taşımaya başlayacakmış; bu gemiler galiba birkaç adet olmuşlar bile. Denizcilik dergilerinden birisinde yazıyordu; Sunsail charter şirketi geçen sezon 30’dan fazla teknesini bu yoldan Akdeniz-Karayip arasında iki yönde taşıtmış; deniz ticaretinde yeni bir dal gelişiyor olsa gerek. KAYRA 2001’e katılan Amerikan bayraklı bir teknenin sahibi, iki ay önce aynı yoldan Karayip’e döndüğünü bir e-mail sirküleri ile bütün KAYRA katılanlarına anlatıyor. Gemi önce bir yüzer havuz gibi dalıyor, yat içeri giriyor, dalgıçlar önceden hazırlanmış beşik benzeri bir kızağı altına getiriyorlar, gereken yerlerini besliyorlar, tekne sabitleniyor, gemi yükseldikten sonra da kızak gemiye kaynatılıyor. Karı-koca seyir süresince teknede yatmış, gemi mürettebatı ile birlikte salonda yemek yemişler, tek çiziksiz Karayip’te tekrar denize kavuşmuşlar. Martinique’den kuzeye çıkarken kendileriyle buluşabilirsek, daha fazla bilgi toplayacağız; bir başka sefer için cazip bir Atlantik geçişi olabilir.
Yola çıktıktan hemen sonra saldığımız oltamıza ilk yarım saat içinde “yellow jack” dedikleri, sarı kanatlı palamut ya da torik gibi bir balık takıldı, “yellow fin tuna” değil ama bu; Doreen filetosunu hemen limon suyuna yatırıp etini beyazlattı, akşama da bir güzel yedik. Bequia’ya yaklaşıyorduk, ana yelken camadanlı, cenova camadanlı, 15 derece eğimle 8,5 not yaparken ben de kamarada kestirirken, birden yanımızda bir lastik bot bitivermiş; üzerinde genç bir adam ayakta, teknenin tabanına güvenlik halatı ile göğsündeki halkadan bağlı, omuzunda bir fotoğraf makinesi, objektifi naylona yerleştirilmiş, ağzında bir düdük, ayaktayken rahat kullanabilsin diye takma motorun sapı uzatılmış; düdüğü çalınca herkes dönüp ona bakıyor, o da fotoğraf çekiyor. Sabah demirde yatarken geldi, elinde Mat‘ın çerçeveli bir fotoğrafı ile başka açılardan çekilmişlerin küçük örnekleri ve bir fiyat listesi; negatifleri de satıyor, hepsini almam gerekti, teknenin böyle fotoğrafları bir daha ne zaman elime geçer ki?
Bequia’dan ayrıldıktan sonraydı, Tobago Cay’lere girişte, kanalın ağzında demirli yatların ve sığlıkların arasından dikkatle geçerken kıyıdan gelen çok kuvvetli bir ıslık sesine doğru başlarımızı döndürdüğümüzde, bir sandaldaki adamın elinde Türk bayrağı tuttuğunu gördük. Önceki gelişimizde hediye ettiğimiz bayrak, şimdi bizi selamlıyordu; demirde yatan teknelere karşı fiyakamız bir başka türlü oldu.
Gördüğümüz yerleri bir kez daha görmek, bizleri mutlu ettiği gibi özellikle Doreen ve Archie’de, Akdeniz’de 10 yıl kaldıktan sonra oluşmaya başlayan, İskoçya’ya, evlerine dönmek arzusunu, önümüzdeki sonbaharda Türkiye’den yola çıkarak kendi tekneleri ile Atlantik’i batıya doğru aşıp, kış mevsimini Karayip Denizi’nde geçirdikten sonra bu kez Kuzey Atlantik’i doğu yönünde aşarak yapacakları bir seyahatle gerçekleştirmek için gereken düşünce tohumlarını yeşertmeye başlattı. İnsan yeter ki, gitmek istesin, yol çoook.
***
Mesut BARAN
Bilmem bize mi öyle geldi, bilemiyorum ama okuduğunuz başlığın gördüğümüz yerleri kısaca tanımladığına inanıyorum.
Sevgili ağabeyimiz Teoman ARSAY’ın aylardır ilgi ile okuduğunuz Mat Yatının Atlantik Seferi’nin bu son ayağına ben eşim Ülkü ve oğlum Erdim ile birlikte katıldık, 11 gün bir rüya aleminde dolaştık ve İstanbul’a geri döndük.
Teoman ARSAY ağabeyimizle uzun yolculuk başlamadan önce İstanbul’dan planlanan bu gezide, gerçekten belki de bir daha göremeyeceğimiz yerleri, programlı günü gününe gördük.
Uzun yolculuk 31 Ocak Cuma günü sabahı İstanbul’dan başladı. İstanbul’dan Paris Orly Havaalanı’na indikten sonra terminal değiştirip Martinique Adası’nın Fort de France Havaalanı’na gidecek uçağa binmek için giriş işlemleri arasında pasaport kontrolü yapılmasını hayretle izledik. Ancak, kontrolün Fransız vatandaşları için de yapıldığını, onların da pasaportla adaya giriş yaptıklarını anladık.
İkinci hayret uyandıran nokta dev Boeing 747 Jumbo uçağının tam tamına yanlış okumadınız 510 yolcu ile tıklım tıklım dolu olması idi. 8,5 saatlik bir yolculuktan sonra 20 dakika pasaport polisine takılmamız biraz sıkıntı yarattı. Vize işlemlerinin hepsi tamamdı ama “Hangi otelde kalacaksınız?” sorusuna “Bir Türk teknesine gidiyoruz” yanıtı kafalarını karıştırmıştı. İki polis bir yerlere sordular, telefon ettiler ve sonunda ikna olup giriş mührünü bastılar. Martinique Fransa’ya bağlı bir ada olduğu için cep telefonları çalışıyordu. Diğer adalarda böyle bir olanak yok. Yaklaşık 40 dakika süren taksi yolculuğundan sonra Mat‘ın bağlı olduğu Le Marin’e ulaştık.
Sabah erken yapılan kahvaltı sonrası limandan markalanmış mercan kayalıklarından güneye yolculuk başladı. İlk gün St. Lucia’nın Piton adı verilen koyunda geçirildi. O günkü izlenimlerimiz şöyle oldu. Bu yörede 24 saat rüzgâr esiyor. Bulunduğumuz yerlere göre rüzgâr 20 milden başlıyor, bazı burunlarda 60 mile çıkıyor. Ben Ege’de bir kez 55 mil görmüştüm. Ama göstergenin 60 milin üzerine oturması gerçekten değişik bir duygu. Sonra ikinci ve önemli nokta devamlı rüzgâr esmesinden dolayı bir sinek böcek gibi haşereye rastlamadık. Üçüncü önemli nokta yağmurun ne zaman ve ne kadar süre yağacağı belli değil. Tipik tropikal iklim özelliklerine uygun koşullar. Mat yatının güvertesi 11 gün süre ile hiç tuzlu kalmadı. Dördüncü dikkat çeken konu, adaların kıyıdan başlayarak en tepesine kadar yeşil olmayan yeri yok. Her yer muz, hindistan cevizi, palmiye ağaçları ile kaplı. Doğal koyların bulunduğu yerde kıyılar Sedir Adası’nın Kleopatra Plajı’ndaki gibi ince açık renk kum. Ortalama günlük sıcaklık 30 derecenin altına inmiyor. Suyun sıcaklığı da 25 derece dolayında. Bildiğiniz gibi Ege koylarında genelde baştan demir, kıçtan çam ağacına bağlanır. Burada ise muz veya hindistan cevizi ağacına bağlıyorsunuz. Adalar arasında geçişlerde dalga biraz büyümekte ama çok rahatsız edici değil. Rüzgâr her zaman estiğinden yelken seyri çok keyifli oluyor. Hele Mat gibi 40 tonu aşan teknede rüzgâr oturduğunda sürat göstergesinde 9.5 mili görmek pek keyif verici oluyor. Demirlediğiniz küçük koylarda bile tekne sayısı 50’yi aşıyor ama hiçbir gürültü duymuyorsunuz. Herkes birbirine saygılı…
Yolculuğumuzun ikinci günü en uzun seyrimizi gerçekleştirdik ve 51 mil yol kat edip üstelik bir büyük ada olan St. Vincent’e uğramayıp Bequia Adası’nın nefis ince kumlu koyuna demir attık. Bundan sonraki rotamız 21 mil mesafedeki, sanıyorum çoğu mayo çekimlerinin yapıldığı Tobago Cays oldu. Turkuaz rengi suyu, incecik kumu ile burada günlerce kalsanız sıkılmazsınız. Zaten gün çabucak bitiyor. Bir sonraki gün rotamız çok kısa olan 3 mil mesafedeki Union Island oldu. Tobago Cays’de stokları tükenen yatlar bu adaya gelip eksiklerini üç dört marketin bulunduğu yerden tamamlıyorlar. Bu marketlerde tüm yiyecekler ithal. Bir markette tüketim tarihi dolmak üzere Ülker bisküvisi bile vardı.
Buradan puslar içinde görülen Grenada Adası’na gitmiş olsaydık, ilerisi Venezuela kıyıları olacaktı. Dönüş yolculuğunda bizim de çok beğendiğimiz Bequia’da bir gece demirde kaldık. Internet cafe’ den Türkiye’yi telefonla arayıp bilgi aldık. Sonraki gün St. Vincent Adası’na geçip Cumberland Bay’de baştan demir atıp kıçtan karaya bağlandık. Bir sonraki gün 42 mil mesafedeki St. Lucia Adası’nın Marigot Bay’de demirledik. Bu küçük koyda doğa bir harikaydı.
Akşam adanın marinası olan kıyısında güzel yalıların, önünde yatların bağlandığı Rodney Bay’e girdik. Botla liman içinde yaptığımız gezide tek katlı nefis evleri biraz olsun kıskanarak seyrettik. Bazı evlerin bahçelerinde kıyıya yakın yerlerde ayrıca bar konmuş, ev sahipleri misafirleri ile içkilerini yudumluyorlardı. St. Lucia’dan Martinique yalnızca 21 deniz mili. Güzel rüzgârlı bir havada bu yolu iki buçuk saatte tamamlayıp Grand Anse D’arlet Koyu’nda yine 4-5 metre pırıl pırıl suya demir attık.
Martinique Adası’nda Fransızca, diğer Karayip adalarında ise yerli halkın tamamı İngilizce konuşuyor. Bize nereden geldiğimizi sorduklarında, “Türkiye’den” deyince, Türkiye’yi “Dünya Futbol Şampiyonası” ndaki 3’üncülüğümüzden tanıdıklarını söylediler ki, bu yaklaşımdan çok gurur duyduk.
Bundan sonraki gün Le Marin’e dönünce bizim rüya da bitti. Uçağımız bir gün sonra olduğu için araba kiralayıp Martinique Adası turu yapma fırsatı oldu.
İlk gün adanın kuzeyine yaptığımız gezi sırasında adanın başşehri olan Fort de France’daki tur sonrası tropik yağmur ormanlarının arasında adanın kuzeyine gidip döndük. Bir sonraki gün uçağımız akşam olduğundan bu kez adanın doğu kıyısındaki Atlantik sahillerini gezdik. Le Vauclin tam bir sörf cenneti. Kıyı ile reef’ler arasında atılan şamandıralar arasında yüzlerce sörf gidip geliyordu.
Reef’e yakın bir yerde tıpkı bizim Hisarönü’nde olduğu gibi Kızkumu’nun çok daha uzununda önce ayak bileğinden başlayarak yürüyorsunuz yüzlerce metre sonra su belinizi biraz aşıyor. Çok keyifli bir yer.
Burada hareketli sezon Eylül ayından başlayıp Mayıs ortalarına kadar sürdüğünden gezilecek, görülecek ve yazılacak daha çok şey var. Buralara ulaşmak pek o kadar da zor değil. Bizim Ege koylarında gördüğümüz Sun Sail firmasının her boyda teknesinin birkaçını bu koylarda görüyorsunuz. Ayrıca Moorings Yacht bu yörede çok iyi örgütlenmiş. Bir haftalık ya da iki haftalık tekne kiralamak olanağı çok geniş bir yelpazede mümkün. İsterseniz mürettebatlı çeşitli boy tekne de size hizmet vermekte.
Siz yalnız isteyin. Gerisi kolay diyorum…
***
Baranlarla gezimiz Tobago Cay’lerden Union Island’a oradan yine Bequia’da bir gece kalarak St. Vincent’e devam etli. St. Vincent Adası’nda bu kez başka bir koyu denemek istedikse de iki lokantanın müşteri kapma yarışının içinde kalmamızın yarattığı rahatsızlıkla, demirleyip ne de güzel bağlanmışken, pilimizi pırtımızı toplayıp daha önce kaldığımız ve doğal kayaların mendirek gibi sardığı köyün önüne gidip demirledik. Oysa demir atıp kıçtan hindistan cevizi ağaçlarına bağlandığımız koy ne kadar da Göcek koylarını anımsatıyordu, kısmet değilmiş. Lokantalardan birisinin sandal çıkartıp koya girmekte olan teknelere dağıttığı yemek listesini rakibin adamları toplayınca, listesiz kalan lokanta sahibinin kontağı attı. Ne bilelim yani, ırkçılık yapmıyoruz ama, siyah ırktan insanları birbirinden ayırmakta zorlanıyoruz ya, rengarenk giyimler, hotozlu kafalar, insan kimi aklında tutacağını şaşırıyor.
Ayın 9’unda St. Lucia’da da yine bir gece kaldıktan sonra Martinique’e döndük. Baranların adayı gezmeleri, Archie ve Doreen’e 3 haftadan biraz fazla süreyle emanet edeceğimiz Mat‘ın temizlenerek liman düzenine alınması vs. ile geçen günlerimizden sonra 12’si akşamı Mesutlar saat 20:45’te, Efendi Kaptan Ahmet’le ben de 22.45’te kalkan Air France uçakları ile İstanbul’a yola çıktık. Bu yolculuk indisi, bindisi, beklemesi, aktarması ile 17-20 saat dolayında sürüyor. Hafta başındaki uçaklarda (hepsi de Boeing 747 Jumbo Jet) biraz nefes almak mümkün de hafta sonuna doğru sanıyorum 500 dolayında kişiyle yapılan yolculuk insanı yoruyor.
Ne var ki, Paris’te 7 saat süreyle kalmamız EMYR rallilerinden birisinde tanıştığımız Makoko yatı sahibi Jean Claude ve eşi ile buluşmamıza zemin hazırladı. Orly Havaalanı’nda buluştuk, biraz Paris’i gezdirerek evlerine bir içkiye, oradan yemeğe, oradan da bir taksi durağına götürdüler, biz de oradan De Gaulle Havaalanı’na yolumuzu bulduk. Makoko yatı halen dünya turu yapmakta olup, sahibi çift her kış sezonunda bir miktar yol alıp tekneyi bir marinaya bırakıyor ve Fransız Rivierası’nda bir yerdeki evlerine, yaz sezonunu Akdeniz’de geçirmek üzere, dönüyorlar. Şimdilerde Pasifik Okyanusu’nda Fiji yolunda olmaları gerekiyor, emekliliğin böylesinin her denizsevere nasip olmasını temenni ederim.
Vardık ki, İstanbul karlar altında; biz ise birer blucin, gömlek ve bir de ince montla zemheri zürafası gibi ortalıktayız, neyse ki, evlerimiz yakın.
Haftalar çabucak geçti ve bu kez Ataköy Marina sakinlerinden Dream Nauti Boy ile Harmony In Blue yatlarının reisleri sevgili genç arkadaşlarım Murat Emiralioğlu ve Faruk Kutay ile birlikte aynı yolu güle oynaya, saatlerin nasıl geçtiğinin farkına bile varmadan gidiverdik. Limana ulaştığımızda yat taşıyan geminin yine koyun ortasında demirde yattığını ve yüklenmiş olduğunu gördük, sabah erkenden hareket etti.
Bu arada Doreen’in bacağındaki bir varisin tedavisi gerekince Martinique’ten ayrılmamızı iki hafta geriye atmak zorunda kalmamızı olumlu değerlendirdik ve hem adayı daha etraflıca gezmemiz hem de yüzüp eğlenerek dinlenmemiz mümkün oldu. Ne kadar çok güldük, anlamlı anlamsız her şeye! Marinanın palamar botunun adı “Master Baiter”. Almanlar örneğin patalyaya; Kızıldeniz’in sularını gösterdiği mucize ile açtırarak insanlarını bir kıyıdan diğerine yürüyerek geçiren Musa Peygamberden esinlenerek Moses derler; patalya kıyı ile tekne arasında bağlantı sağlıyor, gidip gelebiliyor ya, o anlamda yani. Master Baiter’ın adını da Martinikliler herhalde gençliğin ilk heyecanlı denemelerinden esinlenerek uydurmuş olsalar gerek; çünkü isim süratli okununca bir gidiş geliş hareketini çağrıştırıyor sanki; çevremizdeki yatçıların genel kanısı böyle, bol bol da gülüyorlar. Şimdi yani biz Türkçemizde ne diyeceğiz bu bota?
Adanın asıl kenti Fort De France’ın bulunduğu körfezin güney yakasında Anse Mitan açık koyunda yüzmek için demirlediğimizde baktık ki yat taşıyan gemi yine geliyor. Bunlardan herhalde birkaç tane var ki, ikide bir rastlıyoruz. Nitekim Faruk ve Murat’ın yola çıkacakları gündü, marinaya dönerken gördük ki, gemi (borda numarası 12) bizim koya demirlemiş ve hazırlanmaya başlamış. Kıçındaki kapak açık, içeride bir yelkenli yat, içeriye iskele tarafta alınmış bile. İki gün içinde havuzunu yelkenli ve motorlu yatlarla doldurdu; aralarında bir tane 25 metrenin üstünde yelkenli bir tane de 4-5 katlı motoryat vardı. Anlaşılan o ki, bu gemi ya da gemiler sezon süresince 10-15 günde bir gelip gidiyorlar, kıyak bir iş bulmuşlar. Marina ofisinden bir broşür aldık, bir de navlun sorduk; broşür çok güzel de navlun bir acayip, ancak gemi dolabildiğine göre demek ki, işin bir ekonomik cazibesi var, bu insanların tümü de miras yemiyorlar ya!
Martinique son derece medeni ve zengin bir ada, geçimini turizmden ve Fransız devletinin gönderdiği paralardan sağlıyor olsa gerek. Yollar pırıl pırıl, trafik son derece düzenli, gürültü patırtı yok. Huzur dolu bir yer, ama hayli de pahalı, çünkü her şey dışarıdan geliyor. Müstemlekecilik bizim hiçbir zaman yapmadığımız, yapamadığımız bir şey. Lügat, kelimenin müsta’mer yani “muhacir yerleştirerek mamur, şen bayındır bir hale getirilen yer” anlamını taşıdığını, Fransızca’sının da Colonie olduğunu söylüyor. Ne var ki, müstemleke yerine kullandığımız sömürgede sanki biz sömürmedik ama başkaları sömürdüler demek istercesine bir kıskançlık da sezmek olası. Oysa sömürgeci olarak nitelediğimiz ülkeler, ele geçirdikleri, kullandıkları ama yaşattıkları bu gibi yerlere, oraları sömürmüş olsalar da koloni (yerleşim) demişler. Martinique işte böyle bir kolonilik döneminden geliyor ve bugün Fransız parlamentosunda temsil ediliyor. Fransa’nın Güney Amerika kıtasında, Atlantik, Pasifik ve Hint Okyanuslarında eski kolonileri var, ama artık hepsi bir bütünün parçaları; büyük zengin, güçlü ve denizci olmak için çok çalışmış, çok riske girmiş olmak kaçınılmaz olsa gerek ve bu nedenle de bu ülkelerde kimse “ülkemizin 3 tarafı denizlerle çevrili, onun için denizci olmalıyız” diye bir palavra sıkmıyor. Yapacaklarını zamanında yapmışlar, harcamışlar, harcanmışlar, sahip olmuşlar, ödün de vermemişler.
Paris’ten bu adaya ve bu adadan Paris’e her gün sadece Air France şirketi iki tane 747 kaldırıyor, charter uçakları işin cabası. Aynı şekilde bütün diğer eski kolonilere de her gün uçak var. Üyesi olmaya çalıştığımız AB’nin üyesi Fransa’nın eski kolonisinde durumlar böyle. Kimi zaman AB’ye üye olmamızı istemediklerine gerçekten inanasım geliyor ve yetişen gençliğin yaşayamayacaklarını düşündükçe de iyice karamsarlığa kapılıyorum.
İstanbul’da süratle geçen Şubat ayının üç haftası içinde ADF ve DSTI olarak geçirdiğimiz şoku toplantılara katılanlar bilir, bu toplantılarda;
-Bir tarafta Karantina Müdürlüğü amatör denizciye amatör yat ve tekneleri kendince tarife kalkışıyor (onun görevi bu değil ki,) bu teknelerde ”gemi adamı” çalıştırılmasını yasaklamak isterken (Anayasa’mızın tanıdığı çalışma hakkına değiniyor), aynı zamanda Patente uygulamasında ki karşıtlığı “kabotaj hakkı başka, kabotaj seferi başka şeydir” diyerek kelime oyunları ile haklı ve doğru göstermeye çalışırken;
-Diğer tarafta Müsteşarlık adına konuşanlar çok ağırbaşlı sözler kullanıldığı inancı içinde bilgece bir ifadeyle “merak etmeyin, her şey olacak ama hiçbir şey kuralsız olmayacak” (kuralsızlık isteyen mi var ki?) veya içinde boğulup kaldıkları mevzuat karmaşasına rağmen hâlâ “devlet her şeyin iyisini ve doğrusunu yapar” demekle, amatör ruhun ve denizciliğin ne olabileceğini anlamadıklarını ortaya koydular. Başka ne beklemeli ki; onların denizcilik gibi bir hobileri yok. Hal böyle olunca da görevin yerine getirilmesinde en kolay yol, insan yaşamını dört köşe kalıpların içine sığdırmaya çalışmaktan geçiyor.
Konu, Boat Show kapanırken yapılan ve Gani Müjde’nin yönettiği panelde de işlendi ve neyse ki, katılanlar arasında bulunan ve görevine yeni atanmış Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürün’ün iyi niyetli bir yaklaşımla çözüm getirmeye çalışacağı yönündeki beyanı yüreklere biraz su serpti; bakalım, göreceğiz.
Bir başka ümit kapısının daha açılmakta olduğunu, ADF ve DSTİ’nin ortak gayretleri ile amatör denizcilikle ilgili konuların Denizcilik Müsteşarlığı’nda mart ayında yapılacak bir ortak toplantıda işleneceğini Mat’a kadar ulaşan son haberlerden öğreniyoruz. Umarım artık ne olup ne olmadığımız anlaşılır.
Amatörlüğün ufukları hakkında bilgi gerekiyorsa en kışa yoldan bakalım; America’s Cup’ı İsviçre kazandı. Denizi olmayan ama amatörlüğün toplumsal yararlarının çok iyi bilindiği bir ülke. Whitbread yarışını da bir kez kazanmışlardı.
Diğer taraftan denizci ülke olmak için illa kocaman bir ticaret filosuna sahip olmak da gerekmiyor ki, nitekim, ABD Denizcilik İdaresi’nin görevi “ABD karasularında ülke içi malları, dış sularda da ülkenin ihraç ve ithal ettiği malların bir kısmını taşıyabilecek ve savaş halinde yardımcı bir askeri güç oluşturacak bir ticaret filosunun yaşatılmasına çalışmak” olarak gösterilmiş. Aynen aktarıyorum: “Maritime Administration (MARAD) promotes the development and maintenance of an adequate, well balanced, United States merchant marine, sufficient to carry the Nation’s domestic waterborne commerce and a substantial portion of its waterborne foreign commerce, and capable of serving as a naval and military auxiliary in time of war or national emergency.”
Ve unutmayalım;
-17 Ağustos 1999 depreminde Gölcük’e gönderilen yardım malzemesinin hayli büyük bir bölümünü Ataköy Marina’dan yelkenli ve motoryatlar taşıdı.
-İkinci Dünya Savaşı’nın Dunkirk çıkarmasında İngiliz yatları ve yatçıları askerin yanında görev aldılar. Oralarda yatçı dediğimiz amatör vatandaşlar için ne patente var ne 2 yılda bir sağlık kontrolü ne de başka yasaklar. Sadece özgürlükler var, güvenlik önlemleri de mantığa dayalı.
-Yine ABD’de bir süredir o sevilmeyen (!) motoryatlar sahiplerince gönüllü olarak 50.000 dolar kıymetinde deniz suyu analiz aygıtları ile donatılıyorlar ve topladıkları bilgileri bir merkeze aktarıyorlar, amaç: Okyanuslarımızın (!) -ifade aynen böyle; okyanuslar onların demek ki- temiz tutulmasına katkıda bulunmak için bilgi toplamak.
Güzel günler çabucak geçiyor, yat taşıyan gemiyi de gördükten sonra gelecekle ilgili iyice zenginleşen hayallerimizi bir kenara ittik ve havaalanı terminalinde minibüsün bagaj kapağı dibinde Faruk ve Murat’tan ayrılırken gerçek dünyamıza döndük. Onlar 20 saate yakın uçarken biz önce uyuyacağız, sonra da tekneyi kuzeye doğru başlayacağımız yolculuk için hazırlayacağız. Önümüzde görülecek daha 10’dan fazla ada, girişli çıkışlı 1000 Dm yol var, kalan vaktimiz ise 6 hafta; Nisan sonunda Atlantik geçişimiz başlayacak.
Haziran ortalarında kendi kıyılarımız da olmayı düşlüyoruz; Mat‘ın “Özel Yat Kayıt Belgesi” ile “Patente”sinin benim de “ADYB”min süreleri dolmuş olarak, bakalım nelerle karşılaşacağız?
Kuzeydeki adalara çıkarken, belki Cüneyt ve Seda Güleray çiftini tekrar görürüz, oralarda bir yerde olmaları lazım. Kemal Ayata kendileri ile haberleşip bana da bilgi verirse iyi olur. Archie ve Doreen’in ABD vizeleri alınamadı. Bu nedenle Miami ve Florida bir başka bahara kaldı.
Karayip Denizi Bahamalar’ın en GD ucunda yer alan eski İngiliz kolonisi bugünün bağımlı bölgesi. (Dependent Territory) “Turks and Caicos” (Türkler ve Kayıklar mı acaba?) adalarından terk etmeyi planlıyoruz, Ali ve Nilgün Gündüz dostlarımız dönüş yolculuğumuzda Mat’a buradan katılacaklar. Ülke sevgim bu adaların denizci ecdadımız tarafından keşfedilip isimlendirilmiş olduğunu söylemek istiyor. Gerçekten geçmişte bir gün buralara kayıklarımızla gelmiş olabilir miyiz diye düşünüyorum? Tabii ki, öyle bir şey yok; buradaki Türk kelimesi adalarda yetişen ve Osmanlı’nın “fes”ine benzeyen bir kaktüs cinsinden (kaktüsü gidince göreceğiz), Caicos da Lucaya lisanında “caya” ve “hico” kelimelerinden oluşmakla “adalar dizisi” anlamını taşıyor; uydurmuyorum, kitap böyle yazıyor. Bu adaların ilk insanları Tainoslar’ken, Kristof Kolomb bunlara Lucayan (Lukayalılar) adını vermiş ve 16’ncı yüzyıl ortalarından başlayarak da bir tanesi kalmamak üzere tamamı esir ticaretinin ve ithal malı hastalıkların kurbanı olmuş; aynen Bahama adalarında o zamanlar yaşayan bütün Lukayalılar gibi. Bir rivayete göre Kolomb’un ilk ayak bastığı ada “Grand Turk” (Büyük Türk) adasıymış, yani bilindiği üzere şimdiki adı “San Salvador” olan Watling Adası değilmiş. Rivayet mivayet, olsun, ne yazar ki, adımız var ya buralarda, şanımız yürüsün. Daha fazlasını merak edenlerin “Caribbean Islands” kitabını “www.footprints.com” okumaları önerilir, biz ise şu fese benzeyen adaları gidip yerinde göreceğiz.
Turks & Caicos ‘lara gidinceye kadar daha önümüzde ilk adımda Dominica, Iles des Saintes ve Guadeloupe var, sonra daha başkaları geliyor. Dominica eski bir İngiliz kolonisi bugün ise British Commonwealth’in tam bağımsız bir üyesi; hep karıştırıyordum ama şimdi öğrendim artık, Dominik Cumhuriyeti ile Dominica’nın bir ilgisi yok.
Bugün Mart’ın 15’i Cumartesi; sabah saat 10:00’da iki aydan üç gün az kaldığımız Karayip Denizi’nin belki de en güzel adası olan Martinique’in Le Marin kasabasındaki marinadan Master Baiter’in şamandıramızı çözmesi ile yola çıktık. Çıkış işlemlerimiz bir belgenin doldurulup imzalanmasından başka bir şey değildi. Görevli pasaportlarımıza dahi bakmadı. Akşam adanın kuzey ucunda Mount Pelee yanardağının hemen dibinde 1905 yılındaki korkunç felaketten sonra yeniden kurulmuş olan St. Pierre kasabasının önünde demirleyeceğiz. Yarın sabah da oradan Dominica Adası’na hareket edeceğiz. Limandan ayrılırken hemen önümüzde “Dock Express 12” isimli yat taşıyan gemi de adadan uzaklaşıyor, önce güneye, St. Lucia’ya doğru yol verdi sonra doğuya döndü. Meraklanıp telsizle aradık ve nereye gittiğini sorduk; Hollandalı olduğu şivesinden anlaşılan kibar kaptanı, Fransa’nın Toulon limanına gittiğini, bir ay sonra tekrar geleceğini, dilersek bizi o zaman karşıya taşıyabileceğini söyledi. Sağol, almayalım, biz bu seferlik başımızın çaresine bakarız, ileride belki misafirin oluruz dedik ve karşılıklı hayırlı yolculuklar dileyerek vedalaştık. Martinique nire Toulon nire, kestirmeden de gitse herhalde 5000 Dm’ye yakın yolu var, boşaltacak, yükleyecek ve bir ay sonra yeniden burada olacak, sürate bak, işe bak.
Bugün hava 4 kuvvetinde tam doğu esiyor. Tam arma bastık ve 8,5 not üstünde süratle adanın güney ucuna dönüp kuzeydeki St. Pierre kasabasına yol verdik, 25-30 Dm yolumuz var. Fort De France’ın körfezini kuzeye doğru geçince de adanın kuytusunda rüzgâr kaldı. Motorla yolumuza devam edip saat 15.00’e yaklaşıyordu demir yerimize ulaştık. Yanardağın patlamasıyla birlikte bir sürü gemi de burada demirdeyken kaçamayıp batmışlar; demirimizi leşlerden birisine takmayalım diye korkuyoruz ama çevrede bir sürü de dalgıç var, turistleri bu batıklara daldırıyorlar. Denizin tabanı birden derinleşiyor, 10 metreye demirledik, 40 metre zincir saldık, şimdi altımızda 30 metre su var, yani bir yamaca demirledik, yüzerken dibin kum olduğu renginden anlaşılıyor, su pırıl pırıl.
Çok sakin bir gecenin ardından sabah saat 07:00’de St. Pierre’den kalktık ve adanın kuytusundan çıkıncaya kadar yolumuza motorla devam ettik. Martinique Adası 4 mil kadar gerimizde kalmıştı ki, Atlantik’in güzel rüzgârını tam apazdan almaya başladık, dalgalar da yandan, dövünmeden zaman zaman 9,6 nota kadar çıkan süratimizle dört başı mamur keyif içinde seyrediyoruz, Dominica Adası çıplak gözle seçilmeye başladı bile. Birden farkına vardık ki, şaftımız dönmeye devam ediyor, her zaman kendi kendine kanatlarını yoluna çeviren MaxProp pervanemiz bu kez kazık kesilmiş. Motoru çalıştırdık, ileri ve geri verdik, kanatlar motor gücü altında dönüyor ancak sürüklenmeye başlayınca dönmüyor. Şaft freni ile durdurmaya çalıştık ama dönme sürati yüksek, balatalar kızışıp kokmaya duman çıkarmaya başladı, durmuyor, vazgeçtik, dönsün. Demir yerine vardığımızda dalıp bakmamız gerekecek, manevrayı etkilemeyecek belli, kanatlardan birisinin dibine misina sarılmış olabileceğini düşünüyoruz.
DOMİNİCA…
Dominica son derece sarp, dağlık bir yapıya sahip. Kristof ağabeyimiz adanın bu sarp yapısını tarif etmek için bir kâğıdı eline alıp bumburuşuk eder ve öylesine masanın üzerine bırakırmış.
Saat 14:00’e geliyordu, adanın başşehri olan Roseau’nun büyük iskelesinin hemen yarım mil altında bir şamandıraya bağlandık. Limana yaklaşırken karşıdan bir bot geldi, içindeki kendisini tanıttı, adı Panço. Tanıtmasına gerek yoktu, çünkü Doyle kitabında zaten tanıtıyor ve “her derdinize çare bulabilecek birisidir” diyor. Panço hayli cins birisi, kafada saçlar sımsıkı örülü, yanlarından püsküller sarkıyor. Bütün giyim şort ve tişört, bir ayağının parmaklarından birisi patlak ya da kopuk. Hayli kirli, paslı görünümde ama bol esprili, canayakın; karısı Belçikalıymış, hamileymiş, yakında doğuracakmış, çocuğuna Fransız pasaportu alabilsin diye doğumunu Martinique Adası’nda yapacakmış vs. vs.
Kitaba göre bu ada Karayip’in en yağmurlu adası, ancak hava pırıl pırıl. Bulutlar adanın doğu yamacına yaslanmışlar, batıya, bizim tarafa gelmiyorlar. Büyük iskelede Drawn Princess isimli İngiliz bayraklı bir transatlantik bağlı, yarım mil kuzeydeki ticari limanda da bir başkası bağlıymış. Bugün esnafın yüzü gülüyordur, herhalde 3000’den fazla turist adayı basmıştır. Burada da en lüks dükkân “Columbian Emeralds”, klimalı, elmas, pırlanta, yakut, zümrüt hepsini satıyorlar.
Dominica’da önceleri yatlara hiç önem verilmezken son yıllarda giderek çok kolaylık göstermeye başlamışlar. Zaten pek fazla çeşitli gelir kaynakları da yok, o nedenle de turizm çok önemli. Saat 15:00’den sonraydı botla gümrüğe gittik, kibar bir görevli, şakalaşarak, adanın gezilecek yerlerini de anlatırken kaç gün kalacağımızı sordu. 4-5 gün deyince iki tane kâğıt doldurdu, 3 kopya mürettebat listesi aldı. Kâğıtlardan birisi kıyısal sefer içinmiş, Sahil Güvenlik botu çevirirse göstereceğiz. Pasaportlara bakmadı bile, “Buyurun hoş geldiniz, yine gelin” dedi ve Dominica’ya girmiş olduk. Normalde giriş ve çıkış işlemlerini aynı anda yaparlarmış ve yatlar buna rağmen 72 saat kalabilirlermiş. Biz 72 saatten fazla kalacağımız için çıkışta Portsmouth’ta yine gümrüğe uğrayacağız.
ADA TURU…
Çok daha uzun süre kalmayı pek arzulayan olacağını sanmak hayal galiba. Ne var ki, adanın iki özel değeri var; birincisi dünyanın ikinci en büyük sıcak su kaynayan krater gölü, en büyüğü Yeni Zelanda’daymış. Diğeri ise çok zengin sualtı dünyası ki, scubacıların aradıkları bir cennet köşe. Panço krater gölüne çıkmamızı teklif etti, 6 saat yürümek gerekiyormuş; Doreen’in tedavi gören bacağı dayanmaz, benim de zaten dizim hâlâ düzelmedi, çıkamayız, pas geçtik. Onun yerine bu kez Panço’nun babası bizi minibüsle adanın yarım turuna götürdü. Ama önce Panço’ nun evine gittik, küçük bir odaya bilgisayar koymuş, yatçıların istifadesine açık, e-maillerimize baktık. Panço bahçesinde kendi marihuanasını kendisi yetiştiriyor, bitkiyi gösterirken bir yaprak kopartıp elinde ovaladı sonra yere attı, iki köpeğinden birisi de hemen kapıp yuttu, hayvana hiçbir şey olmadı. Böyle yaşamlar da var, hava güzel, deniz güzel, cep delik, cepken delik, fakat yaşam devam ediyor, hazin mi? Kimine göre belki, ama gerçek.
Adanın yolları düzgün satıhlı fakat feci derecede virajlı. Dön baba dön, ormanlar içinde bir yolculuk 6-7 saat sürdü. Öğle yemeğini bir yamaçta yaşlı bir kadının bambudan yapılmış beş odası olan apart otelinde yedik. Yarım saat bekledik havuçlu pilav ve dorado olduğunu söyledikleri bir haşlama balık geldi. Archie ile 2’şerden 4 de punch içtik, hediyesi 50 dolar, yuhh ama!.. Bastona dayanarak yürüyen kadıncağız, üstüne üstlük yemek süresince yanımızda oturup İngilizler’e, onların bile çok zor anladıkları bir lisanla, gençliğinde ada için nasıl çabaladığını, kendi köyüne yol yaptırmak için kraliçeden önce 64.000 Sterlin yardım sağladığını, sonra da köprü yapımı için bir kez de 6.000 Sterlin daha kopardığını; kraliçenin adanın anası olduğunu, kuzeydeki Portsmouth limanına Britanya yatıyla geldiğinde karşılayanlar arasında kendisinin de bulunduğunu anlattı durdu. Beyni herhalde artık tam çalışmıyor ki, hikâyesini iki kez dinledik, üçüncüsüne başlarken zaten kalkmıştık.
Adanın asıl yerlileri olan Caribler bir özel köyde yaşatılıyorlar, geçerken yolda tabela var, üstünde “bu bölge uyuşturucudan arındırılmıştır” yazıyor. Adanın bugünkü yerlileri ise vaktiyle Afrika’dan getirilen esirlerin torunları, kimileri de beyazlarla karışınca Creole olmuşlar, kim kimin adasında yaşıyor, pek belli değil.
Cariblerin yamyam oldukları anlatılıyor. Nitekim Piri Reis’in haritasında Kristof Kolomb ‘dan aktarma olsa gerek, bu bölge ile ilgili bir de not vardır. Yanlış hatırlamıyorsam hikâye şöyle: Bu denizlerde dolaşırken içinde birkaç kişi olan bir kayığa rastlarlar, adamlar kaçmaya başlayınca takip ederler ve görürler ki, kayığın içinde paralanmış bir ceset, meğer kayıktakiler adamı yemekle meşgullermiş.
Akşamüstü saat 17:00’ye geliyordu tekneye döndük.
Buralarda güneş batarken son anda tepesi bazen bir an için yeşil renk alıyor, buna “Green Flush” diyorlar, bir doğa olayı, nedeni de bilinmiyor. Şimdiye kadar iki kere yakalamıştık, bugün üçüncüsünü gördük; havanın çok berrak olması ve ufukta hiç bulut bulunmaması lazım. Görebilmek için güneş ufka yaklaşırken devamlı bakmak gerekiyor elinizde sundowner varsa, green flush’tan sonra mutluluk kabarmasından olmalı, akşamın keyfi de değişik oluyor, heh hee (!). Güneşin batış saati hemen hemen hep 18:15 dolayında ve son yarım saat içinde rüzgâr daha serin esiyor, bazen insanı ürpertiyor bile. Güneş batarken ışınlarının açısı çok yatık geldiğinden rüzgâr daha serin hissedilirmiş. Battıktan sonra doğanın dengesi yerine geliyor ve hava tekrar ısınıyor, çünkü bu kez rüzgârın sürati düşüyor, heeey koca doğa, kuzum sen bütün bunları neden ve de nasıl yapıyorsun? Artık çok iyi biliyoruz; en büyük kötülükler, insan doğada modeli olmayan işler yapmaya kalkıştığı zaman, oluyor.
Bugün 18 Mart, adanın kuzeyindeki limanı Portsmouth’a çıkacağız. Dün sabah bir ara tüple dalıp, pervaneyi kontrol ettim, normal gözüküyor, bakalım bugünkü seyrimizde ne yapacak. Ne biçim daldım, 6 kg. kurşun fazla geldi, 30 metrede dibi bulmamak için şafta tutunmak gerekti. Hava her zamanki gibi tam yelkenlik, 15-20 not esiyor ve saçak altı gideceğiz. Çarşıdan son ihtiyaçlarımızı temin edip öğle olmadan kalkacağız ki, green flush’a demirdeyken yetişelim.
Çarşıda şaşırtıcı zenginlikte bir süpermarket var. Dolaşırken adayı biraz daha tanıyoruz. Sabun imal ediyorlar ve sadece turist gezdiren transatlantiklere 3 milyon adet satmışlar. Colgate diş macunu fabrikası var. Biraz tişört falan da yapıyorlar, ben bir tane aldım “made in China”. Doyle’un kitabında son zamanlarda çip üretmeye başladıklarını da yazıyor ama kimse teyit etmedi. Bir ara ülkeye para gelsin diye isteyene 50.000 dolar karşılığında vatandaşlık satıp pasaport vermeye başlamışlar ve ilk kalemde 300 Rus vatandaşı pasaport almış, o zaman da herhalde ürküp vazgeçmişler, neme lazım kara para olayları falan herhalde. Ortalıkta bayağı lüks spor arabalar da dolaşıyor, kırtıpil döküntüler de.
Saat 11:00’e geliyordu, şamandırayı koyuverdik, cenova + mizana düzeninde sancak kontra, kıyı boyunca 5-5,5 notla kuzeye çıkmaya başladık. Daha bir saat gitmemiştik, rüzgâr önce mayna, sonra burada çok ender rastlanan şekilde kuzeydoğuya dirise etti, yolun kalan kısmını motorla bitirdik. Portsmouth’ta Indian River adında bir nehir var, geziliyormuş. Yarın bir kayıkla gezeceğiz, bizim Bartın Deresi herhalde 1000 kez daha güzeldir. Sonraki gün sabah yola çıkacağız, hedefimiz Guadeloupe ‘un küçük adaları olan Iles des Saintes (Azizler) 20 Dm mesafede, gözle görülüyorlar. Bu adaların ismini de Kristof Kolomb ağabeyimiz koymuş ve Los Santos demiş, Fransızlar sonra tercüme etmişler. Kristof Kolomb bölgedeki bütün adaları gezip isimlerini bizzat koymuş.
Akşam sahilde bir İsviçreli’nin işlettiği lokantada nefis bir yemek yedik. Sabah ise bir sandal kiralayıp Indian River’a girdik. Bartın Deresi ile bir ilgisi yok. Tropikal ormanın içinden, ağaçların arasından kürekle gidiliyor, motor yasak. Başlangıçta suları biraz bulanık, sonra giderek berraklaşıyor. İçinde bol balık var. Çevrede papağanlar ötüyor. Dominica’nın bayrağında papağan resmi var, adanın sembolü. Bir dalın tepesinde iguana oturuyordu, görmek çok zor, sandalcımız gösterdi. Yaklaşık 2 kilometre girince bir bar/restorana geliniyor, arkasında dolaşmak için de ormana patikalar açılmış. Geldiğimizde adam barın kepenklerini yeni açıyordu, transatlantik yolcularının bir kısmını da buraya getiriyorlarmış, onun için 100-150 kişilik oturacak banklar var. Bugün Dominica’ya 4 transatlantik gelecekmiş, ikisi Roseau’ ya, ikisi Portsmouth’a. Çevreyi seyrettik, biraz video, biraz fotoğraf çektik ve boş bulunup sabahın 10:00’unda birer tane dinamit ısmarladık, yani yörenin rum-punch’ı. İçmez olaydık, adam ne koyduysa içine, 10 dakika geçmedi, şaşı bakmaya başladık, neyse ki, dönüş yolunda biraz açıldık.
KIYIDAKİ TEKNELER…
Portsmouth Körfezi’nin sahili irili ufaklı gemi leşleri ile dolu, evlerin önüne kadar dayanmışlar, kimisi üst üste yatıyor. David hurricane’i 1970’lerde, Hugo 1990’larda ve en sonunda da Lennie 1998’de gemileri kıyıya vurmuş. Hurdacılar kimilerini söküp götürmüşler ama bir kısmı hâlâ duruyor, 10 adet kadar vardılar. Sahilde bir de yunus havuzu var, isteyen randevulaşıp, parasını ödedikten sonra yunuslarla yüzebiliyor. Bizler bu işi İsrail’de Eliat’da denizde yapmış olduğumuz için, havuz pek canımızı çekmedi; şımarıklık mı?
Burada işimiz bitti, daha fazla kalmanın anlamı yok, başka adalar bizleri bekliyor, saat 11:00’di, bastık marşa, aldık demiri, çıktık, adanın kuytusunda rüzgâr yok, motorla gidiyoruz. Buralarda balina olduğunu herkes söylüyor, belki görürüz diye çevreyi kolluyoruz ama hiç göremedik. Saintes Adaları gözle görülüyor. Dominica’dan iyice sıyrılıp iki ada arasındaki boşluğa gelince Atlantik’in güzelim sabit rüzgârını yakaladık, cenova + mizana çıkıyoruz.
Saat 14:00’te büyük adanın limanına yüzlerce yatın arasına demirledik. Görmeyeli belki 15 yıldan fazla oluyor, bir gemi gezisiyle gelmiştim, her şey ne kadar da değişmiş. Guadeloupe’ tan ha babam feribotlar geliyor, adanın her tarafını evler sarmış. Napolyon’un kalesi tepede yerinde duruyor, küçük havaalanı çalışıyor, helikopterle geziler yapılıyor, eski güzellik ve sadelik kalmamış sanki. İlk geldiğimde 8 tane minibüs vardı ve yol kenarlarında iguanalar dolaşırdı, acaba öyle mi hâlâ? Yarın göreceğiz. Turizmin nimetleri ile külfetlerini dengelemek kolay olmasa gerek.
Sabah botla sahile çıktık, minik bir iskele meydanı, hayli kalabalık, yollarda yan yana turistik eşya satan dükkânlar, lokantalar, her yer pırıl pırıl temiz, gürültü yok.
Minibüs adedi biraz artmış, kiralık skuter yaygın şekilde kullanılıyor. Tek gürültü kaynağı da onların egzoz sesleri. Sahil yolundan yürüyüp biraz açık alana çıkıp ağaçların altından gelen hışırtılara dikkat edince iguanaları görmek mümkün; alışmış olmalılar, sanki durup poz veriyorlar, yarım metre yakınlarına sokulup fotoğraf çekilebiliyor, okşamayı denemedik. Bazı adalarda bunları yiyenler de varmış fakat burada koruma altındalar.
Bir minibüs de biz kiraladık ve ada turuna çıktık. Tepedeki Napolyon kalesi en çok görülecek yer, manzara çok güzel; içinde iki müze var ve bahçesi boy boy iguana kaynıyor. Şimdiye kadar gezdiğimiz adaların hemen hepsinde olduğu gibi burada da bir Marigot Koyu var. Yarın oraya geçeceğiz, ressamın hayalinden çıkmış resim gibi bir yer. Şimdiye kadar adalarda gördüğümüz bu dar ve uzun koyların adları hep Marigot, bizim çatılar gibi biraz. Marigot galiba dar nehir kolu veya nehir ağzına verilen bir isim, yani bir cins azmak, belki çatı ama sanki bir başka anlamı daha var ama henüz bulamadım.
Demir yerimiz limana girip çıkan feribotların yoluna çok yakın olmasına rağmen hiç rahatsız olmuyoruz. Bu gemilerin kaptanları uygar ve gerçek denizci, yaklaşırken yarım milden de açıkta yol kesiyorlar, kalkınca da iyice uzaklaşmadıkça yol vermiyorlar, bazen de yatların arasından hiç kimseyi rahatsız etmeden slalom geçiyorlar. Ataköy iskelesine yanaşan ve buradan ayrılan bizim İDO’lu kimi belediye kaptanlarının bunları görünce öğrenecekleri çok şey olduğuna inanıyorum. Herkes otomobil kullanır ama iyi kullanan, aracın içindeki ve de dışındaki insanları hiç rahatsız etmez; deniz otobüsü kullanmak da aynı dikkat, kibarlık ve seyir kurallarına uygun hareket etmeyi gerektirir, Ataköy Marina’nın sudaki tesisleri ile bağlı yatlarına devamlı zarar veren deniz otobüsleri değil onların bazı kaptanları. Bu kişilerin denizciliği kolay kolay öğreneceklerini de sanmıyorum. Gelişlerinde mendireği geçince gaz kesiyorlar, gidişlerinde ise daha mendireği sıyırmadan, hemen iskele başından tam gaz kalkıyorlar.
Çevremiz Hobby Cat katamaranlar ve Laserlarla dolu, sabahtan akşama kadar çevremizde amatör denizciler yetişiyor, hem de toplam nüfusu 2900 olan bu minicik iki adada. Aklıma şimdi geldi, örneğin İsrail’in Aşkelon kentinde bundan 7 yıl önce 2000 lisanslı yelkenci vardı. İmrenmek kıskanmak değildir.
Saintes Adaları Guadeloupe’a bağlı, dolayısıyla giriş işlemleri burada yapılmıyor ama sancak gurcataya Q bayrağını basarak günlerce kalınabiliyor, sahile çıkmak da serbest.
Bu adaları Guadeloupe, Dominica ve Marie-Galante ile birlikte Kristof Kolomb 1493 yılında yaptığı ikinci seyahatinde keşfetmiş. Adaların hayli hareketli bir tarihi var; Kristof Kolomb’un keşfinden hemen sonra, 1494’te Torsedillas Anlaşması ile Papa yeni dünyayı Fransa ve Portekiz arasında paylaştırıyor, Karayip Denizi’nde Fransızların yanında başka donanmalar, İngiliz ve Hollanda da yer almaya başlıyor. Aynı zamanda Avrupa’dan gelen kolonistler çevreye ve adalara yerleşmeye başlıyorlar, ilk yönetim Fransızların. Sonra bir ara İngilizler’in kumandasında Karayip korsanları adalara saldırıyorlar, devamında deniz savaşlarıyla İngilizler ve Fransızlar arasında karşılıklı bir sık sık el değiştirme dönemi başlıyor. Bir ara 7 yıl savaşını bitiren Paris Anlaşması ile 1763’te Fransa Kanada’yı İngilizler’e bırakıyor karşılığında da Karayip Adaları’nı elinde tutuyor. Sular yine de durulmuyor ve 1782’de yine denizde savaşılıyor, bu seferki en büyüğü. Bu savaşta İngilizler 36 gemi ve 2640 top, Fransızlar 31 gemi ve 2558 top kullanıyorlar. Bu savaşta İngilizler’in kullandıkları gemilerin gövdeleri bakır kaplı hem seyir hem de manevra süratleri yüksek, kullandıkları toplar da çok etkili, tek isabet dahi bir gemiyi darmadağın edebiliyor. Adalar birkaç kez daha el değiştirdikten sonra 1816’da son kez Fransızların eline geçiyor ve o günden bugüne değişen bir şey yok. Bu minik adalar için bu denli çaba, malzeme ve insan yaşamı harcanmış olmasını yorumlamak için ise daha derin tarih bilgisine sahip olmak gerekiyor.
Yelken Dünyası’nın Mart 2003 sayısında, Atlantik hatıralarını dergiye yazmamış olmaktan kendini suçlu hissettiğini ifade eden Sayın Tanju Berk’i kısmen de olsa internette okumuştum. Kanımca Yelken Dünyası’nın gelecek sayısında yayınlanmasında yarar var. Mümkün olsaydı da bizler dönüş yolculuğumuza başlamadan önce Berk’in yazdıklarını bir kez daha okuyabilseydik. Kesinlikle yararlanacağımız taze bilgilere ulaşırdık, kitabın çıkışını beklemek uzun sürecek, internet cafelerde e-mail almak kolay da surf uzun sürüyor, sırada bekleyenler de homurdanmaya başlıyor.
Guadeloupe sonrası Antigua, Barbuda, Nevis, St. Kitts, St. Barths adalarından St. Maarten’e geçiş.
Saintes Adaları’nda limandan ayrılıp Marigot Koyu’na demirleyeceğimiz günün sabahında, ekmek ve salata gibi son ihtiyaçlarımızı almak üzere karaya çıktık. O ana kadar gözümüzden kaçmış bir durumu bu kez fark ettik. Ana cadde sayılabilecek, ancak 1,5 otomobilin sığacağı dar yolda bahçe içinde bir ev yıkıntısı ile salma omurgalı 6-7 metre boyunda bir yat gövdesi gördük. Bahçenin parmaklığında bir tabela; üzerinde “lütfen yıkın, parçalayın” yazıyor, yanında da bir telefon numarası. Anlaşılan adam evini yıktırmak işini, canı cam-çerçeve kırmak isteyenlere terk etmiş. Öğrendiğimize göre de telefonla randevulaşıp buluştuktan ve “her türlü sorumluluk kendime aittir” cinsinden bir kâğıt imzaladıktan sonra bahçeye girip evin yıkılmasına balyoz ve kazma gibi aletlerle katkıda bulunmak serbestmiş. Evden geriye zaten yarım yamalak bir kolondan ve duvar parçasından başka bir şey kalmamıştı ama işin garibi tekneye daha kimse henüz bir darbe dahi vurmamıştı!
Türkçesini çatı olarak tanımlayabileceğimiz Marigot Koyu’na geçtik ve 4 metre suya demirledik; yüzüp dinlenmek için ideal bir yer, biz de öyle yaptık. Yüzerken bir ara sağ bacağımda kasığıma yakın bir nokta acıyıp yanmaya başladı, ovalamak istediğimde de elime sanki uzunca yosun benzeri bir şey değdi, üstünde durmayıp yüzmeye devam ederken acı da artmaya devam etti. Bu kez daha sert ovaladım ve o yapışık şey yok oldu. Sudan çıkınca baktık ki, üç minik delik, çevreleri kızarıp kabarmaya başlamış bile. Sokan hayvanın ne olduğunu anlayamadık ama başka bir şeyi ne denli doğru yaptığımızı da bu vesileyle gördük. Teknede; sevgili denizci dostumuz Operatör Doç. Dr. Şinasi Numan’ın yola çıkmadan önce düzenlediği hayli zengin bir ilaç ve yardımcı alet depomuz var. İçinden bir ilaç seçip kızaran yerlere sürdük, 5 dakikada her şey geçti, ama sokan meretin ne olduğunu yine de anlayamadık. Teknede ilk yardım amaçlı bir ilaç dolabı ve kitap bulunması, hele de böyle uzun yollarda, çok gerekli. Gönüllü (zorla değil) izlenecek İlkyardım kurslarında edinilecek bilgi ve beceriler olası tehlikeli durumların aşılmasına kesinlikle yarar sağlayacaktır; yardımlarına teşekkür ederiz Sayın hocamız. Bir şey daha biliyoruz, ne zaman ve nerede olursak olalım elimizde bir iletişim aracı olduğu sürece Doç. Dr. Şinasi Numan’ı bulup derdimizi anlatmamız ve çare arayıp bulmamız olasılığı yüksek.
Sabah (22 Mart) erkenden demir alıp kuzeyimizdeki Guadeloupe Adası’na yol verdik. Guadeloupe Karayip’teki Fransız adalarının yönetim merkezi, yani baş ada; Martinique’ten hayli büyük olmasına rağmen nüfusu daha az. Adanın başşehri Pointe-a-Pitre; limana mercan kayaları arasındaki şamandıralı bir kanaldan girildikten sonra hemen sancakta 1000 yatlık bir marinası var; misafir pontonuna bağlandık.
Guadeloupe, en tepeden bakınca, görünümü bir kelebeği andırıyor. Sol, yani batı kanadı daha dağlık, doğu kanadı daha düzlük. Batıda dünyanın sayılı yüksek şelalelerinden birisi var, üç kademede dağın tepesinden aşağı iniyor, sadece üçüncü kademenin yüksekliği 110 metre. Ayrıca halen tepesinde kükürt dumanları tüten yanardağ da bu tarafta. İkinci günümüzde bir taksi tutup hem şelaleye hem de kraterin hemen altındaki gözlem yerine çıktık. Şelaleye ulaşmak için orman içinden, inişli çıkışlı fakat çok iyi düzenlenmiş, tahta parmaklıklarla korunmuş merdivenli bir yoldan, yaklaşık 45 dakika yürümek gerekiyor. Başlangıçta insan kendini tıknefes olacakmış sanıyor ama sonra açılıyor.
Kelebeğin iki kanadının ortasından kuzey-güney yönünde bir kanal geçiyor, derinlik en çok 2,5 metre, bu yol bize kapalı. Ayrıca da sabah 05.00’te açılacak iki köprüyü beklemek için daha da erkenden yola çıkmak gerek. Dördüncü gün sabah çıkış işlemlerimizi tamamlayıp, saat 10.00’a geliyordu, marinadan ayrıldık. Önce güneye yönelip adanın batı kanadını güney ucundan batıya doğru döneceğiz, sonra da en kuzeydeki Deshaies (dezzey okunuyormuş) Koyu’nda geceleyeceğiz. 50 Dm’ye yakın yolumuz var; henüz rüzgâr yok, motorla gidiyoruz. Güneydeki burnu geçince 15-16 not esen bir rüzgâr yakaladık ve 7-7,5 notla tam arma seyre geçtik. Hava her zamanki azizliğini etti, bir saat sürmedi, adanın kuytusunda rüzgâr önce tamamen kaldı sonra da KB’den, iskele başomuzluktan 5-10 not arasında esmeye başladı. Çare yok yine makineye döndük. Bu adaların batısından yelkenle seyretmek için en az 7-8 Dm açığa çıkmak gerekiyor. Motorla seyrederken yanımıza bir jandarma sürat botu geldi, kibarca nereden gelip nereye gittiğimizi sorduktan sonra bir de fotoğrafımızı çekip kayboldu gitti; fişlendik mi acaba?
Des Haies açık bir koy, suyu tertemiz, biraz soluğan alıyor ama 4-5 metreye demirlemek için hayli içeri girince fazla sallamıyor. Martinique’den aldığımız ve hâlâ kullanamadığımız bütan gazıyla çalışan mangalımızın bu akşam burada açılış kokteylini düzenledik. Güneş batışından hemen sonraydı, etlerimizi dizdik ve cızırdaya cızırdaya bir güzel ızgara yaptık ve böyle akşamların sayısını arttırmaya karar verdik.
Bugün 27 Mart Perşembe, Antigua Adası’na geçiyoruz. Antigua’daki Yelken Yarış Haftası üzerimizde hiçbir etki bırakmamış, sanki tok karnına yemek yemiş gibi hissediyoruz kendimizi, yemeseydik de olurdu gibi. Arada bunu da yaşamak gerekiyor elbette. Belki de savaşın etkisi altına girmeye başlıyor olabiliriz. Öyle ya; biz buralarda hem dönüş sezonunu bekler hem de adalar arasında gezerken, başka topraklarda insanlar birbirini boğazlıyor. Düşüncelerimiz çok daha sık Türkiye’ye kayar oldu. Sabahları BBC, akşamları ise özellikle Türkiye’nin Sesi radyolarından son gelişmeleri takip ediyoruz, henüz neyin ne olduğunu anlayamadık. Müdahale edip düzeltemeyeceğimize göre, beklemekten başka çaremiz yok, aklımız orada, gözümüz pruvada, yelkenle, sancak kontra bir de güzel gidiyoruz ki.
Antigua’ya çıkarken iskelemizde Montserrat Adası var. Bu adanın yarıdan fazlasına ayak basmak yasak, zaten olanaksız da çünkü sıcak. Montserrat aktif bir yanardağ, 400 yıl durduktan sonra 1995 ile 1997 yıllarında aniden peş peşe köpürüp patlayıvermiş, 19 kişiyi da yakıp kül etmiş. Belli aralıklarla tepesinden gri-kahverengi dumanlar püskürtüyor, gözle görülüyor, bol bol fotoğrafını çektik. Kitabın yazdığına göre Antigua’dan buraya günlük geziler düzenleniyormuş, pek canımızın çekeceği bir şey olmadığına karar verdik.
Antigua ufukta büyüyor ama rüzgâr da kalıyor; yelkenleri sardık, son üç mili motorla gideceğiz. Bu adanın güneyinde iki büyük liman var, birisi tarihi, diğeri ise yeni ve özellikle maksi yatlara hizmet etmek için yapılmış. Tarihi olanının adı İngiliz Limanı (English Harbour), içinde de Amiral Nelson’un donanmasını bağladığı üs var, adı Nelson’s Dockyard. Önce burnumuzu üsse soktuk, tıklım tıklım dolu, demirde yatanların arasında da yer kalmamış, kimi yatlar bu sıkışıklıkta baştan ve kıçtan çift demirde yatıyorlar; koy ama gerçek bir doğa olayı, kıvrılarak girilen bir fiyord, sonuna yakın iki kola ayrılıyor, tam harikeyn deliği dediklerinden. Yer bulamayınca çıktık; diğer limanın (Falmouth Harbour) doluluğu, boyları aramızdaki tepeyi aşan direklerin çokluğundan belli, girmeyi denemedik dahi ve motorla herkesin çok methettiği, bizim de daha günlerce önceden tedbirli davranarak yer ayırttığımız, Jolly Harbour Marina’ya yol verdik.
Bu marina adanın batı yakasında bir lagün (deniz kulağı) içine inşa edilmiş Barbados’ta bağlandığımızdan belki 20-30 kat daha büyük; yapımı hâlâ devam ediyor. Lagünün içine yayılmış kollarda villalar, her villanın önünde kendi iskelesi ve varsa teknesi. Ahtapot gibi bir yapı; neredeyse iki kilometre boyunda bembeyaz kumu ve pırıl pırıl denizi ile özel plajı; tesisin içinde elektrikli golf arabaları (günlük kirası 25 Dolar-US) ile geziliyor; yürümeyi yeğledik, ayrıca çevreyi tanımak böyle daha iyi oluyor. Tenis kortları, yüzme havuzu, 18 delikli golf sahası, kriket sahası, çarşısı, lokantaları var. Akşam yakışıklı caz çalıyorlar, bazen de raggae ile ipin ucunu kaçırıyorlar. Çekek yeri kocaman, özellikle büyük yatları, harikeynden korunmak için de olmalı, maden ve dümenlerini, otomobil tamirhanelerindeki kanallar gibi toprağa açılmış uzun deliklere yerleştirerek, çok kısa dayaklarla sabitliyorlar. Yatın güvertesine çıkmak için uzun bir merdivene gerek kalmadığı gibi, fazla rüzgârda devrilmek tehlikesi ise, görünüşe göre, sıfıra iniyor. Buralarda harikeyn bir büyük korku nedeni, bizde ise deprem.
Antigua’nın ünlü yelken yarışları haftası Nisan’ın sonunda. O bir hafta içinde beş ayrı yarış, bilmem ne kadar kategoride yapılacak. Ada yat ve insanla dolup dolup taşarmış; çok güzel bir broşür hazırlanmış, herkes heyecanlanıyor. Tunnix yatının sahibi Hans ve eşi Gisela Venezuela’da yaşadıkları dönemde yıllarca sezon içinde buraya kadar çıkar ve yarışlara katılırlarmış; zevkle anlatırlardı.
Guadeloupe’da tanıdığımız bir Amerikalı son uğrağımız olmasını düşündüğümüz Turks and Caicos Adaları’nı hiç önermediydi ve mercan kayaları arasında hayli tehlikeli geçişten öteye suyun berrak olmadığını ve çevrede pek de görülecek bir şey bulunmadığını söylediydi. Biz ise, bu konuşmadan önce, İngiltere’ye internetten bir kılavuz kitabı ile elimizde olmayan haritaları ısmarlamıştık; limana geldiğimizde teslim aldık. Kılavuz kitabını karıştırırken bir de ne görelim; adaların adını koyarken bizim Osmanlı fesine benzemesinden esinlenilen kaktüse, rüzgârın tahribatı nedeniyle, oralarda artık pek rastlanmaz olmuş, ancak bahçelerde veya saksılarda yetiştiriliyormuş artık. Kaktüsü yerinde göremedikten sonra neden gidelim ki dedik ve seyir programımızda bir değişiklik yaptık; dönüş yolculuğumuza BVI-British Virgin Island’larından (İngiliz Bakire Adaları = ne biçim bakireyse?) birisi olan Tortola’dan başlayacağız. Durumu Ali ile Nilgün’e telefonla bildirdik, St. Martin’de buluşacağız.
Antigua’daki üçüncü günümüzde bir minibüsle adayı gezerken bir de baktık ki, aradığımız kaktüslerden burada da varmış. Bol bol fotoğraflarını çektik; Mesut Baran yayımlarsa kaktüsün fesi ne derece andırdığına okuyanlar karar verir artık.
Bu arada kılavuz kitabında başka bir şey daha bulduk. Hani “yoksa bu adalara bizlerden birileri daha önceleri gelmiş miydi?” diye düşünüyordum da, bizim pehlivan tefrikasının geçen sayısında da yazmıştım ya! Şu şans dediğimiz garip olguya bakınız, kılavuz kitabının yazarı kaba taslak ne diyor; Bu adalara daha önceleri “Salt Islands” denirmiş. Sonraları adalarda çokça bulunan ve Türkler’in taşıdığı fes görünümlü kaktüslerden (Melocactus intortus) esinlenerek “Turks Islands” adı verilmiş. Bu adı veren kişi 1687 yılında buralara gelen Sir William Phipps isimli bir İngiliz. Phipps’in adalara geliş nedeni ise batık bir İspanyol kalyonundan 26 toncuk altın ve gümüşü çıkarmakmış, anlaşılan başarılı da olmuş; ortalıkta kaktüsleri görünce de ismi yerleştirmiş.
(Şimdi bu bölümün biraz daha dikkatle okunmasında yarar var).
Ancaak bir başka iddiaya göre de adaların ismi bir zamanlar buralara sığınan, aralarında 72 Türk kökenlilerin de bulunduğu korsanlara kadar gidebiliyormuş. Ve nitekim 16’ncı ve 17’nci yüzyıllarda iki Barbaros kardeşin önderliğinde birtakım Türk korsanlarının İstanbul’dan (Constantinople) hareketle buralara gelerek ıssız bir adayı üs edinip operasyona girişmiş olmaları nedeniyle de sonradan İspanyollar adaya Grand Turk = Büyük Türk adını vermiş olabilirlermiş. Bu iddianın kanıtları yok, ne var ki, günümüzde zaman zaman adalara yollanan bir mektup ya da paketin yolunu şaşırıp Türkiye’ye gittiği de oluyormuş. (Son cümle anlaşılan yazarın şakası).
Heey Koca Hızır Reis’imiz, Kaptan-ı Derya Barbaros Hayreddin Paşa’mız; yoksa sen levendlerinle gerçekten buralara geldin mi? Geldiysen eğer; geçen yıl 1 Temmuz Denizcilik Bayramı’nda DSTİ (Denizciler Sivil Toplum İnisiyatifi) gönüllülerinin gazetelere verdiği ve Türk denizciliğinin bugün içinde bulunduğu durum adına senden özür diledikleri kocamaaan ilanın değeri ölçülmez oldu, şimdi senden her gün özür dilesek de yetmez artık. O ilanlı gazete sayfalarını halen ellerinde bulunduranlar zinhar kaybetmesinler. Hayal, rüya, kanıtsızlık, ilgisizlik, bilgisizlik, ne olursa olsun, bir kitapta yukarıdaki ifadelerin yer almış olmasının hiç mi önemi yok, dostlar ve tarihçiler? Tanrı insanını sevindirmek isterse…
İkinci günümüzde akşamüstü yürüyerek deniz kıyısına, plaja indik, güneşin batışını seyredeceğiz. Marina’nın sahilde bir kulüp binası var, herkes toplanıyor, bol laklak edilen bir yer. Kumun üstünde bir masaya yerleştik, güneşi takip ediyoruz; ve galiba bu sefer yakaladım, yeşil ışık bir güzel çaktı ki; Mesut Baran basarsa renk farkı görülecektir.
Antigua’da yat turizmine ne denli önem verildiğinin bir başka kanıtı da bütün Karayip denizinde tek olduğu söylenen oda servisli otel. İngiliz limanının doğusundaki koyda bir otel var. Önündeki T-iskeleye bağlanan yatlara oda servisi veriliyor, sade yiyecek ve içecek değil, tekne temizliği, yatak düzeltmesi ve çamaşır dahil. Bu hizmeti belki bizim ülkemizde de veren oteller vardır ama kim biliyor? Elimizde bölgeyle ilgili iki kitap var, ikisinde de bu otelden bahsediliyor. Ada turunda İngiliz Limanı ve çevresinin en iyi temaşa edilebileceği Şirley tepelerine çıktığımızda oteli, iskelesini ve bağlı yatan bir yatı uzaktan gördük.
Karayip Denizi’nde gezerken yağmura alışmak gerekiyor, pek de zor bir şey değil. Cüneyt’in tabiriyle (Little-Aries) arada bir bulut geçiyor, tükürüp gidiyor; kimi gün sık sık, kimi gün seyrek. Jolly Harbour Marina’dan ayrılırken de yağmur banyomuzu yaptık. Şamandıralı kanalı tam bitirmiş ve kuzeye yol vermiştik, bu kez 15 dakika kadar süren sert sağanak ve yağış altında seyrederken adayı arkamızda bulutlar arasında kaybediverdik. Yarım saat sonra ise 30 mil kuzeydoğudaki Barbuda Adası’na doğru 40 derecenin altında yakışıklı bir orsa seyirle ve pırıl pırıl güneş altında yükseliyorduk.
Barbuda ve Antigua aynı devlet, eski İngiliz kolonisi, bugün bağımsız ama Vali’yi İngiltere kraliçesi tayin ediyor. Valinin günümüzde fazla bir ağırlığı yok, anlaşılan sadece geçmişe bağımlılığı temsil ediyor. Asıl parlamento ve hükümet demokratik yoldan seçiliyor. Adanın etrafı hayli sığ ve mercan kayalıkları ile dolu, yaklaşım dikkatli seyir gerektiriyor. Bu gibi yerlere yaklaşırken güneşi arkanıza almanız kesin şart, aksi halde renk seçmek mümkün değil ve sığlıkları göremiyorsunuz. Biz yaklaşırken güneş arkamızdaydı ve beş metre derinliği bulana kadar uzun ve bembeyaz plajın önüne doğru sokulduk; iskele başomuzluğumuzda 100 metre mesafede üzerinde denizin açıldığı mercan kayaları, sancakta biraz ilerisi daha da kötü; 40 metre zincirle demirledik, rüzgâr gece gündüz hep aynı yönden estiği için teknenin tersine salması mümkün değil, demir üstünde 40° sancak-iskele geziniyoruz, yarım boy mizana bastık, şimdi rüzgâra daha dik duruyoruz. Tam önümüzde, plajın hemen arkasında ufak uçak pisti var, çim zeminli, bir de cart kırmızı rüzgâr manşonu.
Demirledikten sonra önce bir güzel denize girdik, sonra akşam için mangalımızı hazırladık; akşam yemeğimiz soya sosu, sirke ve sarımsakla marine edilmiş tavuk ızgara olacak; olmasına oldu hem de nefis oldu amma, rüzgârdan güvertenin bir köşesi de yağ içinde kaldı, birkaç günde ancak temizleriz.
Adada yatlara yardımcı olan George adında birisi var, VHF ile aradık ve bir taksi ısmarladık. George dileyenleri dalmaya veya sörfe götürüyor, tamir işlerini organize ediyor, her derde deva birisi. Taksiyle buluşma noktamız havaalanının rüzgâr manşonu. Bota bindik, Ahmet bizi sahile bırakıp dönecek; plaja vardık ki, demir yerinde olmayan bir soluğan kalkıp kalkıp iniyor. Ahmet suya inip botu tutmak istedi, sığ sandığımız yer yarım adam boyu çıktı, neyse sonunda bizler de paçalarımıza kadar ıslanarak kendimizi kumlara attık, bakalım dönüşümüz nasıl olacak?
Taksi tam vaktinde geldi. Kısmen kitaplardan kısmen de taksi şoföründen öğrendiklerimiz şöyle: Adanın nüfusu 1200 kişi, üç oteli var, az odalı, pahalı lüks oteller, plaj boyunca yayılmışlar. Uygarlıktan uzak tatile çıkmak isteyenler için yapılmışlar anlaşılan. Otellerden ikisi Mayıs’tan Aralık’a kadar çalışmazmış. Çim pistli havaalanı otellerden birisine ait, günde iki uçak geliyor, otel müşterilerini taşıyor, adaya da servis veriyor. Adanın bir de asfalt pistli havaalanı var, onu da bütün yıl açık olan otel onarıp kullanıyormuş.
Adada esir ticaretinin azgın yıllarında özellikle tahıl üretilirmiş, esirlere yakıt gerekiyor ya; asalete ve ticarete bak, ne biçim ama!.. Günümüzde adanın gelir kaynakları, turizm, balıkçılık ve kum ihracatı. Güzelim plaj kumu başka adalara, hatta Guadeloupe’a dahi satılıyor, kosterlere veya römorkör yedeğinde gelen şatlara yüklenip gönderiliyor. Kuzeyde bir büyük lagün var, tutulan ıstakozları orada barındırıyor ve sonra da ihraç ediyorlarmış ama yine de parasız yaşamayı başarmak zorundalar. Minicik, güzelliklerle dolu bir yer, gırtlağına kadar dert içinde; gördüğümüze değdi.
Adanın başşehri, zaten başka bir şehir de yok ki, Codrington. Bu isim bir aileye ait. Antigua valisi 1668 yılında adayı bu ailenin kullanımına lease yolu ile tahsis etmiş, amaç bayrak dalgalansın yeter. Lease bedeli başlangıçta yılda bir mısır başağı, sonraları da yılda bir adet yağlıcana bir koyunmuş; ancak vali dilese lease bedelini almayabilirmiş. Lease yaklaşık 200 yıl sürmüş; bu arada kiracı aile adaya büyük, küçük baş hayvan, katır, at, geyik getirerek yetiştirmeye, İngiliz donanması için yeşil kaplumbağa, balık, zerzevat, laym, deri eşya ile hamak üretip satmaya başlamışlar. Bütün bu işler bu küçücük adada yapılırmış. Burada sanırım bir felsefe gizli. Ben önceleri korsan, sonraları asker ve daha sonraları tüccarları bu adalara göndereceğim, elde tutmak için de tüccarlara birtakım ufak bedelli büyük haklar tanıyacağım, onlar da bu adalarda benim bayrağımı dalgalandıracak, hükümranlığımı temsil edecekler. Felsefe basit; bayrak ne kadar çok yerde dalgalanırsa, ülke o kadar yaygın temsil edilir. Buna elbette gemiler de dahil, yatlar da!.. Bizdeki uygulamalar ise bayrak konusunda yoruma iyice açık. Barbuda’nın en yüksek noktası 40 feet, denizden yaklaşırken çok zor, çevre sularında bilinen 150 dolayında batık gemi var.
Buradan Nevis Adası’na geçeceğiz. Nevis ve St. Kitts iki adadan oluşan bir federasyon. Nevis hemen bir yanardağın eteklerine yayılmış. 10.000 dolayında nüfusu olan ve sadece şeker kamışı üretimi ile turizmden geçinen yeşillikler içinde bir ada. Pupaya yakın bir seyirle sallan yuvarlan gelip güneyinden dolaştık, batı sahilinde hindistan cevizi ağaçları ve otel yoğun plajının önüne 9 metre suya demirledik, demir yerimizin adı Pinneys Beach ve bugün 1 Nisan. Dip pırıl pırıl gözüküyor, yüzerken gözlük takmaya dahi gerek yok. Önümüzdeki ufak hindistan cevizi ağaçlarından oluşan ormanın hemen ilk ağaç sırasının arkasında direksiz bir yat yatıyor; son harikeynin bir kurbanı, deniz kaldırıp ormana savurmuş. Sabah giriş işlemlerini yaptık; işlem diye fazla bir şey yok, iki kopya mürettebat listesi, pasaportlara birer damga, elimize bir de “cruising permit” tutuşturdular, hepsi bu.
Cruising permit eşittir bizdeki transit log ama pek basit tutulmuş. Biz bu transit log adını galiba Yunanistan’dan devralmıştık hâlâ da değiştirmedik. Oysa belgenin doğru adı “gezi izin belgesi = cruising permit” olmalıydı. Bir ülkeye resmen girdikten sonra o ülkede gezerken, karada veya karasularında, işin transit olacak ne tarafı var ki. Yunanistan’da durum değişik olabilir, onların bir sürü adası var, aralarında dolaşırken belki bazıları transit geçiliyordur bizim boğazlarda olduğu gibi.
Adada eski malikaneler butik otellere dönüştürülmüş. Malikaneler şeker kamışı plantajlarının ve şeker fabrikalarının eski sahiplerine ait, bilinen kolonyal stilde inşa edilmiş gerçekten lüks binalar, bahçeleri, yüzme havuzları ve fiyatları ile göz kamaştırıyorlar. Oda fiyatları biraz tuhaf, örneğin adanın en gözde oteli “Four Seasons”ta gecesi 4500,- US Dolar (dörtbinbeşyüz) olan oda var, bu fiyata her şey dahilmiş; bu “her şey”in ne anlama geldiğini kestirmek için insanın hayal gücünü zorlaması gerekiyor. Birkaç butik otelde de bu seviyede fiyatlar var, hepsi de adanın tanıtım broşürlerinde yer alıyor. Otel müşterileri karşıdaki asıl büyük ada St. Kitts’in havaalanından yakışıklı sürat motorlarına transfer olup geliyorlar, aynı yoldan da dönüyorlar.
Demir yerine inerken açıktan bir Sahil Güvenlik botunun yedeğinde gelen 8-9 metre boyunda kırmızı bir tekne gördük. Tekneyi getirip limana demirlediler, içinden birisini sahile çıkarıp ambülansa koydular ve adanın küçük hastanesine götürdüler. Ne olduğunu anlayamadık. Ertesi gün öğrendiklerimize göre reis aç ve susuz kalıp yardım istemiş, onlar da tekneyi gidip açıktan yedekleyip getirmişler. Ertesi gün sahilde sapsarı yüzlü, saçı sakalı birbirine karışmış, hayli berduş görünümlü ama diri diri bakışlı bir adam iskeleden kendisini yatına götürecek bot arıyordu. Bir gecelik hastane servisi anlaşılan hayli yaramıştı. Diğer taraftan da SSB’de Güney Afrika’dan yola çıkan fakat altı haftadır hiç haber alınamayan bir tekneden bahsediliyordu. Belki de aynı tekneydi. Deniz sevgisi, her sevgi dalı gibi insanı perişanlığa sürükleyebiliyor demek ki (ne laf ama). İnsanların perişan olmasını önleyen kurallar olmalı, onları bir şeyi veya birilerini aşırı sevmekten koruyan. Örneğin, tüberküloz geçirmiş kişilerin denize çıkmaları da aşk yaşamaları da yasaklanmalı… Yaşasın!.. Son Gemi Adamları Yönergesi neredeyse bunu sağlayacak. Hepimiz kötü durumlarla karşılaşmaktan kurtulacağız.
İstanbul’dan yola çıkarken iki tüp Aygaz’ımız vardı. Birisi Tenerife’de bittiydi de Dorchie doldurtmuş ve oradan yola yine iki tüp dolu çıkmıştık. Barbados’tan sonra bir yerde yine bir tüpümüz boşaldıydı ve bir türlü dolduramıyorduk. Bu bölgede başka tüpler ve başka detantörler kullanılıyor. Nevis’te dolum tesisi olduğunu öğrenince boş tüpü kapıp gittim, fakat dolduramadılar. Onun üzerine iki dolu tüp satın almak zorunda kaldık, iki de farklı detantör. Mangal için de iki kamping tüpü almıştık. Onların da detantörleri farklı, oldu şimdi hepsi altı tüp, bir sürü de detantör! Mataforanın üstünde eski can salının hemen arkasında iki büyük bir küçük tüp deniz bağına vuruldu, hermetik kapalı sandıkta da iki büyük tüp var, İstanbul’a kadar yeter artık. Yumuşak olsalardı boşalanları usturmaça niyetine kullanabilirdik.
Nisan ayının 3’ü sabah 08.00’i biraz geçiyordu, kalktık, St. Kitts’e geçiyoruz, 15 Dm yolumuz var. Önce adanın güneyindeki kuyruk benzeri büyük koyda denize girmek için durduk. Adanın kuyruğunu aşıp gelen rüzgâr bir sert esiyor ki, demir üstünde 30-35 mil rüzgâra karşı salınıp duruyoruz. Koyun bir başka yerinde, Club Mediterranee gemilerinden birisi yolcularını plaja çıkarmış, demirde yatıyor. Bir ara yakışıklı bir squal (çok sert yağmur da getiren sağnak rüzgâr) geldi 10 dakikada üstümüzden geçti, gemiyi kaybettik göremiyoruz. Bu squal denilen sağnaklara çok sık rastlıyoruz. Gelişleri önceden belli oluyor, koyu bir bulutun altında geliyor, iki tokat atıp gidiyorlar. Geçerken rüzgâr rahatlıkla 45-50 notları buluyor. Acaba dostumuz Haldun Sevel’in bahsettiği elektrik fırtınaları bunlar mı yoksa? Her neyse, açıkta oluşan bir tanesinin fotoğrafını yüksek bir tepeden çektim, Mesut Baran basar umarım.
Sağnak geçti daha doğrusu iki sağnak arasında baktık bir lastik botla Sahil Güvenlik görevlileri geldiler, tekneleri tek tek kontrol ediyorlar. Bize de geldiler, “Rutin kontrol yapıyoruz, bazı sorular soracağız, tekneye gelebilir miyiz?” diye sordular, buyur ettik. Aynen bizim SG gibi, gemi kâğıtlarına ve mürettebat listesine baktılar can yeleği, maytap, telsiz var mı? Hepsi tamam; tekneye zarar vermediklerine dair bir belgeyi bana imzalattırdılar ve teşekkür edip ayrıldılar.
Sağnak üstüne sağnak yiyor ıslanıp duruyoruz, kalkıp bari limana, marinaya gidelim dedik. Bu limanı da büyük gemi rıhtımını da son harikeynlerden birisi hayli sarsmış. Gelibolu’daki eski iç limanın biraz büyüğü kutu gibi bir marina, güney mendireği yıkılmış, üstüne kaya yığmışlar. İçeride büyük ahşap kazıklar çakılı, hepsini tam su seviyesinden kurt vurmuş, demir atıp aralarına kıçtan kara giriliyor. Liman hafif soluğan da alıyor, tekneyi biraz deli dana bağlar gibi bağladık ama iyi de oldu. Nevis’teki Four Seasons Oteli’nin lüks yolcu motoru iki saatte bir gidip gelip binlerini taşıyor, şirin bir havaalanı var, 747’ler bile iniyormuş. Temiz görünümlü cici bir şehir, binaların orijinal görünümleri korunmuş. Taksiler VHF 68 kanaldan çağırınca hemen geliyorlar. Bu adada da şeker kamışı ve şeker asıl üretimmiş, hâlâ da devam ediyor. Adayı çepeçevre dönen dar hatlı bir tren kesilen kamışları toplayıp fabrikaya getiriyor. Aynı hat üzerinde günde iki sefer yapan turistik bir tren de var, oyuncak gibi bir şey, tertemiz, adayı iki buçuk saatte dönüyor, adam başı 40 US-Dolar; thank youu!.. Bir başka sefere may be.
Asıl görülecek yerlerden birisi İngilizler’in kalesi. Tuttuğumuz taksi bizi kalenin bulunduğu tepeye çıkardı. Kale Unesco’nun onayladığı (World Heritage Site) insanlığın ortak tarihi değerlerinden. Kale çok güzel restore edilmiş olmasına rağmen geçmişin savaşlarını gözde canlandırmak güç. Ağızdan dolma o eski toplar güllelerini kaç metre uzağa atarlardı ki. Nişan alma düzeni aynen av tüfeği gibi, göz, gez, arpacık; ne büyük gayretler, zahmetler, inançlar ve yaşamlar harcanmış buralarda, sadece şeker kamışı için mi? Sanmıyorum. Güçlü olmak, kural koyabilmek çok fedakârlık istiyor.
St. Kitts’den St. Barths Adası’na çıkacağız ama yolumuz üzerinde Eustatius Adası var. Bu ada Hollanda’ya ait. Vaktiyle gümrüksüz bir adaymış, bugün de öyle ve yelkenli ticaret gemilerinin uğrak limanıymış, ayda 300 (üçyüz) dolayında gemi gelir, mal boşaltır veya yüklermiş. Arada bir kaçakçılık da olurmuş, limanı ise açık alan. Şehrin adı Oranjestad, galiba portakal şehri demek, bir büyük depremde tamamı denize gömülmüş, bizim Gölcük’ten beter anlaşılan. Kitap burada birkaç tane çok iyi lokanta bulunduğunu yazıyor, acaba nemenem şeyler ki, diye meraklanıyoruz.
St. Kitts ve Eustatius arasındaki kanalda rüzgâr ve akıntı ters çalıştığı için bol yalpalı bir seyirle geldik ve gördük ki, depremden sonra şehir falezin üstünde dağın yamacına doğru yayılmış; ufak mendirek var, daha ziyade römorkörlere ve kılavuz motorlarına hizmet veriyor, demir yeri ise dalgalı. Biraz ileride kocaman bir uzatma iskele, iki yanında iki dev tanker, bir başkası demirde, kıçtan şamandıraya bağlı, hortumları denize sarkıyor sahile giden boruya bağlanmış, bir başkası da henüz 4-5 mil açıkta ama yaklaşıyor. Demirde bir de kablo döşeme gemisi yatıyor. Sonradan öğrendik ki, bu kablo gemisini buraya batırmak üzere getirmişler, amaç mercanlara yapay kayalık hazırlamak. Baktık olacak gibi değil, gözümüz tutmadı, kalamayacağız, yola devam etmeye karar verdik ve açığa doğru, batıya çıkmaya başladık. Yaklaşan tanker telsizden bizi arayıp rotamızda devam edip etmeyeceğimizi sordu, demirleyecekmiş çapariz vermemizi elbette istemiyor. Açığa çıktıkça görmeye başladık ki, ada bir petrol deposu. Uzun iskelenin arkasındaki vadide kocaman bir tank-farm, kimbilir kaç tonluk, mal alıyor ya da yüklüyor. Tüccar Hollanda burada da yapacağını yapmış, bir bütün adayı petrol ticaretine göre düzenlemiş. İyi lokantaların sırrı şimdi anlaşılıyor, bu kadar gemi gelirse, elbette müşteri de gelir.
Sade cenova ile sabit rüzgârı yakalayıncaya kadar kuzeybatı yönünde yükseldik, sonra ana yelkenle birlikte kuzeye yol verdik. Tam cenovanın boşunu alıyorduk ki, ıskota arabasının öksüz güvertedeki rayı baştan 20 santimlik bir kısmından kopup yerinden fırlayıverdi, tabii araba da bütün sert plastik bilyalarını denize havyar döken yengeç misali, savurdu durdu. Sonradan hatırladım, bu rayı döşerken baştan iki deliğinin altına ulaşıp pul ve somun bağlamak zor gözüktüğü için saplama yerine trifon salmış ve tutar sanmıştık, tutmadı işte. Tembellik mi desem, basiretsizlik mi desem, gerzeklik mi desem, ben de bilmiyorum, hepsi de uyar. Altın kural hep geçerli, güverteye ne takarsanız takın, ama sadece cıvata ve somunla bağlayın, vida veya trifonu unutun.
St. Barths’a varışımız saat 17.00’yi buldu. Kristof Kolomb bu adaya erkek kardeşinin adını vermiş ve St. Bartheremy demiş, St. Barths ismin kısaltılmışı. Ada Fransa’ya ait ve high society’nin uğrak yeri. Ufak bir pisti var, 740 metre boyunda, uçağın biri inip biri kalkıyor, özellikle St. Maarten’den yolcu taşıyorlar. Bu high society denilen kesim ne de geniş. Gördüklerimize hiçbirisi tanıdık gelmiyor. Ne biz onlardanız, ne de onlar bizden. Gustavia isimli limanı bizim Poyrazköy’ün ancak iki misli kadar. İçeride 50-60 metre boya kadar motor ve yelkenli yatlar kıçtan kara bağlı yatıyorlar, yan yana 14-15 adet varlar. Akşam hava karardıktan sonra bütün lambalar yanıyor, ortalık şıkır şıkır. Yelkenlilerin her gurcatasında bir lamba, direk tepesinde de kırmızı fener, fiyakaya diyecek yok. Liman ortasında ayrıca bir de şamandıralı bölüm var, baştan kıçtan şamandıralara bağlanılıyor. Liman içi belediye otobüsü gibi tıklım tıklım. Liman dışında megadan mikroya her boyda yat demirde yatıyor, tamamı 200 adet olsa gerek. Telsizle sorduk, liman girişine yakın bir yer verdiler, girdik baştan demir atıp kıçtan kara olduk ve ancak aydık ki, içeriye soluğan giriyor; ne var ki, artık bağlanmış olduğumuz için gidip dışarıda demirlemeyi de canımız çekmedi, pasarella uzatmaya olanak yok, bordadan bota inip karaya çıkacağız. Limana giriş işlemlerimizi yaptırmaya gittik, tek kişi çalışıyor, sadece iki kopya mürettebat listesi aldı, bir de kâğıt doldurup bize imzalattı, hoş geldiniz, giderken yine uğrayın dedi, iş bitti. Gemi belgesi, pasaport, damga mamga, hele de sahil sıhhiye, hiçbir şey yok, kişinin beyanı her şeyin üstünde ve önünde. Günlerden Cumartesi ve ayın 6’sı, iki gün sürecek yarışlar bugün başlamış, yarın devam edecekler; yarışanlar ise boyları 30 metrenin üzerinde yatlar; limana girip çıkmalarını ve manevralarını seyretmek çok keyifli.
Berbat bir gece geçirdik, rüzgâr her yönden esti, bol şimşekle gelen yağmur tekneyi pırıl pırıl yıkadı ama bizi de uykusuz bıraktı. Rüzgâr yön değiştirdikçe teknenin başı bir sancağa bir iskeleye kaykılıp duruyor. Soluğan arttı, kıç bağlama halatlarımızı dörtledik, tekne yüklendiği zaman ya halatlardan birisi kopacak ya da babalar güverteden sökülecekmiş gibi oluyor. Bir ara squall tam üstümüzden geçerken liman dışında demirli teknelerin ışıkları tamamen kayboldu; saat 06.00’ya geliyordu, yattık.
Gustavia ve hatta adanın tamamı Fransa’nın herhangi bir Akdeniz sahil kenti olabilir. Bahçeler, çiçekler, cici cici arabalar, uçaklar, yatlar, evler, oteller, villalar, plajlar, lokantalar, diskolar cıvıl cıvıl kaynıyor ve halkın neredeyse tamamı beyaz ırk mensubu. İkinci akşamdı, karaya tam çıktığımızda bizim yaşlarda bir Fransız çifti teknenin kıçında bekler bulduk. Gerçekten İstanbul’dan gelip gelmediğimizi sordular. Mat’ın isminin altındaki AMYC’nin anlamını merak etmişler, açıkladık. Geçen yaz karavanları ile Brindisi’den feribotla Çeşme’ye gelmişler, bütün güney sahillerimizi, Anadolu’yu ve Karadeniz sahilini boydan boya gezmişler, ağızlarından bal damlıyor, Türkiye’nin reklamını böyleleri en güzel yapıyor. Konuştukça öğrendik; 8-9 yıl önce buraya gelip bir ev almışlar, aradan iki yıl geçince bu kez Fransa’da bir katamaran almışlar ve yola çıkıp buralara gelmişler, birkaç yıl süreyle kış aylarında bütün Karayip Denizi’ni gezer, yaz gelince de tekneyi harikeynden uzak bir yere bırakır Fransa’ya Riviera’ daki evlerine dönerlermiş. Panama Kanalı’nı geçip Costa Rica ve daha yukarıya Meksika sahillerine de çıkmışlar, sonra dönüp Key West’ten başlayarak önce Florida’yı sonra da ABD’nin doğu sahilini taaa New York’a kadar gezmişler. Derken adamcağızın bir kalp ameliyatı olması gerekmiş, olmuş ve şimdi denizde gezmek zor gelmeye başladığı için tekneyi satışa çıkarmışlar ama karavanla gezilerine devam ediyorlarmış, ilerideki yıllardan birinde yine Türkiye’ye gelmeyi de düşlüyorlarmış. Hikâye bu kadar, karşılıklı kartlar alınıp verildi, ertesi gün tekrar uğradılar, bir ihtiyacımız olup olmadığını sordular ve ayrıldık gittiii; dünya küçük, insanlar iyi…
Burası çok güzel bir yer. Özel plajları var üstsüz de altsız da dolaşmak serbest. İkinci günümüzde yarışacak büyük yatların limandan ayrılmaları ayrı bir atraksiyondu. Her birinde 20’den fazla mürettebat var. Biz seyrederken boylarını unuttuk daha çok ana direk gurcatalarının adedine bakıp değerlendiriyoruz, tabii matrak geçiyoruz. Bir tanesinde altı gurcata vardı, direk boyu herhalde 50 metrenin de üzerinde belki de 60 metre vardı. Çoğunda cenova ıskotaları bordanın dış yüzeyindeki bir yumru üzerine yerleştirilmiş makara arabalarından geçip bir delikten teknenin içinde kayboluyor, güvertede vinç yok, aşağıda tamburlu captive vinçler var besbelli. Her tekne, yat üretim teknolojisinin bugün ulaşmış olduğu son durumu yansıtıyor. İçlerinde birisi vardı, adı Tethis, İtalyan Perini Navi firmasının ürünü, demek ki, gövdesi de İstanbul’da Yıldız tersanesinde üretilmiş, bizim de payımız var. Dört yıl önceydi, aynı yatı hem Kızıldeniz’de Hurghada’da hem de daha sonra Marmaris’te görmüştük.
Oradan buraya dünyayı dolaşıp dolaşıp duruyorlar. Charter çalışıyorlar. Bu boy teknelerin haftalığı 30- 70.000 US dolar arasında da değişirmiş. Buralarda aylık bedelsiz yatçılık dergileri çıkıyor, reklamlarla yaşıyorlar. Rüzgârüstü adalarında magazinin adı “Compass“dı, burada, yani rüzgâraltı adalarında “All at Sea” oldu, her ikisi de çoğunlukla charter işine yönelik. Ayrıca aldığımız bir başka turizm dergisinin son sayfasında önümüzdeki yaz sezonunda dünyada “IN” olan dört liman sayılıyor, bir tanesi Bodrum; onurlanmamak mümkün mü? Hey gidi günler, 1950’lerde hatta 60’lı yıllarda dahi Bodrum’a gidenler, özellikle de Ankaralılar, bilerek ya da bilmeyerek, koyun yerine keçi eti yerler, sonra da her nedense ishal olup dönerlerdi. Dünya klasmanında olmak güzel bir şey, umalım ki, her yıl yine “IN” olalım, “viya böyle” mi demeliyiz şimdi?
ST. MAARTEN…
Salı günü akşamüstüne doğru St. Maarten’e gitmek üzere yola çıktık. Gustavia’nın üç mil kuzeyinde güzel olduğu söylenen bir koy var, adı Anse de Columbier, orada geceleyip ertesi gün denize girecek ve perşembe günü ada değiştireceğiz. Ali ve Nilgün Gündüz arkadaşlarımız bize St. Maarten’de katılacaklar. Koya girdik ki, içeriden dışarıya yabani bir rüzgâr esiyor, anemometre ikide bir 35-40 nota dayanıyor. Koyun iki yanağında şamandıralar var, tekne boylarına göre boyanmış, bu bölgelerde demirlemek yasak, aşağıda mercanlar var. Koyun orta hattında ise demirlemek serbest. Girebildiğimiz kadar girdik ve yedi metre suya 50 metre zincirle demirledik. Koyun girişinde sağda dünyanın sayılı zenginlerinden Rockefeller ailesinin malikanesi, bir yarımadacığın üzerinde de deniz seyretme köşkü, -bizim Osmanlı evlerinde galiba cihannüma denilen camlı balkon- var. Çarşamba sabahı baktık hava tatsızlığını koruyor, denize girmek eza haline gelecek, artık şımardık ya, topladık demirimizi ve düştük St. Maarten yollarına. Deniz dışarıda bir kabarmış ki, üstelik de kıçımızdan geliyor, sallan yuvarlan, sade cenova ile 7-8 not arasında süratle gidiyoruz. Adaya yaklaştıkça denizler ufalır gibi oldu, ticari ve turistik liman Philipsburg Koyu’nun önünden geçiyoruz, açıkta Norway isimli bir transatlantik, baştan kıçtan aykırı iki demirle dalgalara sancak bordasını vermiş mendirekçilik oynuyor ve iskele bordasından yolcularını sahile çıkarmak üzere botlara transfer ediyor. Bu gemi Fransa’nın eski transatlantiklerinden ya France ya da Pasteur idi, Norveçliler alıp adını Norway koydular, makinelerini değiştirdiler ve piyasaya sürdülerdi; şimdi modern ve kimi motoryatlar gibi Rowenta ütüsü görünümlü gemilerin yanında pek sümsük duruyor. Limandaki büyük iskeleyi de dört Rowenta gemi paylaşıyorlar, iskelenin iki yanına peş peşe dizilmişler.
Önümüzde üç yat belirdi, önce yarışıyorlar sandık, oysa turist gezdiriyorlarmış. Birisi ABD, diğer ikisi Kanada bayraklı, 12 metre J-Class tekneler. Sonradan öğrendik limanda bunlardan 9 adet varmış ve her gün turistleri alıp limanın açığına yerleştirilmiş şamandıralar arasında yarışıyorlar. İsteyen turistler de görev alabiliyorlar. Bir güzel gidiyorlar ki, altımızdan üstümüzden geçip durdular, hangisini seyredeceğimizi şaşırdık. St. Maarten Adası’nın göbeğinde bir kocaman lagün var. Adanın yarısı Fransa’ya yarısı da Hollanda’ya ait ama arada hudut yok. Lagün ’ün (deniz kulağı = lagoon) güney girişi Hollanda, kuzey girişi ise Fransız bölgesinde. İkisinde de köprü var, belli saatlerde açılıyor, yatlar girip çıkıyorlar. Lagün’ün içinde muhtelif marinalar yerleşmiş, biz Simpson Bay Yacht Club Marina’sına gideceğiz. Köprünün açılışını beklemek üzere dört metre suya demirledik. Havalar kaç gündür anormal gidiyor ya, burada da demir üstünde yuvarlanıp duruyoruz. Köprü açılacak, marinanın botu gelip bize kılavuzluk edecek ve yerimizi bulacağız. Lagün içinde yer yer sığlıklar var. Bu lagün yıllarca en güvenli harikeyn deliklerinden birisi olarak bilinirken, bundan birkaç yıl önce galiba Lenny’nin gadrine uğrayıp, darmadağın olmuştu. Kitaptaki bilgilere göre lagüne sığınmış 1000 tekneden 800’ü o deli fırtınada karaya vurmuş, hem de balık istifi.
Saat 17:00’de köprü açıldı ve 7-8 yat konvoy halinde lagüne girdik, her marinanın bir kılavuz botu var. Daha demirde beklerken teknelere yanaşıp kendisini tanıtıyor. Bizim marinanın botu da girişte kılavuzluk etti ve bağlanacağımız iskeleye kadar şamandıraların ve sığlıkların arasından geçmemize yardımcı oldu. En sonunda noktası noktasına demirleyeceğimiz yeri de gösterdi. Bağlandık pasarellamızı uzattık, suyumuzu, 220V elektriğimizi ve Ataköy Marina’dan sonra ilk kez internet kablomuzu da bağladık. İnternetten çok güzel bir müjde geldi. Denizcilik Müsteşarlığı yeni yayımladığı bir yönetmelikle Gemi Adamları Yönetmeliği’nde değişiklik yaparak amatör denizcilerin sağlık yoklamasının geçerlilik süresini ikiden beş yıla uzatmış. Ayrıca sağlık yoklamasını da Gemi Adamları Sağlık Yönergesi hükümlerinin dışına çıkarmış. (Bakınız, dosyalayınız veya yanınızda taşıyınız. “10 Nisan 2003 tarihli Resmî Gazete”) Büyük bir adımı yıllardır ilk kez ADF ve DSTİ’nin çabalarının anlayış bulması ile devlet ile kurulan diyalog ürünlerini vermeye başladı. Gerçi sağlık yoklaması başka ülkelerde olduğu gibi, sadece bir defaya mahsus olmalıydı, o da belgeyi alırken ama bu şekli ile de gerçeğe ve geleceğe atılan bir adım olmak özelliğine sahip. Diyalog geliştikçe mevcut pürüzlerinde ortadan kalkacağına hep birlikte inanmamız gerek: amatör denizciliğin üzerine çöken bulutlar herhalde dağılacaktır. Konunun beni kişisel olarak sevindiren yanı ise, bu geziden Türkiye’ye döndüğümde ADYB’nin geçerliliğini koruyor olmasıdır. Yeni yönetmelik ile eski uygulamaya göre süresi bu ay içinde dolan sağlık yoklamam şimdi 2006 yılma kadar uzamış oldu. Bilindiği gibi hem genel hukuk kurallarına hem de Anayasamıza göre devletin kararlarındaki değişiklikler eğer vatandaşın yararına hükümler getiriyorsa bunlar derhal uygulamaya konulur ve retroaktif, yani makabline şamil, yani geriye dönük de çalışır, bu konuda en sağlam bilgiyi sanırım ve umarım ki hukukçu ve amatör denizci arkadaşlarımızdan birisi hem bu sayfalarda hem de internetteki sitelerimizde bizlere verirler.
Lagün’de birçok marina var. Bunlardan bir tanesinin adı Prenses, arkasında geniş alana yayılmış oteli, evleri ve bir de Casino’su var; Casino’nun adı da Prenses. Bir ara uğrayıp bakmak istedik, belki bir Türk yöneticiye rastlarız diye düşündük, ama vaktimiz olmadı. Adanın Hollanda bölümünde sekiz casino var, Fransız bölümünde hiç yok. Yine sonradan öğrendik güney sularımızda çoğumuzun tanıdığı Prenses Zeynep isimli bir charter gezi teknemiz de aynı marinada bağlıymış. Bayrağımız buralarda dalgalanır. Hele birde başka ülkelerde olduğu gibi, kullanılmış tekne satın alıp bayrak değiştirmek hakkı Türk vatandaşlarına da tanınsın, bakın görün dünya denizlerinde daha ne kadar çok bayrak gezdireceğiz. Devletle diyalogun devam etmesi lazım. Sonuçta bizim devletimiz bizim için var.
Yağmur ve rüzgâr ilk üç günümüz süresince bizi burada da pek rahat bırakmadı. Cuma günü öğleden sonraydı sevgili arkadaşlarımız Ali ve Nilgün marinaya ulaştılar, dönüş yolculuğumuzun ekibi tamamlandı. Ay sonuna kadar 15 günümüz kaldı, buradan Anguilla Adası’na oradan da İngiliz Bakire ya da Bakire İngiliz adalarına (acaba hangisi daha doğru tercümedir?) geçeceğiz ve havalar elverdiği anda da yola çıkacağız. Tortola Adası’ndan yola çıkmayı planlıyoruz; geniş bir yay çizerek ve rüzgârı takip ederek gidebilirsek, rüzgâr da bulursak Azorlar ’a kadar 2250 Dm yolumuz var. Rüzgâr yetmez de makine kullanmamız gerekirse, bu kez yakıt tazeleyebilmek için Bermuda’ya yükselmemiz gerekiyor ki, yolumuz 400 Dm daha uzayacak; göreceğiz, kısmetimizde ne varsa razıyız, bu işin pazarlığı yok.
Bugün 15 Nisan Salı, Lagünü denize bağlayan kanalı kesen köprünün saat 11:00’deki açılışına yetiştik ve kendimizi 20 not esen bir DGD rüzgârı ile dalgaların karşısında bulduk. Adanın güney sahili boyunca 4 Dm gidip kuzeye dönecek, geceyi, sahilini mercan kayalarının koruduğu geniş bir koy olan Orient Bay’de geçireceğiz. Philipsburg limanının önünden geçerken baktık bu kez dört adet 12 metre sınıfı yat, turistleri doldurmuşlar, şamandıralar arasında cirit atıp duruyorlar. Manzaranın doyulmazlığı video ve fotoğraf çekmemizi engelledi, çok heyecanlandık. İskelede dün bir şey yoktu ama, bugün yine dört adet Rowenta ütü tipi gemilerden yanaşmış, esnafı sevindiriyorlar.
Orient Bay’a girdik ve dört metre suya 40 metre zincirle demirledik. Dip pırıl pırıl. Koy hafif soluğan alıyor. Önümüzde ufak bir ada ve kumsal bize bakıyor. Biz de dürbünle kumsalı inceliyoruz. Âdem babalar ve Havva analar burada buluşmuşlar. Koyun asıl uzun kumsalı da pek buradan aşağı kalır değil. Ne yapsınlar belki de mayo alacak paraları yok. Tam kıçımızdan çapraz geçen bir sörfçü, “Selam Türkiye’ diye bağırdı ve dönmek isterken kapaklandı. Yüzerek yaklaştı, sörfünü kıçımıza bağladı, kendisini güverteye aldık, tanıştık. Prenses tesislerinde çalışan bir genç vatandaşımız. Dört yıldır buradaymış, hayatından pek de memnun gözüküyordu. Bu gece dolunay var. Yemeğimiz tavuk, pilav ve brokoli (broccoli). Sabah 08:30’da yola çıkarız herhalde.
Sabah oldu, henüz güneş pek yükselmeden canımız denize girmek istemedi. Kahvaltımızı ettik, demirimizi aldık ve mercan kayalarının arasındaki hayli geniş kanaldan KKD rotamıza girerek flok- anayelken düzeninde yol verdik. Süratimiz arada 8 notu geçiyor. Anguilla’nın doğu ucunda bir ufak ada var, asıl ada ile bu ada arasındaki altı metre derinliği olan kanaldan geçip kuzey sahili boyunca batıya giriş limanı olan Road Bay’e gideceğiz.
Adaların çevresinde 20-30 metre derinliğe kadar olan yerlerde balıkçılar kocaman demir kafesleri dibe bırakıp üstüne de orta boy konserve kutusu boyunda ikişer şamandıra bırakıyorlar, dalgaların köpükleri arasında görülmeleri bazen çok güç. Kimi zaman şamandıra tarlasından geçiliyor sanki. Kanala yaklaşık 1,5 Dm mesafemiz kalmıştı ki, hemen pruvamızda iki küçük şamandıra belirdi, 8 not gidiyoruz. Otopilottan çıkıp dümene geçmemize vakit kalmadı. Şamandıraları bordaya değercesine geçtik; daha doğrusu geçtiğimizi sandık. Biraz sonra teknenin sürati 7, 6 ve 5 nota kadar düştü. Baktık bir şey gözükmüyor ama rüzgâr ve denizin durumunda da değişiklik yok. Nilgün birden fark etti, kıçımızda, teknenin su hattından bir metre kadar aşağıda tonoz halatı ile birlikte bir şamandıra sürüklüyoruz. Yelkenleri küçülttük, sürati düşürdük ama karaya doğru da düşmeye başladık. Şamandıralar arasındaki halata gönderle ulaşmayı denedik, boy yetmiyor. Patalya’nın katlanır çapasını sallayıp yakalayalım dedik, tam olmadı. Halat bedenine doğru dürüst bağlanmamış, birden boşaldı ve elimizde sadece çıma kaldı. Cengiz ustanın yaptığı paslanmaz çelik şemsiye çapa şimdi oralarda bir yerde denizin dibini süslüyor. Bu ihracat sayılır mı? Dönüp adanın güney sahili boyunca seyretmek var, rüzgârı geniş apaz alacağız, ancak bu tarafta demirlemek yasak. Altımızda 25 metre su var, giderek sahile sokulacağız, vazgeçtik, makineyi çalıştırmaya korkuyoruz, halatları pervaneye dolarsak tam işimiz iş olacak. Tekrar yelken büyüttük ve kanala yöneldik. Yedeğimizde salata gibi şamandıralar ve dipteki kafesle 6 not gidiyoruz. Eğer varsa içindeki ıstakozlar herhalde neye uğradıklarını şaşırmışlardır. Takla ata ata yerlerde sürüklenirken, Ahmet makineye indi. Şaft kaplinine anahtar takıp çeviriyor, kolay dönüyor, bu meret nereye takıldı ki? Bu kez yedekler arasından kanca benzeri bir parça bulduk, Ahmet sarkıtıp halata takabildi ve bir çekişte nereye takıldılarsa oradan kurtardı, iki şamandıra birden 20 metre kıçımızda tekrar suyun yüzüne çıktılar. Tabii ümitlendiğimiz kafesteki ıstakoz veya balıkları da orada bıraktık ama olası tehlikeli bir durumdan da kurtulduk. Sonra durduğumuzda dalıp baktık, pervaneye halel gelmemiş, görünür bir iz de yok. Halatın pervaneden başka takılabileceği bir yer de yok altımızda. İyi atlattık.
Kanalı geçince yeni rotamıza döndük ve Anguilla’nın kuzey sahili boyunca seyrederek limanımız Road Bay’e gelip, pırıl pırıl bir denizde dört metre suya demirledik. Saat 13:00’ü biraz geçiyordu; sahil boylu boyunca incecik bir kumla kaplı, dalgalar gelip gidip yalıyorlar. Dorchie ve Ali giriş işlemleri için sahile çıktılar, dört kopya mürettebat listesi vermişler o kadar, görevli bir kâğıt doldurmuş, pasaportlara bakmamış dahi.
Tam demirlemiştik iskele bordamıza hayli yakın mesafede bir deniz kaplumbağası başını sudan çıkarıp bize bakmaya başladı, sonra daldı. Burada kaldığımız iki gün süresince yakınımızdan hiç ayrılmadı, aşırı bir samimiyet gösterisinde de bulunmadı. Evi burada demek ki, bölgenin tamamı zaten koruma altında.
Anguilla 25×5 mil boyunda bir ada; adı İspanyolca’da yılan balığı demekmiş. Çevresindeki ıstakoz yatakları ve un gibi ince kumlu plajları ile tanınıyor. Buralardaki ıstakozlar bildiğimiz kıskaçlı türden değil, bizim böcek (langust) dediklerimizden. Dünyanın en lezzetli ıstakozu İzlanda Adası ile Grönland arasındaki Denmark Strait denilen denizlerden, sığ olmayan soğuk sulardan çıkarmış. Bu işi Fransızlar galiba en iyi biliyorlar. Ayrıca ABD’nin Maine eyaletinin soğuk sularında çiftliklerde yetiştirilenler de çok lezzetli olurmuş.
Hava yine yağmura döndü. Gündüzleri idare ediyor ama geceleri kuzeye dönüp, şimşek ve gök gürültüleri arasında ikide bir üzerimize çullanıyor. Demirli olduğumuz liman kuzeye açık, gecenin ortasında çılgınlar gibi bir yağmur, 20 not rüzgâr ve kısa esme yolunda (feç) fazla büyüyemeyen bir soluğanla uyanıp etrafı kolaçan ediyoruz. Anguilla’da kaldığımız üç gün boyunca bu hep böyle oldu. Britiş Vircin Aylands (British Virgin lslands = İngiliz Bakire Adaları) 74 Dm kuzeybatımızda, yağmur yüzünden bir türlü yola çıkamadık. Her zamanki gibi bir minibüs tutup adayı gezdik. Kuzeydoğu ucunda bir mercan kayalığı üzerindeki sazlardan yapılmış ünlü kır lokantasında ıstakoz denemeye gittik, gittiğimize de değdi. Kır lokantası ama her tarafı deniz kabukları ile süslü, sağlam görünüşlü bir de çatısı var; harikeynler her seferinde kayalığı süpürüp her şeyi kırıp döktükleri için bu kez işi biraz sağlam tutmuşlar. Bir albüm gösterdiler, insan baktıkça dehşet içinde kalıyor; fırtına taş üstünde taş bırakmıyor, önüne gelen her şeyi parçalayıp dağıtıyor, mal sahibi de her seferinde birkaç ay içinde lokantasını yeniden kurup çevresini palmiye, Hindistan cevizi ve bizim kırmızı kafalı kaktüslerle yeşillendiriyormuş; malûm kaktüsler artık “bizim” oldu.
Geldik 19 Nisan cuma gününe ve sabah saat 05:45’te vira demir, kalktık, önceleri güney sonraları güneydoğudan 15-18 not esen güzel bir rüzgârla cenova + camadanlı ana yelken düzeninde 7-8 notla seyrediyoruz. Dalgalar ehhh, şöyle böyle varlar, 1,5 metre temizinden, arada bir 2 metrelikleri çıkıyor, iskele kıç omuzluktan geliyorlar, Şerife işinin başında, yel üfürüyor, su götürüyor, bundan iyisi can sağlığı diyoruz, bir taraftan da “acaba Atlantik’te böyle bir rüzgârımız olacak mı?” diye de düşünüyoruz.
VIRGIN GORDA…
İlk uğrayacağımız adanın ismi Virgin Gorda. Gorda şişman demekmiş; Kristof Kolomb ağabeyimiz adayı arka üstü yatan hayli tombul bir hanıma benzettiği için de adını “tombul bakire” koymuş, farkı nasıl anlamış ki? Bu Kristof Kolomb çok deneyimli birisi miymiş, bilen var mı? Doğadaki şekillenmelerden benzetmeler uydurmak insanın bakışına, kafasında uçuşanlara ve gönlünde yatanlara bağlı olsa gerek. Biz adayı hiç mi hiç tombul bir bakireye benzetemedik.
Virgin Gorda çevresinde mercan kayalıkları var, aralarından yolumuzu bulduk ve adanın batı yüzündeki yapay lagüne yerleştirilmiş marinaya girip orta alanda bir miktar dolandıktan sonra iskeleyle, iki büyük motoryatın sırasına aborda olduk. Anguilla’dan buraya ortalama 7.3 notla gelmişiz. Çevremiz İspanyolca konuşanlarla dolu, meğer hemen hepsi 60 Dm ötemizdeki Porto Rico’dan tekneleriyle gelmişler ve Paskalya tatilini geçirmekteler; ada yükünü almış vaziyette.
Bir gece kaldığımız ve noksanlarımızı tamamladığımız bu marinadan saat 11.00’de ayrıldık ve geçen yıl Ataköy Marina’da bağlı duran yabancı bayraklı bir motoryatın Amerikalı kaptanının tavsiyelerine uyarak yine bir minik mercan kayalığı üzerine yerleşmiş otel ve lokantanın önüne gidip şamandıralı tonozlardan birisine bağlandık. Demirlemek yasak, gecelemek 25 Dolar US. Denize girdik, önümüzde 200 metre uzağımızda mendirek gibi bir mercan kayalığı, üzerinden deniz aşamıyor, içi havuz sanki, altımızda da 12 metre su var. Ada yüksek değil, belki 20 metre belki daha da az, yüzeyi bizim Sivri Ada’nın yarısından da küçük, hap gibi bir şey, ama yakıt istasyonu var, butiği var, barı var. Saat 17:00 ile 18:30 arasında “happy hours” (vakti kerahet olmalı) ve içkiler yarı fiyatına, insanlar teknelerinden çıkıp barda toplanıyor, canlı müzik (teneke çalan bir adam ve sintesayzeri) eşliğinde güneşin batışını seyrediyorlar, biz de umuma uyduk.
KÖPEK BALIKLARI!..
Akşam, hava karardıktan sonraydı Efendi Kaptan Ahmet teknenin yakınında büyücek bir balığın dolaştığı haberini getirdi, biraz heyecanlıydı. El fenerine davrandık ki, ne görelim; altımızda boyları 1,5 m. boyunda köpek balıkları, üçü beşi bir arada geziniyorlar; anaaa, biz bugün burada yüzmedik mi? Havhav balıkçıkları ışıktan rahatsız olup derine doğru kaçıyorlar, bir suskunluk çöktü hepimize. Sonradan kitaptan okuduk ki, bölgede köpek balığı, barakuda ve deniz kaplumbağalarına sıkça rastlanırmış; saldırı olayları pek az olurmuş ama yine de dikkatli olunmalıymış. Biz onlara saygılı davranırsak onlar da bize saygılı olurlarmış; mış, mış da ya ben ayaküstü denize atladığımda bunlardan birisinin kafasına düşseydim?
Bir milden daha yakın mesafede Tortola Adası’nın doğu ucu üzerinde bir ufak havaalanı var, uçaklar gece saat 10:00’a kadar inip kalkıyorlar, pek hareketli bir yer. Diğer taraftan Virgin Gorda Adası’nın bir burnuna yakın yerde, üç küçük koyu oluşturan kayalar arasında bir doğa parçası var ki, görülmeye değer. Turizm broşürlerinde bol bol fotoğrafları var, adı Baths, yani hamam. Köpek balıklı gecenin sabahında şamandıramızı koyuverdik ve hamamın önüne gidip, sarı renkli şamandıraya bağlandık. Buralarda şamandıralar renklere göre düzenlenmiş, boyları 55-85 feet ve deplasmanları 25 tona kadar olan teknelerle büyük charter yatları sarı şamandıralara bağlanıyorlar. Önerilen bağlı kalma süresi 90 dakika, yani hamama git, şnorkelle dal, kayalar arasında dolaş ama sonra burayı terk et, başkaları da yararlanacak. Mat’ın boyu 62 feet de kilosu biraz fazla tombulumun, 43 tonluk, yine de bağlandık, bulunduğumuz yer hafif soluğan alıyor. Patalyalarla kayalıklara gidiliyor ama sahile çıkmak soluğandan dolayı olağandışı; patalyadan denize girmek gerekiyor. Görülmeye değer bir yer, ancak adanın bir başka tarafına turist gemisi de gelmiş, hamamı oluşturan üç koycuk da tıklım tıklım. Dorchie, Nilgün ve Ali gittiler, yüzüp, gezip, görüp, mutlu döndüler.
Saat öğleye yaklaşırken şamandıradan ayrıldık. Adanın kuzey yüzündeki bir başka koya gideceğiz, 12-14 mile yakın yolumuz var. Cenova yelkenimizi bastık, tekneyi 10 mil esen rüzgârın önüne saldık, kimi zaman çocukların uydurup oynadığı, üzerine civciv tüyü dikilmiş tahta parçasından gemiler gibi, tıngır mıngır 3-4 notla, karışık salatadan ibaret öğle yemeğimizle birlikte akıyoruz.
Yine mercan kayaları ve aralarındaki yolu markalayan kırmızı yeşil şamandıralar belirdi önümüzde. Koya girerken kırmızı şamandırayı sancakta, yeşili iskelede bırakacağız, yani bizdekinin tam tersi. Girdik, koy büyücek, içinde üç demir yeri ve üç marina + otel + kulüp barındırıyor. Önce sancaktaki Drakes Anchorage (korsan Dreykin demir yeri) ilgimizi çekti. Sahildeki otel ve lokanta kapalı ya da terk edilmiş, demirde yatan bir tekne var, tam aradığımız inziva yeri. Demirledik, mercan kayalarının dışında kocaman ama çok kocaman bir katamaran yolcu gemisi demirli duruyor, servis botları ile sahile yolcu çıkarıyorlar, anlaşılan hamamı dolduranlar da bunlardı. Gemi her iki gövdesinden birer demir atmış; tek demirde yatarsa gövdenin birisi acaba başını alıp gider mi ki?
Bizim dalgıç ekibi, Dorchie+Nilgün+Ali botla demir yerimizi çevreleyen kayalığın (reef) lagününe dalmaya gittiler; dürbünle takip ediyorum. Dalıp dalıp bir şeyler çıkarıyorlar sanki. Öylesine ortalığı seyrederken birden nasıl olduysa denize baktım, girip yüzsem mi diye düşünüyorum; anaaa o da ne? Tam dibimizde, teknenin sudaki gölgesinde kesinlikle boyu 1,5 metre bir balık öylecene sessiz sedasız duruyor. Ahmeeet oğlum bu ne ki? İyice bakınca seçtik ki, bu kez dostumuz bir barakuda. Tekne boyunca yavaş yavaş gidip geliyor, arada sırada altına saklanıyor sadece kafasını ya da kuyruğunu görüyoruz, gitmiyor. Dalgıçlar dönüyorlardı, uzaktan işaretle sessiz olmalarını istedik, yol kestiler ama balık bir anda harekete geldi, 5-6 metre öteye fişek gibi fırlayıp açıldı ve tekrar durdu, sanki bota yanaşması için yol veriyordu. Sevgili hayvanımız bir süre daha bizimle eğlendi, fotoğraflarını çekmemiz için poz verdi, sonunda da kendisinden aşırı derecede rahatsız olan Ahmet’in, bir anlık açtığı septik tank vanasından yolladığı malzemeyle yaptığı şakayı (!) beğenmeyerek yolunu seçti ve gitti, baradukalar canlı av seviyorlar, anlaşılan.
Demir yerimizin karşısında, doğuda Bitter End Yacht Club marinası ve oteli var Sabah 09:00 dolayında kalktık, biraz da sahili elleyerek karşıya geçip bir şamandıraya bağlandık, hava güzel, açık aralıklarla yağmur eksik değil. Çevre charter yatları ile dolu, genel olarak gördüklerimizin yarısı tek gövde, yarısı katamaran. Katamaran bütün Karayipler’de çok yaygın kullanılıyor, charter yapanların pek sevdiği bir tip.
JOST VAN DYKE…
Akşam sahile yemeğe çıktık, ortanın üstünde bir fiyata ortanın hayli de altında lezzetsiz ama bol kepçe bir yemek yedik, teknede yemediğimize pişman olduk. Burada da bir gece kaldıktan sonra yine ağırdan alarak bu kez motorla adalar arasındaki geçitleri kullanarak adını çok duyduğumuz Jost Van Dyke (Hollandalı olmalı) Adası’na yöneldik. Hava yarı kapalı, hayli rutubetli ve sıcak. Gerek Furuno Weatherfax cihazımızla Boston’dan aldığımız sinoptik haritalarda görülen, gerekse bölge radyosunun hava raporlarında bildirdiği gibi mevsimin ilk tropikal fırtınası kuzeyimizde bir yerlerde, Bahamalar’ın da kuzeyine kayarak ortalığı karıştıra karıştıra yavaş yavaş Atlantik’e yürüyor, rüzgâr sürati 50 notlarda, dalga boyları 5 metre. Hava haritalarında bu fırtınanın cinsi önceleri “subtropikal” olarak görünürken, daha sonra “tropikal” olarak değişti ve adı ANA olarak kondu. Radyodan edindiğimiz bilgilere göre 1871 yılından beri ilk kez burada Nisan ayında bir “tropical gale” görülüyormuş. Bize de Ana’dan biraz soluğan ve de bu acayip sıkıntılı yağmura doygun hava sarkıyor. Jost Van Dyke Adası’na yaklaşıyorduk ki, yağmur birden boşandı, göz gözü görmüyor, denizin üstü pıtrak pıtrak, fotoğraf çektim, her yer gri, başka hiçbir şey gözükmüyor. Aradan yarım saat geçince de her şey bitti ve kendimizi tatil broşürlerinde çok sık görülen Sandy Spit mercan adacığının yanı başında bulduk; üzerindeki hindistan cevizi ağaçları (coconut) ve mercan kumlu sahili ile gözlerimiz şenleniyor. Bu ada bir koyun ucunda yer alıyor, dört metre suya demirledik, denize girdik ki, yağmur geri geldi; Nilgün’le Doreen için iyi bir saç yıkama fırsatıydı, değerlendirdiler.
Jost Van Dyke’ın güney sahilinde 2-3 koy var, sırayla hepsine girip çıktık, birisinde demirleyip, çayımızı içtik, denize girdik ve kalktık asıl limanı Great Harbour’a girip demirledik. St. Lucia’da tanıştığımız ve ikiz yelken mafsalını kopyaladığımız Simply Magic yatı da burada, eller kollar sallandı, selâmlaştık, akşamüstü de kıç güvertemizde birlikte birer içki içtik. Herkes aradan geçen zaman içinde yaşadıklarını anlattı. Kaza geçirmişler, adamın birisi tekneyi çok beğenip fotoğrafını çekerken nasıl olmuşsa kendi demir halatı koyuvermiş ve vizörden baka baka gelip tekneye yaslanmış. Burada demirli 50 dolayında yatın arasından çıktık ve Tortola Adası’na inmeye başladık. Adanın batı ucunda adalar var, aralarından geçerken 3 not akıntıya karşı gidiliyor, biraz ilerimizde de Amerikan bakire adalarından St. John gözüküyor; bunlar da aynı cinsten. ABD bu adaları 1917 yılında 25 milyon dolar altın karşılığında Danimarka’dan satın almış, şimdi turist kaynıyorlar. Arada deniz üzerinde yer yer şamandıralar var, sanki hudut belirlenmiş, feribotlar iki yönlü çalışıyor.
Tortola’nın en batı ucunda Soppers Hole Koyu ve marinası var, derinliklerini beğenmedik ve girmedik, doğuya gittikçe Nanni Cay Marina’ya geliniyor; çok sıcak olurmuş, oraya da girmedik ve geldik asıl ana liman olan Road Town’a. Burası biraz büyücek bir koy; büyük yolcu gemileri için yapılmış yeni iskele limanın ortasına kazık gibi çıkıyor, yük gemileri için ayrı bir terminal var ve de beş tane ayrı marina etrafa yayılmış vaziyetteler, altıncısının yapımı sürüyor. Her yer tekne dolu, charterci Moorings şirketinin kendi marinası var, tekneler dizi dizi duruyorlar, sezon artık kapanıyor, limanlar böylesine doluyken açıkta gezen bir sürü yat nerede barınacak, kestirmek mümkün değil.
BVI (British Virgin Islands) vergi cenneti olarak isimlendirilen yerlerden birisi. Hayat çok pahalı çünkü adada hiçbir şey yetişmiyor, her şey ithal malı. Ne var ki, burada avukatlar aracılığı ile uluslararası ticaret için şirket kurmak çok ucuz. BVI bayrağı altında tekne sahibi olmak kolaylıkla mümkün, bazen yatların arkasında bağlama limanı olarak görülen Road Harbour işte burası.
Bayrak meselesine gelince iş yine alevleniyor. Türk vatandaşları, kendi kullanımları için ikinci el piyasasından satın aldıkları yatlarını başka ülkelerin bayraklarına muhtaç kalmaksızın, muhtaç bırakılmaksızın, acaba ne zaman kendi öz bayrakları olan Türk bayrağı altında tescil ettirebileceklerdir? Ne zaman? Bu yol neden kapalıdır? Bu yol örneğin, Avrupa ülkelerinde neden açıktır da bizde kapalıdır? Bilir misiniz ki; Türkiye’de borcundan dolayı haciz edilen ve bu nedenle mahkemece satışa çıkarılan yabancı bayraklı bir yatı arttırmaya katılan bir Türk vatandaşı aldığı zaman ona Türk bayrağı çekemez. Hal böyleyken bunu başarmış olanların var olduğu söyleniyor. Eğer söylenenler doğruysa, haciz yoluyla da olsa hacizsiz de olsa, her Türk vatandaşının satın aldığı ikinci, üçüncü ya da yirminci el yabancı bayraklı yatına Türk bayrağı çekme hakkı vardır; aksi halde bu çifte standardın bir açıklaması olması gerekir. Burada hukuki bir durum var ve neden hukukçular konuyla hiç ilgilenmezler? Yassaaahhh gardaşım yassaaahhh işte! Biz hep böyle mi yaşayacağız yani?
Nerede yazıyor satın alınan kullanılmış yatlara Türk bayrağı çekilemeyeceği? Yıllar önce ithalat rejiminde ticaret gemileri için böyle bir hüküm vardı belki. O zamanlar daha Denizcilik Müsteşarlığı yoktu. Sanıyorum ticaret gemileri için cins ve boyla ilgili bir ayırım bugün de var. Neden var? Sorunun cevabını gemi sahipleri, işletmecileri ve yapımcıları bilmelidir. Özel yatlar için aynı kurallar mı geçerli olmalı? Olanakları kısıtlı amatör denizci kim bilir kaç vatandaşımızın, gönlünde yatan tekneye sahip olamadığı için hevesi kursağında kalmıştır? Olmaaaz, yat alacaksan yeni olacak; nedenmiş? Kullanılmış otomobil, kullanılmış ev, bisiklet, motosiklet, elbise, ayakkabı, uçak, av tüfeği, her şeyi satın alıp kullanmak mümkün de malın adı yat olunca değil. Birilerimiz bu soruları genişletmeli ve birilerimizden de cevapları gelmeli, mevzuat değişecekse de değişmeli. Denizci ülke olmanın yolu sadece yeni gemi kullanmaktan geçseydi eğer, Yunanistan bugünkü durumuna herhalde gelemezdi.
Tortola’da Ana’nın üfürüp bitmesini, havanın mevsim normallerine dönmesini beklerken boş durulmuyor. Doreen ve Nilgün, hava koşulları nedeniyle yemek pişiremeyeceğimiz günler için önceden yemekler hazırlayıp seyyar dipfrize yerleştiriyorlar. Armanın kontrolü, güvenlik bantlarının döşenmesi, panic bag’lerde taşıdığımız el fenerleri, GPS gibi aletlerdeki pillerin yenilenmesi, makaraların kontrolü, halatların tasnifi, can yeleklerinin vücutlarımıza göre ayarlanması, hazırlık işlerimiz arasında.
Kamyonetten dönme arkası açık, tepesi tenteli bir taksiyle ada turu yaptık; bu arada yola çıkacağımız koyu saptadık. Marinadan sabah ayrılıp seçtiğimiz koyda demirleyeceğiz, denize gireceğiz, son kez kurallarımızı konuşacağız ve yıllar sürmüş bir hayalin nasıl olup da gerçekleşebildiği hayreti içinde uykuya dalacağız.
Ertesi sabah erkenden, amatör dünyamız içinde öğrendiğimiz şekliyle denizcilik zanaatını uygulamaya başlayacağız, yeni deneyimler edineceğiz; yürekleri deniz sevgisi dolu altı kişi, yeni bir kader birliğine hazırlanıyoruz. İngiltere’deki MetWorks’la temas kurduk, tasarladığımız yolu onlar da öneriyorlar. Hareket günümüz yaklaştıkça hava koşullarını birlikte daha yakından takip edeceğiz. İki gündür yağmur yağmadı. Görünen o ki, her şey normal giderse Nisan’ın 30’u veya Mayıs’ın 1’inde yola çıkarız; ilk etap Azorlar, 2250 Dm yolumuz var, bugün 28 Nisan Pazartesi, Tortola’da son hazırlıklarımızı yaptık. Alacaklarımızı aldık, kumanyamızı tazeledik, marina ile hesabımızı kestik, bir gün önce adayı kamyonetten dönme taksi ile gezerken görüp beğendiğimiz bir koyda hem yüzmek hem de gecelemek üzere pontonumuzdan ayrılıp, karşıdaki marinanın Shell yakıt istasyonuna yanaştık.
Özellikle Karayip’te yakıt alırken çok dikkatli olmak gerekiyor. Kesinlikle, bilinen marka yakıt istasyonları tercih edilmeli. Nedeni basit ama çok tehlikeli; adı duyulmamış kenar köşe yakıt istasyonlarında veya cerikenle satılan mazotun çoğu kez düşük kaliteli ve yağlama özelliği olmayan cinsten olabileceğini bir Amerikan yat dergisinde çıkan yazıdan öğrenmiştik. Bu düşük kaliteli mazot, yakıt pompası elemanlarının kuru çalışmalarına ve sürtünme ile aşınıp bloke olmalarına neden olmaktaymış. Yazıyı okuduktan sonra yakıt alırken daha da dikkatli davranmaya başladık. Öğrendiğimize göre de yat turizmi filolarının bulunduğu marinalardaki istasyonlar en güvenli olanları, yat turizmi filoları yakıtlarını bu denenmiş istasyonlardan sağlıyorlar. Darda kalıp, özelliği bilinmeyen türden yakıt almak gerektiğinde depoya, kıçtan takma motorlarda kullanılan iki zamanlı motor yağından bir miktar kesinlikle katılması gerektiği de okuduğumuz yazıda önerilmekteydi. Tortola’da yakıt aldığımız istasyon tamamı Moorings şirketine ait bir marinada bulunmaktaydı. Yakıtı veren personel, yakıtın nasıl devamlı kontrol edildiğini ve ekstra filtreden geçirildiğini her nedense ayrıca anlatmak ihtiyacını hissetti.
Su tanklarından ikisini ilave yakıt tankı olarak kullanmayı kararlaştırmış ve gerekli bağlantıları yapmıştık, ancak daha hiç doldurmamıştık. Artan kapasite ile yakıt almamız uzayınca yanımızdaki pontonda bağlı yatan Amerikan bayraklı teknenin sahibi ile sohbete daldık ve laf arasında gecelemeyi düşündüğümüz koyda denize giren birçok kişinin acayip bir kulak hastalığına yakalandığını öğrendik. Burada yüzenlerin kulaklarına bir cins mantar yapışıyor, duyma bozukluğu yaratıyormuş; tabii hepimizde hoşafın yağı kesti. Seçtiğimiz koy birden “out” yerine “Little Jost Van Dayk” Adası’nın doğu koyu “in” oluverdi, yakıt almamız bitince de Tortola Adası’nın güney sahili boyunca yelkenle yola koyulduk, batıda iki ada arasındaki kanaldan geçip kuzeye yükselip demir yerimize ulaşacağız.
Yeni tanklarla birlikte toplam yakıtımız 2000 litreye yükselirken, suyumuz da 2000 litreye indi. Volvo Penta TAMD60C tipi 255 BG’deki motorumuz 1600-1700 devirleri aşmadıkça hava ve deniz koşullarına göre tekneye 7,8 ila 8,2 not sürat yaptırırken 12-14 litre arasında yakıt harcıyor. Ancak baş denizlerine karşı dövünmeye başlarsak, 6 notun altında seyrettiğimiz de oluyor. Rüzgârsız kalırsak, mevcut yakıtımız emniyet payımızla birlikte 150 saat seyre yetecek ki, bu da 1200 Dm yol eder.
Atlantik geçişimiz için iki rotadan birisi üzerinde karar kılmaya hazırlanıyorduk. Birincisi Jimmy Cornell’in kitabında önerdiği, önce Bermuda’nın iyice kuzeyine yükselip oradan doğuya dönüp Azor Adaları’na gitmek, ki, yaklaşık 2600 Dm tutuyor; İkincisi ise Archie ile üzerinde anlaştığımız, Bermuda’nın 100-150 Dm güneydoğusuna kadar yükselip oradan doğuya dönmek ve arada rüzgârımız olmaz da motorla gitmek zorunda kalırsak, Bermuda’ya uğrayıp yakıt tazelemek; bu yol da 2400 Dm tutuyor.
Son akşamdı, MetWorks ile fakslaştık ve deneyimli kaptanlar önce kuzeye yönelip ticaret rüzgârlarını ortadan keserek karşıya 25 kuzey enlemi ile 60 batı boylamı yönüne geçmemizi, ki, buraya kadar ticaret rüzgârlarının kapsadığı alan 400 Dm genişliğindedir, sonra da kuzeydoğuya dönüp 30 kuzey enlemi ile 50 batı boylamına yönelmemizi önerdiler. Bu noktadan sonra Mayıs’ın 4’ünden başlayarak hafif güney rüzgârları beklendiğini, dolayısıyla dalgaların Bermuda rotasına nazaran çok daha küçük olacaklarının tahmin edildiğini bildirirken, 15-20 not rüzgârla apaz seyirde ne sürat yaptığımızı da sordular; ihtiyatlı davranıp 7 not üzerinde yaptığımızı bildirdik; bu öneriye göre Tortola-Azorlar arası mesafe de ayrıca kısalıp 2200 Dm’ye iniyordu. Öneri mantıklı geldi, benimsedik ve yeni rotamızı saptadık. MetWorks’un elinde dünya denizlerinin yaklaşık her noktası hakkında yıl, mevsim, gün ve saatlere göre düzenlenmiş 150 yıldan fazla bir süreyi zamanı kapsayan istatistiki bilgi var. Ayrıca devamlı ilişkide olduğu hava istasyonlarından her an bilgi toplayıp kompüterde animasyonla hava tahmini ve rota saptıyor, bu hizmeti de ticaret gemilerine ve yatlara bedeli mukabilinde sunuyor. Ellerinde bilgi olmayan denizlerden birisi ise kimi zaman mahzun, kimi zaman azgın Karadeniz’imiz. Kayralardan birisinde MetWorks’den bilgi almayı denemiştik de kendilerine her gün bulunduğumuz mevkideki hava durumunu bildirirsek bazı tahminlerde bulunabileceklerini yazmışlardı.
Bu arada Martinique’de İsviçre bayraklı bir teknenin reisinden duyduklarımızı da hatırladık. Geçen yıl önce ticaret rüzgârları sonra da kesintisiz esen nefis bir güney rüzgârı ve apaz seyirle 13 günde Guadalup Adası’ndan Azorların Faial Adası’na geçmişler. Söz konusu tekne Atlantik’e her yıl gidip geliyor ve her seferinde yeni bir ekibe okyanus seyrinde deneyim kazandırıyor; kulüp teknesi olsa gerek, ya da bir vakıf malıdır. Boş bulunduk sormadık ve ne olduğunu öğrenemedik; sağlam, denizci, çelebi görünüşlü bir tekneydi. Denizle böyle haşır neşir olunca, Whitbread yarışını kazanmak da America’s Cup’ı almak da denizi olmayan ülkelerin denizci sporcuları için mümkün olabiliyor. Şimdilerde, değerli denizcimiz Cumhur Gökova’nın eğitim amaçlı gezilerini yavaş yavaş uzaklara, dış sulara taşımaya başladığını internetten gördükçe insan ümitleniyor ve onurlanıyor. Kimbilir belki de yumurta çatlamaya başlıyordur artık, göreceğiz.
Jost Van Dayk Adası’nın doğuya bakan koyunda döşenmiş şamandıralardan birisine bağlandık, rüzgâr 15-20 not esiyor, denize girdik, façaya yerleşmiş yosunlar silindi, Şerife’nin dümen palasından arkaya uzanan ve su içinde kalan yekesini Ahmet sert süngerle silip bir güzel parlattı, trim tabı -biz ona kuyruk diyoruz- yerine bağladık, güneş batarken de akşam yemeğimizi yedik ve tumba yatak uykuya daldık, sabah 06:00’da kalkıyoruz.
Bugün 1 Mayıs 2003, şamandıranın halatını saldık, ağır yol motorla koydan çıktık, kuzeye döndük; motorla giderken fazla devir veremiyoruz, çünkü Şerife’nin kuyruğu pervanenin suyunda rezonansa giriyor. Bir iki mil gittikten sonra ticaret rüzgârının içine girmiş olduk, cenova ve ana yelkeni bastık, motoru durdurduk, dar apaz bir seyirle ve dalgaları baş omuzluktan teperek sancak kontra 8 not dolayında süratle kuzey rotamıza girdik. Nöbet düzenimiz işlemeye başladı; nöbet tutanlar havuzlukta, diğerleri ya salonda ya da kamarasında yatakta; yolumuz uzun, nöbete gelirken dinlenmiş olmalıyız. Ali gerek Weatherfax cihazı ile doğrudan gerekse SSB telsizden Bonito isimli bir program ile kompütere hava raporlarını almaya başladı bile. SSB kayıtları bazen daha temiz çıkıyor, anten farklarından olduğunu düşünüyoruz. Bu yakada ana istasyonumuz Boston; Kuzey Atlantik’i günde iki kez batı ve doğu olarak bölgesel, ayrıca da bir kez tamamen veriyor.
MetWorks’un önerisini kabul ettiğimize hep birlikte seviniyoruz. Çünkü hava haritalarında, kuzeyimizde Bermuda yolunda, fırtınalar görülmeye başladı bile, alçak basınçlar Kuzey Amerika’da göller bölgesinde oluşup doğuya yürüyor, denize ulaşınca da bir band üstünde gibi peş peşe kuzey Avrupa’ya doğru koşturup duruyorlar. Şu anda görünen o ki, Azorlar üzerinde bir yüksek basınç var, biz oralara gelinceye kadar yerinde durursa, son günlerde motor seyri kaçınılmaz olacak. Bu arada ticaret rüzgârlarını kuzey yönünde geçmemiz bitince, değişken rüzgârlar bölgesine (variables) gireceğiz ki, orada da bir süre motorla gitmemiz gerekebilecek, aynı husus MetWorks’un tahmininde de belirtilmiş.
Nitekim öyle oldu ve bir gece ansızın rüzgârsız kalıverdik, ticaret rüzgârlarından çıkmıştık, şimdi 30 kuzey, 50 batı boylamı yönünde motorla yol almamız gerekiyordu. Motor seyrimiz 30’u aşkın saat sürdü ve yine bir sabah saat 08:00 sularıydı, birden, sanki randevulaşmış gibi, güney rüzgârı ile buluşuverdik; motor “out”, cenova, ana yelken yarım + mizana “in”. Önceleri Şerife’yi kullanmadık, otopilotla seyrettik, ancak daha birinci gecenin içindeydi, otopilotun elektrikli pompası aküyü yiyiverdi; jeneratör çalışmasına rağmen böyle bir durumla karşılaşınca bir şarj problemimiz olduğuna karar verdik. Düzelteceğiz elbette ilk fırsatta; tembelliği bırakıp Şerife’yi yeniden donattık, 7 not üzerinde sabit bir süratle az dalgalı bir denizde seyrederken huzur dolu günlerimiz de geriye geldi.
Gündüzleri çevremizde balinalar görmeye başladık, kimi zaman tek, kimi zaman sürü halinde; kimisi bizim İstanbul Belediyesi’nin Haliç’te helikopter düşüren fıskiyesi gibi üflüyor sanki (bu tarif galiba biraz avcı palavrasına benzedi). Demek istediğim bayağı yüksek su püskürtüyorlar, nefesi güçlü yaratıklar bunlar. Her balina gördüğümde sevgili dostum, değerli insan, yazar, kaptan Oktay Sönmez’in yaşamını anlattığı “Güneşi Hüzünlüdür Kutup Denizlerinin” kitabı aklıma geliyor. İnsanların bu canlılara verdiği zararın boyutlarını anlamak için kitabı bir değil, kafalara iyice dank etsin diye, birkaç kez okumak gerekiyor.
Artık mercan kayalıklı sığ sulardan açıkdenize ve derin sulara çıktık ya, oltamızı peşimizden salabiliriz. Sığ, özellikle mercan kayalarının olduğu sığ sularda balık tutmak ve bunları yemek riskli bir iş. Bu tür sularda yaşayan balıkların etinden zehirlenmek mümkün. Zehirlenme sonucundaki öldürücü hastalığın adı Ciguatera (siguatera okunuyormuş). Şimdilerde, erken farkına varmak ve zamanında hastaneye ulaşmak koşuluyla tedavisi mümkün olabiliyormuş. Tedaviye rağmen ömür boyu süren bir alerjiyle beraber yaşamaya da alışmak gerekiyor. Buralarda güvenli yol ancak yerlilerin tuttuğu balıkları yemek. Çünkü, onlar bu hastalığı ezelden beri bilir, tutulan balıkları zehir taşıyıp taşımadıklarına göre ayırabilirlermiş. Balık büyüdükçe zehirlenmenin ağırlaşma olasılığı da yükseliyor. “Denizden babam çıksa yerim” gibi ham halat bir iddia söz konusu sularda geçmiyor, maalesef her balığın eti yenmiyor.
Şimdi bulunduğumuz sularda hâlâ balina avlayan gemiler var; ne var ki, bu gemilerin çoğunluğu bütün dünya ülkelerinin imzaladığı ve balina soykırımına son veren anlaşmaya katılmayan Japonlara ait, galiba Ruslar da aynı şekilde devam ediyorlar. Balinalara zaman zaman bu kadar yakın olunca saygı duymamak elde değil. Kimisi Mat’tan da büyüktü gördüklerimizin. Bir ara iki gece peş peşe, ufukta kuvvetli bir ışık gördük. İkinci geceydi, önceleri ufkun ötesinde ama aynı rotada gidiyormuşuz gibi gözüktü, sonra yaklaşmaya başladı, balıkçı gemisiymiş. Telsizle arayıp konuştuk, arkasından ağ çekiyormuş ama derin sürüyormuş, endişelenmeye gerek olmadığını söyledi, biraz biz rotamızı değiştirdik, biraz da o yapacağını yaptı, arkasından geçtik. Balina ağla avlanmadığına göre, herhalde orkinos ya da karides ya da kalamar topluyordu, sormak istemedik bile ne tuttuğunu.
Yanımıza sık sık yunuslar da geliyordu, kimi zaman da kocaman kanatlı kuşlar uçuyordu çevremizde. Bir başka gece bir başka balıkçı gemisi ile çok yakın geçiştik, arkasından çektiği ağın uç şamandırasını 1 milden fazla açıkta radarda görmek mümkündü. Yine bir başka gece de ufuk hattında çok kuvvetli çakan iki ışık gördük, Ahmet denizaltı olabileceklerini ileri sürdü, askerliğini yaparken bir kez görmüş, gece manevralarında su üstüne çıkınca böyle çakarlarmış; bence balıkçıların ağlarıydı, nitekim arada sırada yanımızdan üzerinde radar reflektörü bulunan şamandıralar da geçiyordu.
Okyanuslarda katliam devam ededursun, bir taraftan da gayet ciddi araştırmalar sürmekte. Örneğin, Argo Armada isimli bir projenin uygulamaya konmuş olduğunu sonraları Horta’da elimize geçen bir yayından öğreniyoruz. Argo Armada projesi 2004 yılında, yani önümüzdeki yıl, tamamlanmış olduğunda 3000 adet şamandıradan oluşan bir filo kurulmuş olacak. Giderek büyüyen bu şamandıra filosu 2000 yılından beri Kuzey Atlantik ve Güney Pasifik okyanuslarında deniz suyu sıcaklığını, tuzluluk oranlarını ve akıntıları saptayarak uydu aracılığı ile bir merkeze ulaştırıyor. Bu akıllı şamandıralar akıntı ile derinlerde sürüklenirken her 10 günde bir kez bulunduktan derinliklerden yaklaşık altı saatte su yüzeyine yükselirken gereken bilgileri topluyor ve açık havaya ulaşınca da bir saat süren bir yayın döneminde hepsini uyduya gönderip tekrar dalmaya başlıyorlar. Proje tamamlandığında şamandıraların adedi her ne kadar 3000’e ulaşacaksa da denizlerde dolaşan yatların bunlara rastlama olanağı hemen hemen hiç olmayacak; kimseye görünmeden kendi başlarına sessiz sedasız dünyamızı ve doğayı tanımakta bizlere yardımcı olacaklar.
Nilgün’ün de katılımıyla iyice şenlenen kuzinemizden çıkan mönüler yolcu gemisi kalitesinde. Denizcilik bilgisi, becerisi ve deneyimi olan arkadaşlarla birlikte seyretmek her bakımdan hem zevkli hem de güvenli. Yolculuğun iki büyük ayağında, giderken Kemal ve Nesrin Ayata, şimdi dönerken de Ali ve Nilgün Gündüz gibi insanın güvenebileceği dostlarıyla birlikte olması çok önemli bir unsur. Tortola’dan aldığımız son şaraplar feci pespaye türden çıktı, içilir gibi değil, ucuz etin yahnisi de böyle oluyor işte.
Nöbet düzenimiz değişmedi, gündüz dört saatlik üç nöbetimiz var, gece üç saatlik dört nöbet tutuyoruz; mehtap gecelerimizi aydınlatmak istiyor ama beceremiyor çünkü gökyüzü hep kapalı, çok az güneş görerek yaptığımız bir seyir bu seferki. Mayo giyip güneşlenmeyi düşünmek dahi mümkün değil, hava iyice serin, polar giyiyoruz. Günlerden bir gün hemen yanı başımızda, 20 metreden yakın bir mesafede, sırtı yeşilimsi, karnı beyaza yakın kocaman bir balık belirdi, boyu 4 metre dolayında vardı, kah sancakta kah iskelede bizimle birlikte gidiyor, iki yanında birer adet kısa yüzgeçleri var. Su püskürtmüyor, demek ki, memelilerden değil, arada sırada sırtını ve yüzgecini gösteriyor. Sanki köpekbalığı ama acaba ne cins? Kitaptan baktık bir şeye benzetemedik, bir süre sonra herhalde canı sıkıldı, birden döndü dalıp altımızdan geçti ve kayboldu gitti. Serin denizlerde yaşayan, ağzı açık olarak yüzeyde gezinip plankton toplayarak beslenen, zararsız, Basking Shark cinsinden olabileceğini varsaydık.
AZORLAR…
Konforlu sancak kontra yelken seyrimiz, kesintisiz 10 gün sürdü. Azor yüksek basıncının içine girmeye başlayınca rüzgâr azalmaya başladı ve 14 Mayıs Çarşamba günü saat UTC 14:00’de tamamen kaldı. Soluğan elbette var ama rahatsız etmiyor, Atlantik solumadan yapamıyor anlaşılan; motoru çalıştırdık ve Faial Adası’nın Horta limanında akşam saat 22:27’de rıhtıma bağlanıncaya kadar hiç durdurmadık. Bu geçişimizin özeti şöyle; Jost Van Dayk Adası’ndan Faial Adası’nın Horta limanına 348 saatte yani tam 14,5 günde gelmişiz ve 2284 Dm yol yapmışız. Rüzgârsız kaldığımız bölgeleri aşmak için 97,45 saat motor çalıştırarak 695 Dm yol yapmışız. Kalan 1589 Dm’yi 250,15 saatte yelkenle geçmişiz, yelken/motor ortalama süratimiz 6,56 not. Bizden sonra limana daha bir hayli adet boy boy yat geldi. Burası Atlantik’i batıdan doğuya geçenlerin ilk uğrak limanı. Her yıl haziran ve temmuz aylarında buradan 1000 dolayında yat geçermiş. Bermuda rotasından gelen bir maksi herhalde boşluğa rastlamış olacak son beş gününü motorla yürümüş, bu arada filtresi tıkananlar da var. Bölgede hava çok sık ve çabuk değişebiliyor.
DUVARA YAZI YAZILIYOR…
Horta’da kaldığımız iki tam gün içinde Archie, Nilgün’ün de yardımıyla, limanın kara tarafındaki duvarına binlerce başka yatın isimleri arasına bizimkini de boyadı; en son galiba geçen yıl buraya uğramış başka bayraklı bir yatın, yere boyalı ambleminde Zafer adında bir amatör denizcimizi de görünce çok hoşlandık. Başka T.C. bayraklı yat ismi göremedik ama olduğunu biliyoruz, bulmak için limanın duvarları boyunca adım adım tetkik gezisine çıkmak gerek, saatler sürer.
Azor Adaları Portekiz’e ait özerk bir bölge, Açores olarak yazılıp assores okunuyor. Balıkçılık, hayvancılık ve turizm ana gelir kaynakları. Tamamı volkanik, her adada bir ya da birkaç krater var. Biz Faial, Terceira ve Sao Miguel Adaları’na uğradık, aralarındaki uzaklık 60 ve 90 mil dolayında. Sao Miguel upuzun ve en büyük ada, takımın başkenti de burası, 150 bin dolayında nüfusu var, üç yeni marina yapılıyor. Azorlar giderek kuzeyden, örneğin İngiltere’den veya Almanya’dan gelen yatçıların uğrak yeri haline geliyor. Burada soluklanıp ya daha aşağılara ya da Akdeniz’e yöneliyorlar. Sevgili dostumuz İlkay Bilgişin’in böyle bir gezisi Yelken Dünyası’nda yıllar önce yayımlanmıştı, buraları gördükten sonra kesinlikle yeniden okumak gerekiyor. Şu Yelken Dünyası’nın yıllara ve konulara göre düzenlenmiş bir fihristi olmalı, faydalı birçok bilgiye ulaşmak için şimdi ara dur bakalım; Mesut Baran belki yapar?
Lizbon’a her gün uçak var uçuş süresi iki saat. Adalar arasında feribotlar çalışıyor. Dağlar tepeler her yer ya yemyeşil bitki örtülü ya da simsiyah lav kayalı. İnsanları son derece medeni, cana yakın, yemeklerin, özellikle deniz ürünü ağırlıklı olanların, tadına doymak mümkün değil, kendine özgü bir mutfakları var. Adamlar gerçekten denizden çıkan her şeyi yiyorlar. Ancak, taş parçalarına yapışık olarak sofraya sundukları çiğ ve soğuk olarak yenilen, teknelerimizin altına yerleşen kekamoz ’a çok benzeyen bir kabuklu deniz ürünü var ki, yemesi de yutması da pek kolay değil. Ola ki, giderek kirlenen ve yabani avlanma metotları ile balıkları yok edilen denizlerimiz bir gün bizleri gerçek kekamoz yemekten zevk alır hale de getirir. Belki rakı eşliğinde güzel de gider.
Adalar Portekiz’in Salazar diktatörlüğü döneminde çok ihmal edilmiş ve insanları bütün dünyaya kapalı yaşatılmışlar. Örneğin televizyon yasakmış. Salazar buraya bir kez dahi gelmemiş, hadi sıkıyorsa de bakalım şimdi “orada bir ada var uzakta, gitmesem de görmesem de benim adamdır”, vaa mı böyle dümen? Bugün adamın arkasından lanet okuyorlar; neyse ki, ordu, adamı hır gür yaratmadan koltuğundan kan dökülmeksizin indirivermiş. İngiliz krallarının, kraliçelerinin hatta veliahtların bütün kolonileri çoğu zaman şimdilerde hurdaya çıkan son kraliyet yatı Britannia ya da askeri bir gemi veya uçakla ziyaret etmelerinin temelinde yatan düşünce nire Salazar’ınki nire? Adam iki saatlik yolu bile uçmamış, 50 yıllık iktidarı süresince. Diktatörlerin hep korku içinde yaşamaları, yaptıklarının doğru olmadığını bilmelerinden ve hep arkadan vurulmaktan korkmalarından kaynaklanıyor olmalı. Pek akıllıca seçilmiş bir yaşam şekli değil, adam gibi yaşamak varken.
Portekiz’in Avrupa Birliği üyesi olması ile işler belli ki, hepten değişmiş, paralar akıyor, yollar, otoyollar yapılıyor, birlikten kuvvet doğuyor, artık her yer Avrupa, yaşam aynı kalitede olmalı. Milli bayraklar henüz var ama herhalde yakında tarihe karışacaklar. Azorlar’dan ABD’ye göç edenlerin sayısı hayli yüksek. Ne var ki, göçmenler, her fırsatta adalarına para aktarmaktan da kaçınmıyorlar, her yerde yeni inşaat görülüyor, tipik tarihi yerlere ise hiç dokunmuyorlar, özenle koruyorlar.
Bir ülkede yaşayan insanların mutsuz olmaları için o ülkenin illa da diktatörlükle idare edilmesine gerek yok. Seçimle işbaşına gelinmesine rağmen uygulamada devletçiliğin dozunu iyice kaçırınca benzer durumlar doğabiliyor, örneğin;
•Vatandaşların seyahat özgürlüklerinin uyduruk nedenlerle kısıtlanması,
•Kümese tıkılmış tavuklar gibi muamele görmeleri ile yurtdışına çıkmalarının yasaklanması veya iki hatta üç yılda bir kez ile sınırlanması,
•Cebinde yabancı para ya da sigara, evinde viski bulunduranların hapishanelerde ikâmete zorlanmaları,
•Düşünürlerden ve yazarlardan korkarak her fırsatta canlarına ot tıkanmaya çalışılması,
•Menkul kıymetler borsasının adının ağıza dahi alınmaması,
•Devlet tahvili faizinin en sağlam gelir kaynağı olduğu iddiası ile kısa vadeye yüksek faiz yerine, uzun vadeye yüksek faiz uygulayarak milletin parasının çarçur edilmesi,
•Uygar ülkelerde öteden beri var olan kazanmak ile kâr etmek fiillerinin iki ayrı kavram olduğu bilgi ve bilincinin gelişmesinden vatandaşların mahrum bırakılarak, ümit dediğimiz ve insanı geleceğe bağlayan sürücü duygudan yoksun yaşamalarına neden olunması,
•Her şeyde ve her yerde dövlet, dövlet, diyerek vatandaşın vatandaş gözünde dahi sindirilip unutturulmaya çalışılması.
Bütün bunlardan çoook çok daha önce matbaanın kullanılmasına 200 yıl direnilmesi ve daha nice benzer yasaklayıcı uygulama kimleri mutlu edebilir ki, uygulayanları her gün korku içinde yaşatmaktan öteye?
Adalarda, yükseklerde uçan ve kartala benzeyen kuşlar var. Sanırım bizim doğan cinsinden bir yırtıcı, tepelere çıkınca görmek olası, süzülüp duruyorlar. Buralara ilk yerleşenler ise bu kuşu kartal sanıp adalara Açor (asor) ismini vermişler; Açor çaylak veya kartal gibi bir kuş yani “kartal adaları” ama kartal nanay, yerine doğan verelim.
Azorlar’da toplam altı gün kaldık. Faial Adası’nın tam karşısında 3-5 mil mesafede Pico Adası var. Hava açık olunca Pico yanardağını görmek olası, piramit gibi yükseliyor. Bir gün feribotla karşıya geçtik, biraz dolanıp yemek yedikten sonra Ali ve ben erken döndük. Oysa o gün sokaklarda boğa koşturulan bir bayrammış. Boğaları yularla bağlı olarak halkın arasına salıyorlar, boğa kovalıyor, insanlar kaçıyor, bir sürü komik sahne. Nilgün gülmekten olayların çoğunu videoya çekememiş. Önce boğaları kapalı sandıklar üstünden yere indirmek üzere kaldırırken halat kopmuş ve sandık içindeki boğa ile birlikte tepetaklak yere düşmüş ve kırılmış. Düzeltmeye koşanların yürekleri ağızlarında, çünkü boğa açığa çıkarsa, önüne geleni benzetecek. Gerçekten de sandık kırılınca, serbest kalan boğa çılgına dönmüş halde ilk rastladığı adamın birini hastanelik edip stadyumdan tarlalara kaçıvermiş; böylesine acayip bir şey işte, gösteri mi, oyun mu, adet mi, ne olduğu belli değil. Millet eğleniyor olan da boğaya oluyor.
Çok eskidendi, talebeyken, 50’li yıllarda, İspanya’ya gelip üç ayrı yerde boğa güreşi seyretmiştim. Her seferinde altışar boğa öldürmüşlerdi, arena denilen savaş alanı mezbahaya benzemişti. Sonradan, Oktay Sönmez’in “Ereğlili Memed” kitabında okudum. Boğanın, güreşte zorlandığı vakit arenayı pisletmesin diye bir hafta önceden yemeğini tamamen keser, midesinin bomboş olmasını sağlar, yaralandıkça can acısı ile böğüremesin diye de ses tellerini bir gece önceden dağlarlarmış; haayyyt be!… erkeklik dediğin böyle olur işte; aslanım boğa, tepele önüne geleni, en büyük sensin, senden büyüğü yok.
Burada yaşayanların geçmişteki asıl işleri balina avcılığı olduğu için görülecek şeylerin çoğunluğu da o dönemle ilgili, ancak doğal güzellikler başka tabii. Kıyı boyunca balina gözlem yerleri var, nöbetçiler, püsküren suları görünce köylere haber salarlar, balıkçılar da ava çıkarlarmış. Merak edenlerin (merhum) Oktay Sönmez’in Güneşi Hüzünlüdür Kutup Denizlerinin kitabını okumalarını öneririm.
MetWorks’la yazıştık, GİB’e (Cebel-i Tarık) geçmek için pek bir şey söylemiyorlar, havaların gidişi belli değil, rüzgâr ve deniz koşulları değişkenliğini muhafaza edecekmiş. Bölgede oraya buraya kayıp duran bir yüksek basınç var ama kuzeyinden hababam alçak basınçlar geçiyor, ayrıca Afrika’nın kuzeybatı ucunda Marokko (Fas) üzerinden Atlantik’e sarkan hayli durağan bir alçak basınç daha var. Görünüş o ki, rüzgârın gözü doğuda, yani tam kafadan alacağız. Göreceklerimizi görüp, yiyecek deniz mahsulü cinsi de bırakmadıktan, bu arada Archie’nin burada da duvara boyadığı basitleştirilmiş amblemimiz önünde bir de toplu fotoğraf çektikten sonra yola çıkmaya karar verdik ve 24 Mayıs Cumartesi saat 10:00’da marina yönetim binasındaki gümrük görevlisine gittik, hareketimizi defterine not etti, iyi yolculuklar diledi ve limandan ayrıldık; rüzgâr 20-25 not tam doğudan, motorla adayı sıyırıncaya kadar ilerleyeceğiz, sonra yön saptayıp yelkene döneceğiz. Ada bitti, rüzgârın yönü değişmedi, üstüne üstlük işin içine kuzeydoğudan bir de iri kıyım soluğan karıştı, yani kuzeydoğuya gitsek dövüneceğiz ve de yol yapamayacağız, çarnaçar güneydoğuya döndük, cenova, anayelken ve yarım mizana ile Şerife yönetiminde gitmeye başladık.
Gel gör ki, çok fazla güneye de inemeyiz, çünkü oradan kuzeye GİB’e yükselmek hayli güç olacak, çok vakit kaybedeceğiz, buradan GİB’e 950 Dm’den fazla yolumuz var; normal şartlarda 1 hafta çeker ama volta volta gideceksek eğer iki haftayı geçeriz. Azorların en doğudaki adası Santa Maria; adanın yakınlarında, tepesinde fener olan ve çevresinde su derinliği 20-30 metre çeken bir de kayalık var ki, balıkçılar bu kayalığın orada ağ çekiyorlar. Denizler kayaların üstünden aşıyor, 1,5 mil sancağımızda bırakıp geçtik. Kayalar arasında bir de demir yeri var, ancak herhalde böyle havalarda yatmak olanağı yoktur.
Güneydoğu yönünde seyrimiz 24 saate yakın sürdü. Ne rüzgâr yönü değişti ne de soluğan, bu rotada devamın anlamı yok. Kuzeye çıkmaya kalkışsak iyice dövüneceğiz ve de yavaşlayacağız, yelkenleri sardık, motora döndük GİB’e 871 Dm yolumuz kalmış, soluğanı olabildiğince baş omuzluktan karşılayarak 5-7 notla seyre geçtik. Hava değişirse yine yelkene döneriz ama, bu belirsiz koşullarda yerinde saymanın anlamı yok. Ali’nin aldığı bütün hava raporları aynı, şimdi artık Boston çıkmıyor, yerine Offenbach (Almanya) ve Northwood (İngiltere) yayınlarını alıyoruz; İkincisinin haritaları çok temiz geliyor. Doğudan 20 not olarak öngörülen rüzgâr bir ara 50’lere çıktı. Kutuptan kutba uzanan koskocaman bir alan, yer yer koşullar değişiveriyor. Kâh deniz daha çok kabarıyor, kâh rüzgâr azıyor. Gemiler görüyoruz, dalganın çukuruna düşünce kayboluyorlar. Sevgili Sadun Boro’yu hatırlıyorum, son buluştuğumuzda; “Gel sen beni dinle, bak gitmişken bari Pasifik’ten, Kızıl Deniz’den dön gel, o yolda hava koşulları çok daha iyidir, Kuzey Atlantik daha zordur, yorucudur” diyordu. Denediği için biliyor, kesinlikle haklı da ancak o işi yapacak vakti başından ayarlamak gerekirdi, biz yapmadık.
Bu pasajımızda sallanıp silkelenmekten yemek işlerimiz biraz kolaylaştırıldı, sandviç veya çorba ile idare ediyoruz. Daha Azorlara gelmeden önceydi, Nilgün’ün saldığı oltamıza kocaman 4,5 kiloluk bir golden mackarel, altın rengi sırtı olan uskumru cinsinden büyük bir balık takılıydı, Archie galsamasından (solungacından) içeri Tekel cini boca edince gerçekten cin çarpmışa dönen balığın altın rengi hemen laciverte dönüverdiydi. Yarısını yemiştik, kalan yarısı dipfrizde duruyordu; Efendi Kaptan Ahmet patatesli, soğanlı, sarımsaklı bir balık çorbası yaptı, neredeyse iki günlük doyduk.
İberik yarımadasının Cadiz Körfezi’ne dönen güney köşesindeki Vincente Burnu’nun soluğanı keseceği ve daha az sallanacağımız belki de yelkenle seyre başlayacağımız ümidiyle, tekne ikide bir yarı beline kadar denizlere dalarken, tahterevallide oynayan çocuklar gibi ranzalarımızdan yukarılara savrula savrula yolumuza devam ediyoruz. Burnu geçtik, değişen bir şey yok, nihayet 30-40 mil içeriye girince biraz rahatladık, akşama da bir şey kalmadı, dalga küçüldü, rüzgâr da doğudan güneye kayarak 10 notun altına düştü. Bu kadar sallanınca depolardaki mazotun içindeki pislikler de harekete geçtiği için, arada sırada filtre değiştirmek zorunda da kalıyorduk. Her pasajda olduğu gibi günler geceleri, geceler günleri kovaladı, az gittik uz gittik bir de baktık ki, bir arpa boyu yol gitmiş ve Sao Miguel Adası’nın Porta Delgada limanından GİB’e sapmalarımız ile birlikte 1060 Dm yolu 153,5 saatte ortalama 6,81 not süratle aşmış, yolculuğumuzu 115 saat motor ve 38,5 saat yelken seyriyle tamamlamışız. İstanbul’dan hareketimizden bugüne dek yaptığımız toplam yol 10800 Dm’ni bulmuş.
GİB’e yaklaşırken Med-Cezir akıntısına oturunca tekne 12,5 not süratle seyretmeye başladı. GİB’i artık biliyoruz ya, doğru gümrük pontonuna yanaştık. Nilgün ve Ali’nin İngiltere vizeleri yok, ancak görevliler çok anlayışlı davrandılar, bir acentemiz olur da sorumluluğu üstlenirse giriş izni alınabileceğini belirttiler. Biz de geçen sefer uğradığımızda İstanbul’da acente sahibi dostumuz Kenan Türkantos’un bilgilendirdiği acentenin adını verdik, telefonla konuştular, okeyleştiler ve işler halloldu.
GİB’de bir tam gün ve iki gece kaldıktan sonra -Atlantik geçişimiz hepsi dahil 30 gün sürmüş- 01 Haziran Pazar sabahı saat 09:00’da İspanya’nın 32 Dm doğumuzda bulunan Puerto Banús marinasına yol verdik. Telefonla yer ayırtmak istedik, marina dolu, biraz pahalı olacak ama bize 50 metrelik bir yatın yerini verecekler, kabullendik; herhalde Güliver ve cücelerini oynayacağız. Nefis bir poyrazla saat 14:00’de marinaya geldik ki, Güliver işi gerçek, ancak tersine; Güliver ve cüceleri yerine cüce ve Güliver’ler demek daha doğru olacak; iki yanımızda kocaman 2 gemi, birkaç saat içinde araya Antigua haftasında yarıştıktan sonra Akdeniz’e dönen maksi yatlardan -boylar 30/40 metre arası- iki tane daha gelip girdi ve de cüceliğimiz onaylanmış oldu. Yapacak bir şey yok, biz onları seyrediyoruz, onlar da bizi: “Bu tekne nerede yapıldı? diye arada soruyorlar, bütün samimiyet bu kadar, kulvarlarımız farklı. Bu limana baştaki manevra pervanesinin (bow thruster) aşınan kömürlerini yenilemek için geldik. Pazartesi sabahı tamire vereceğiz, herhalde bir günde yaparlar, bizler de arada biraz çevreyi dolaşırız. Turizmin ne menem bir potansiyel olduğunu burada görmek olası; her şey hizmete yönelik. Ortalık daha yaz başlamadan insan kaynıyor, plajlar hurileşmeye çalışanlarla dolup taşıyor, bir hareket, bir hareket ki, görmek gerek. Akşamüstü arkamızdaki rıhtım kabak gibi kızarmış turist güzellerle doluyor, pantalonlar daracık, göğüsler sıkıştırıla sıkıştırıla yukarılara sürülmüş, boy gösteriyor, salınıp duruyorlar, sarı saç moda anlaşılan. İspanya’ya zaten kendi nüfusundan fazla turist gelirdi; yanlış hatırlamıyorsam. Daha 70’li yıllarda kendi nüfusları 32 milyondu, turist sayısı ise 34 milyon. Şimdi artık AB ile birlikte böyle bir oran da kalmamış, burada yaşayan herkes artık aynı ülkenin vatandaşı. Bizim 70 milyon nüfusumuzun üstüne yılda 75 milyon da turist geldiğini düşünmeyi beceremiyorum, olmaz sanırım böyle bir şey.
Yol boyunca iletişimle ilgili deneyimler de edindik. Kanımca SSB en ucuz ama en de zahmetli yol. Yatlarda anten başlı başına bir problem. MAT’ın 750 Watt çıkışlı Skanti telsizi bile uzun mesafelerde yetmedi, anten cihazın gücünden daha önemli. Haberleşme için belli saatleri kollamak zorunluğu var, iyonosfer her zaman iyi yansıtmıyor vs. vs. Örneğin Kanarya Adaları’ndan karşıya geçerken Kemal neredeyse her gün İstanbul’daki arkadaşlarımızla ilişki kurmaya çalışmış, başarı oranı %30’larda kalmıştı. Ancak SSB üzerinden çalışan ve amatör telsizcilerin kurduğu SailMail adında bir servis var ki, bağlanabilenler, günde on dakikayı geçmeyen bir sürede yaklaşık bir sayfa e-mail alabiliyor veya gönderebiliyorlar. Dünya çevresinde gezenler günlük haberleşmelerinde bu çok ucuz hatta neredeyse bedelsiz sistemden yararlanıyorlar. Ne var ki, internetin yaygın ve zengin düzenine alışmış kişiler için bu süre çok kısa, yetersiz.
Amatör telsizcilerin kullandığı HAM ise bir haberleşme olanağı değil, amatör telsizciliğin gereği teknik bir iletişim yolu, haberleşmeye başladınız mı uluslararası kuralları da çiğnemeye başladınız demektir. Amatör telsizciler dünyanın her tarafında bu konuda son derece titiz davranıyorlar ve kurallara uyuyorlar; ancak acil durumlarda herkes her zaman yardıma hazır.
GSM cep telefonları, kıyılara yakın olunduğu sürece Akdeniz’in her köşesinde, Atlantik’te Azor, Madeira ve Kanarya Adaları’nda, Karayip’te de Fransa’ya ait olan adalarda ve Fransız Guyana’da çalışıyor. Eski İngiliz kolonileri olan adaların çoğunda Cable&Wireless adında bir başka şirketin sistemi çalışmakta. Bu sistemden yararlanmak için yeni bir telefon ve kart almak gerekiyor. Üç kanal olarak tanımlanan sistem ise bu adalarda çalışmıyor ama ABD’de çalışıyor. Bu nedenle üç sistem cep telefonu olan vatandaşlarımız Amerika’ya gittiklerinde iletişim sıkıntısı çekmiyorlar.
Inmarsat uyduları üzerinden iletişim ise Satcom dediğimiz ve A, B, C, M ve MiniM tiplerinde cihazlarla mümkün. A ve B tipleri her şeyi yapıyor, C tipi teleks ve yazılı faks gönderip alabiliyor, doküman veya fotoğraf yollayamıyor ve alamıyor. Mat’ta bir tane M tipi var hem telefon hem de faks haberleşmesine müsait, data da gönderebiliyor. Ne var ki, özellikle Atlantik’te ya güneşin açısı ya da radyasyonu dolayısıyla kötü çalıştığı hatta hiç konuşamadığımız anlar çok oldu. Hele de tekne kıyak yalpalara düştüğünde tevcihli antenimiz uyduyu sık sık kaçırıyordu; anteni direğe değil de iki metreden alçak olmamak üzere belki güverte üzerine yerleştirmek daha doğru olabilir. Ne var ki, bu cihazın faks bağlantısı telefonundan daha iyi ve süratli çalışıyor, nedenini bilmiyorum. Sistem kendisine ait olan ikisi Atlantik, birisi Hint diğeri ise Pasifik Okyanusu üzerinde bulunan dört geostasyoner -yerinde sayan- uydudan yararlanıyor. Satcom haberleşmesi, hele de Türk Telekom numarası kullanıyorsanız, hiç ucuz değil, onun için biz olabildiğince faksı telefona tercih ettik. MetWorks’la iletişimimizi de devamlı faksla yaptık. Türk Telekom numarası dışında başka numaralı bir cihaz Türk bayraklı yata nasıl monte edilir ve de ruhsat alınır, onu da bilmiyorum, sanıyorum yaparsanız kaçak bir iş yapmış olursunuz. Karayip’te duyduklarımıza göre Inmarsat üzerinden de internet bağlantısı yapılabilecekmiş; ayrıntıları öğrenmek gerekiyor. Ucuzluk kavramı ile ilgili bir örnek vermek gerekirse, kurvaziyer gemilerin internet kafelerinde 200 dakika internet bağlantısı için geçen yıl 50 ABD Doları ödeniyordu.
Moda cihaz sanıyorum ki, şu sıralarda Iridium. Yabancı yatlarda iflastan el değiştirerek kurtulan Iridium sistemine ait telefonları sıkça gördük. Anteni minicik, kendi serveri var ve UUPlus adında bir programla internet bağlantısı son derece süratli, telefon, faks hepsi var, isterseniz el cihazınızı tekne dışına da taşıyabiliyorsunuz, kişi adına alındığı için cep telefonu gibi, ruhsat gerektirmiyor, dolayısıyla hayli ucuza kullanmak mümkün. Satın alma fiyatı SSB’ den çok farklı değil. Sistem 34 özel uydudan yararlanıyor. Dakika başına konuşma ücretleri, hele de peşin ödeyip asgari bir süre konuşmayı garanti ederseniz, sentlerle ölçülüyor(muş). Inmarsat’ın modernleşmeye karar vermiş olmasında Iridium rekabetinin baskısını sezmek mümkün.
İki ayrı sistem daha var ki, birisi Turaya, Suudi Arabistan’a ait olduğunu söylüyorlar, çok etkinmiş, ancak sadece Akdeniz ve Kızıldeniz içinde çalışıyor, diğeri de GlobalStar ki, o da açık-denizlerde kıyıdan 200 milden uzakta çalışmıyor(muş). Her ikisinin de kıyı seyrinde kalındığı sürece GSM’den daha etkin oldukları kesin. Her iki sistem de GSM olan yerlerde bunlardan, olmayan yerlerde de kendi uydularından yararlanıyor.
VHF ise malum, GMDSS çerçevesinde DSC yoluyla kıyılar boyunca doğrudan masa üstü telefonlarına veya bu telefonlardan tekneye ulaşmak mümkün; daha fazlası yok. Elektronik dünyasında satın alınan her cihaz daha o anda eski sayıldığına göre, yukarıdaki bilgilerin de kesinlikle yeniden gözden geçirilmesi gerekir. Teknik, insanın mutluluğu için her gün baş döndürücü bir hızla durmadan gelişip yenileniyor, işin güzel tarafı ise insan mutluluğunu kıskananların gelişmeyi durdurmalarına olanak yok.
GELİŞMEYLE İLGİLİ DİĞER ÖRNEK…
Gelişme, değişimi de beraberinde getiriyor. Örneğin şimdiye kadar, bir iki limanda kısa birer beyan hariç, teknenin ve bizlerin sağlık durumu ile ilgili hiçbir sual sorulmadı, hiçbir görevli görmedik. Örneğin Porto Banus’tan İspanya’ya girerken bütün işlemler marinanın ofisinde yapıldı. İşlemler bir tek kâğıt doldurulması ile pasaportlarda Schengen vizesi olup olmadığının sorulmasından -dikkat sadece soruldu- öteye gitmedi ne pasaport polisi ne gümrük ne de sağlık görevlisi gördük, damgalanmadık da. Buralarda, bu boyuttaki yat trafiğinde daha fazlasını yapmaya zaten olanak da yok, acaba turizm gelişince mi işlemler kolaylaştı, yoksa işlemler kolaylaştıkça mı turizm ve de ülke gelişti, değişti? Bizde ise “bu teşkilat kapatılsın, sadece salgın hastalık hallerinde görevlendirilecek bir Karantina Müdürlüğü’müz olsun, milletin parası başka şeylere harcansın” diyenlere karşı ileri sürülen son iddiaya göre ise Hudutlar ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğü’nün hikmet-i vücudu, yani varoluş nedeni, Montreux Anlaşması’na ve bu anlaşmadan doğan hükümranlık haklarımızın tespit ve teslimi nedenine dayanmaktaymış. Boğazlar Rejimi gereği belki evet, o da belki, çünkü 1923 yılında Lozan’da imzalanmış olan anlaşmanın yerine 1936 yılında imzaladığımız ve özel kanununda adı “Boğazlar Rejimi Hakkında Montreux’de 20 Temmuz 1936 Tarihinde İmza Edilen Mukavelename” olarak belirtilen Montreux Anlaşması gerçekten sadece Boğazlar Rejimini düzenliyor ve nitekim sıhhi kontrollerle ilgili olarak da 3’üncü maddesinde aynen şöyle denmekte: Ege Denizi’nden veya Karadeniz’den Boğazlar’a dahil olacak her gemi beynelmilel sıhhi hükümler çerçevesi dahilinde Türk nizamlarıyla vazedilmiş olan sıhhi kontrole tabi olmak için Boğazlar methaline yakın bir sıhhat merkezinde tevakkuf edecektir. Maddenin devamı bu kontrolün nasıl yapılacağı ile ilgili olduğu için buraya aktarılmasına gerek yok. Günümüz koşullarında Boğazlardan ortalama 14 dakikada bir gemi geçtiği bilinen bir şey. Bu boyuta ulaşmış bir trafikte her gemiyi nasıl durduracak ve kontrol edeceksiniz ki? Sadece sarı renkli Sağlık Kontrol botu yürüyen gemiye yanaşıyor, bir kâğıt verilip alınıyor, bir iki de damga basılıyor, hepsi bu ve oldu sana kontrol. Şimdi vatandaşın sorması gerekiyor; Boğazları anladık da. Antalya-Alanya veya Rize-Hopa veya İstanbul-Bandırma veya İzmir-Kuşadası arasında sefer yapan gemilerin -Türk Bayraklı Gemilerin- sağlık kontrolünden geçirilmelerinin ne anlamı var?.. Anlamı yok ama nedeni var, Umumi Hıfzıssıhha Kanunu; onun da en kısa yoldan ilgili maddelerinin iptali gerekir, topu topu hepsi de iki madde. Denizde gezenlerin tamamını mikrop taşır görüp her limanda sağlık kontrolünden geçirmeye çalışmak, söz konusu kanunun çıkarıldığı yıllara dönülünce belki kabul edilebilir de bugüne hiç mi hiç uymuyor. Umumi Hıfzıssıhha Kanunu’nun 1942 yılında değiştirilen maddelerine bakılırsa Türk limanları arasında seyreden ve kürekle yürütülen araçların dahi sağlık kontrolünden geçirilmeleri gerekiyor, nasıl olacak bu işler? Ve de neden? Gerekçesi nedir? Bir de söylentiler var; örneğin Genel Müdürlüğün sadece İDO idaresinden birikmiş alacağı katrilyonlar dolayındaymış; ne için, hangi kontrol için ve neden? Bu katrilyonlar önünde sonunda vatandaşların ceplerine, taşımadıkları hastalıkların yapılmayan kontrolleri nedeniyle ödedikleri bir ceza gibi yansıyacaktır. Bunun da nedeni olan terslik “Denizde kürekten başka kuvvetle yürütülen her araç gemidir” tarifinden geliyor ki, hal böyle olunca Optimist’lerimiz dahi “gemi” sayılıyor. Yine de mutlu olmak gerekir, çünkü henüz kimse, sistemi ve kontrolleri, bu arada bizim patenteleri de karayollarına yaymak, bütün iller arası trafikten de teşkilata gelir sağlamak gibi bir yola başvurmayı henüz denemedi, akıl etmedi. Birileri herhalde bu işlerle bir gün yakından ilgilenecektir de bakalım ne zaman?
Salı günüydü, öğleden sonra Porto Banus’dan ayrıldık, hava sakin, rüzgâr yok, motorla gidiyoruz, hedefimiz Bonifacio, 750 mil dolayında yolumuz var. Gece gittik, ertesi gün öğleye doğruydu İberik veya İber Yarımadası’nın güney sahilinin kuzeye kıvrılan köşesi Gato Burnu’nu geçtik ve kuzeydoğu yönünde yükselmeye başladık ki, rüzgâr da çıktı ama tam kafadan, denizler de yavaş yavaş boylanmaya başladılar. Birden bu kıyılar boyunca giderken neden biraz mavi yolculuk yapmıyoruz diye düşündük ve ani bir kararla batıya dönüp Cartagena limanına yelkenle yol verdik.
Cartagena’ya yine de karanlıkta girmemiz gerekti. Buraya ikinci Kartaca diyorlar, tarihi bir yer. M.Ö. 243 yılında Hasdrubal tarafından kurulmuş. Hasdrubal, Alp Dağları’nı fillerle geçen Kartacalı Hannibal’ın kardeşi. Hannibal burasını bir üs olarak kullanırmış. Önceleri kardeşi esirlerle bölgedeki altın ve gümüş madenlerini işletirmiş. Sonraları kent ve bölge yolgeçen hanına dönmüş, Romalılar yerleşmişler, sonra Hıristiyanlığı İspanya’ya yaymak için Kudüs’ten yola çıkan azizlerden birisi, sözde dört gün süren bir seyirden sonra M.S. 36’larda buraya ayak basmış, sonra Barbarlar, sonra Afrikalı Moorlar gelmişler. İkinci Philip 16’ıncı asırda çevre tepeleri tahkim etmiş, Korsan Drake ise gelip kalenin toplarını çalmış ve Jamaika’ya taşımış, 18’inci asırda Üçüncü Şarl burayı bir deniz üssü haline getirmiş, en sonunda da 1936’da İspanya İç Savaşı’nda Cumhuriyetçiler Madrid’e karşı buradan aylarca direnmişler, şimdi de biz geliyoruz.
Liman aynı zamanda askeri liman, Gölcük’ü andırıyor. Marina limanın içinde bir özel mendirekle ayrılmış, çevre gecenin 3’üne kadar insan kaynıyor, hareketli, neşeli bir yer. Mendireğin başına kadar gelen bir görevli el feneri ile bağlanacağımız rıhtımı gösterdi, taaa içerilerde bir yer, girdik ve aborda olduk, elektrik, su bağlandı, bir gecelik parayı peşin ödedik, yattık. Baş tarafımızda Alman bayraklı adı Shirin olan bir Cheoy Lee yapısı yat bağlı. Ola ki sahibi bizdendir.
Gündüz biraz şehir gezisiyle geçti, sokaklar lokanta dolu. Limana birkaç tane Amerikan askeri gemisi geldi, birisi helikopter gemisi ama üstü kamyon dolu, herhalde savaştan dönüyorlar. Askerler şehre çıkıp dağıldılar. Gördüğümüze göre iyi stres atıyorlar gibi!..
Ali, komşu Şirin yatının sahibiyle konuştu ve tekne isminin bir akrabasının Türk hanımından kaynaklandığını öğrendi, hoş bir rastlantıydı. Akşam yemeğinden dönerken sabah saat 02.00’de yola çıkmaya karar verdik. Tam saatinde halatlarımızı topladık, limandan ayrıldık, burnu döndük hedefimiz Bonifacio, rüzgâr çok az ve yine kafadan, zamanı boşa harcamayalım diye motorla gidiyoruz, tabii yakıtı da harcıyoruz. Gün ağarmaya başladı, gökyüzü kapalı, güneş kendini tam gösteremiyor, Navtex’den gelen hava raporuna göre rüzgâr 6 kuvvetine kadar çıkacak ve yönü değişmeyecek, kuzeydoğuda kalacak, nitekim de öyle oldu doğanın programı işliyor, süratimiz düştü, arada sırada da olsa baştan dalıyoruz. Öğleye doğruydu, baktık Alican- te’den 40 mile yakın açıktayız, “haydi bir başka liman daha tanıyalım’’ dedik ve döndük, mavi yolculuk yapıyoruz ya. Bu rotada güzel de yelken çalıştırabiliyoruz, süratimiz 8,5 notun üstüne oturdu, konforumuz yerine geldi.
Alicante limanı hayli büyük, içeride, ana mendireğin karaya bağlandığı havuz gibi köşesinde bir marinası var, tam girişinde de yakıt istasyonu. Yıllarca önce okumuştum, bir Alman yatçı İspanya sahillerini anlattığı kitabında, kimi bölgelerde iki milde bir marina olduğunu yazıyordu. Bugün sanki daha da fazla var. Bu kadar marina olmasına rağmen yer bulmak, hele de sezon ortasında mümkün değil. En doğru yol gelip yakıt istasyonuna yanaşmak ve yer istemek, bir iki gecelik de olsa bir yere sıkıştırıveriyorlar tekneleri, olmazsa geceyi yakıt istasyonunun rıhtımında geçirmek de denenecek bir yol.
GÜZEL BİR RASTLANTI…
Mendireği döndük, limanın içinde ağır yol gidiyoruz; marinaya yaklaşırken gördük ki, mendireğin iç rıhtımında üst üste aborda ikişerden dört savaş gemisi yatıyor, hepsi firkateyn. Birden bir tanesinde bayrağımızın dalgalandığını fark ettik. Ne de nazlı ne de güzel, kıç üstüne çepeçevre işaret bayrakları döşenmiş; ıslandılar da kurutuluyorlar sandık. Hemen VHF kanal 16’dan çağırmaya başladık, cevap verdiler, kendimizi tanıttık, iki taraf birden sevinç ve heyecana boğulduk. Önce Seyir Subayı, sonra 2’nci Komutanla konuştuk, gemi “TCG Gemlik”, akşam saat 20:00’de kokteyl varmış, kıç üstü onun için süslenmiş, davet edildik, bir hoşumuza gitti ki.
Marina bize hemen girişte kısa fingerli bir yer verdi. Finger çok alçak, alüminyum, köşeleri keskin ve açık, bir lastik koruyucu bile yok. Girerken önleyemedik, tam köşesine yerleştirmeye çalıştığımız usturmaça sıkışınca yukarıya fırladı ve yaslandık, borda boyasını macunun dibine kadar 50-60 santim boyunda çiziverdik. Sevgili İlhami Usta’mıza İstanbul’a dönünce bir ilave iş daha çıktı. Efendi kaptan Ahmet, çiziği macunla kapattı, böyle idare edeceğiz.
Yıkandık, paklandık, temizlerimizi giydik, polis kontrol noktasına gelen bir assubayımızın refakatinde gemiye geldik. Rıhtımdaki birinci gemi Yunan bayraklı, bizimki ona aborda olmuş. Önce Yunan gemisinden geçtik, komşularımız, benziyoruz sanki, böyle yan yana olmak karşı karşıya olmaktan çok daha güzel değil mi? Bizim gemi pırıl pırıl, göğsümüz kabarıyor. Bütün kıç üstüne tente gerilmiş, müzik çalıyor; CD’den Fahir Atakol’u, Akdeniz’i dinliyoruz; özlemişiz yakın denizlerimizi, ülkemizi, insanlarımızı, adetlerimizi, yemeklerimizi; birden yurtsuz, yuvasız olmadığımız duygusu içimizi kabarttı, ülke varlığımızın en güzel örneklerinden birisinde bulunduğumuz bilinci ile toparlandık.
TCG Gemlik, Donanmamıza Amerika’dan alınarak 1998 yılında katılmış, çift gaz türbinli bir gemimiz. Halen, yanlış yazmıyorsam eğer, STANAVFORMED -Standard Naval Force Mediterranean (Akdeniz Standart Deniz Gücü)- adını taşıyan ve NATO’ya bağlı bir özel güçte görevli. Güce Akdeniz içinden dört, dışından üç ülke katılıyor ve Akdeniz’i kontrol ediyorlar. Geçen yıldı, Atlantik’e çıkmak için batıya seyrederken ticaret gemilerini çevirip sorgulayan işte bu kuvvet; gemilere soruyorlar, adın ne, son limanın hangisi, nereye gidiyorsun, yükün nedir vs. vs. Dünya denizlerinde iyilerin yanında kötüler de dolaşıyor, kollamak gerek.
Güneş batıyor, bütün gemilerde, kuvvetin komutan gemisi Hollanda bayraklı firkateyne uyularak aynı anda Arya Sancak Töreni yapılıyor -karşıdaki marinada duran Mat’ta da- davetlilerden çıt çıkmıyor, herkes esas duruşa geçti, duygu dolu bir an daha yaşıyoruz. Alicante’den gelen resmi zevat ile kuvvete bağlı gemilerden 7’şer kişi ve beklenmeyen davetliler olarak bizler, aramızda gezdirilen ve her geminin ülke mutfağını temsil eden tepsilerden bol bol da gıdalanıyoruz, sonunda baklavamızı da kıvırdık. Arada diğer gemilerin subayları ile de laflıyoruz. İngiliz firkateyninin subaylarından birisi ile konuşurken gaz türbinli gemisinin sıfırdan 28 not sürate bir dakika dolayında bir sürede ulaştığını öğreniyoruz. Bizimki kesinlikle ondan yavaş değildir de şu bir dakikaya aklım pek ermedi, iki deseydi inanacaktım.
Gemi Komutanımız vaktinin hemen tamamını bizimle geçirecek gibi gözüküyor, utandık biraz, daha bir sürü konuğu var, iznini istedik, lombar ağzındaki tavaya kadar refakat etti, ertesi gün öğle yemeğine gemiye davet etti. Burada bir gün daha kalıp kalmayacağımız belli değil, kalmaz da gelemezsek yine bir başka limanda rastlaşmak ümidiyle vedalaştık, ayrıldık.
Akşam Nilgün’le Ali kenti biraz gezdiler, eskiyle yeni içiçe, kocaman bir alana dağılmış. Rüzgâr iyice kaldı, Navtex ‘e göre de kuzeydoğudan 3 kuvvetinde esecek. Yapacak bir şey yok, yine motora kuvvet gideceğiz demektir, hedefimiz hâlâ Bonifacio ama bu kez de yakın geçeceğimiz Balear Adaları’na uğrayalım dedik ve sabah saat 08.00’de İbiza Adası’na rota tutmak üzere limandan ayrıldık. Çıkarken de VHF’ten TCG Gemlik’i arayıp devre başındaki görevliye durumu bildirdik, Komutana tekrar teşekkürlerimizi ilettik, vedalaştık. İbiza Adası’na 100 mile yakın yolumuz var, gün batmadan varırız. Vardık da. Nilgün’ün yolda balık tutma çabaları hep naylon torbaları toplamakla sonuçlandı, sonunda o da sıkıldı ve oltasını topladı. İbiza’da bir gece kaldık. Kalabalık, otel ve yüksek binalarla dolmuş her yer. Liman girişine duvar gibi yeni bir mendirek yapmışlar, iç tarafındaki rıhtıma büyük yolcu gemileri yanaşıyor olmalı, sabit usturmaçalar beyaz. Bu mendirek haritalarda ve pilot kitaplarında henüz yok, Archie bizim haritaya işledi bile. Sabah 07.00’de ayrıldık, herkes uykuda, bugün 8 Haziran Pazar, marina ofisi saat 10.00’da açılıyor, bir gecelik bağlama paramızı akşam yanaştığımızda hemen almışlardı, dolayısıyla hareket etmekte serbestiz.
Mavi yolculuğumuz devam ediyor, aynı durgun havada 66 mil kuzeydoğudaki asıl büyük ada Mallorca’ya geçiyoruz. Büyük limanı Palma’da 5-6 adet ayrı marina var. Yoldan telefonla sorduk, en büyük ikisi dolu, son yapılan ve galiba liman işletmesine ait olanında sadece iki gecelik bir yer bulabildik. Varınca gördük ki, kocaman bir liman içinde iskeleler ve pontonlar bölümlere ayrılmış, her bir bölüm ayrı bir marina. Bu arada tekneleri bizim Yıldız Tersanesi’nde yapılarak İtalya’da donatılmış lüks koca koca yatlar en birinci sıralarda yer alıyor. Yolda sancağımızdan, iskelemizden hızlısı yavaşı, büyüğü küçüğü ile adalar ve kıta arasında işleyen bir sürü feribot geçti. Palma’dan Barcelona’ya 38 not süratli ve 600 araç taşıyan feribotla 3,5 saatte geçilebiliyormuş. Her yer yat dolu, belli ki, buralarda kimseler yatlara ve yatçılara kıskanç gözlerle bakmamış, kesinlikle denizde gezmeyi de hiç yasaklamamışlar. Fenerbahçe ile Moda Burnu arasına çekilecek iki mendireğin kapatacağı koyda, Kurbağalıdere’yi de denizin tabanından mendirek dışına akıntının içine bir kanalla bağladıktan sonra neden birkaç marina birden olamasın? Karada yaşayanların denize inebilecekleri bir basamak olamaz mı bu marinalar? Yedikule’de surların muhteşem kulisi önünde, mevcut yeşil alanın denize bakan cephesinde de suyu rezillemesine pis olsa da bir ya da birkaç marina olamaz mı? Kentçilik açısından ola ki, bu istekler yanlıştır; diğer taraftan da “15 milyonluk İstanbul hep böyle marinasız mı kalacak?” diye sormak gerek. Haliç, özellikle motoryatlar için, boylu boyunca marina olamaz mı? Pervanelerin köpürttüğü sular atmosfere oksijen çıkaracağı için, dolayısıyla egzoz emisyonu ile oksijen birbirini dengeleyeceğine göre, çevrecilerden bir tepki beklememek gerekir.
Bugün 10 Haziran Salı, Nilgün ve Ali sabah saat 06:00’da taksi ile limanda bekleyen Barcelona feribotuna gittiler. Saint Martin Adası’ndan günümüze dek devam eden iki aylık kader birliğimiz burada son buldu. Hazırlanacaklar, Ali 19-20 Haziran tarihinde başlayacak Marmara Yat Rallisi MAYRA’nın komodorluk görevini üstlenecek, organize olmaları gerekiyor; “organize olalım abiler” fıkrasını hatırlamadan edemiyoruz. Bundan sonraki yolumuzu dört kişi sürdüreceğiz, karasularımıza girince belki de bir yerlerde MAYRA filosu ile geçişiriz, kesinlikle zevkli bir MAYRA olacaktır yine. Onlar gittiler, biz de son hazırlıklarımızı yapıp saat 11.00’de palamarlarımızı çözdük ve kalktık. Yanımızdaki motoryatın reisi ile son konuşmamızda yakında onların da Hırvatistan’a hareket edeceklerini, ancak kışı nerede geçireceklerini bilmediklerini öğrendik ve hemen Ataköy Marina’yı önerdik, kâğıt üstünde biliyorlar. İstanbul kışlamak için gerçekten çok uygun bir kent, gündüz ve gece yaşamı zengin, hareketli, dünyanın bütün ülkeleri ile uçak bağlantısı var, yakın çevresinde, denizde ve karada gezilecek yer çok, ülkenin herhangi bir noktasına her türlü araçla çarçabuk ulaşmak olası, noksan olan nedir? Neden İstanbul’da çok yat kışlamaz?
Bonifacio’ya 352 Dm yolumuz var, hava sakin, motorla gidiyoruz. Mallorca (Mayorka) adasından biraz bir şeyler daha görelim diye kuzeyinden dolanmayı yeğledik, mesafede fazla bir değişiklik olmuyor. Kıyı boyunca motor seyrindeyiz, sarp kayalıklar, Karaburun-Marmaris arasını andırıyor, arada birkaç güzel koy ve marina geçiyoruz: Temmuz ayında buraları dolup taşarmış. Bu arada Nilgün ve Ali’den SMS geldi, Barcelona’ya varmışlar ama kendilerini iki aylık seyirden sonra sudan çıkmış balık gibi hissediyorlarmış; anlaşılan özleniyoruz, ne diye indiniz ki? Bizler de ne güzel mutluyduk, geçinip gidiyorduk işte. Denizde, uzun yolda, uzun süre birlikte sürdürülen yaşam, kutu kadar tekneyi, psikolojik unsurların ağır bastığı bir ortam haline getiriveriyor; böylesine bir geziyi insanın ağzında acı bir tat bırakmaksızın, sadece güzel hatıralarla dolu mutlulukla tamamlayabilmiş olmak, gezginlerin ruhsal olgunluklarının ürünü olmalı; sağolun bu geziye katılan değerli dostlar Nesrin-Kemal Ayata, Mesut Baran ve ailesi, Faruk Kutay, Murat Emiralioğlu, Nilgün-Ali Gündüz ve yaşamlarının 9 ayını benimle ve efendi kaptan Ahmet’le birlikte geçiren, bizlerin yokluğunda Mat‘a göz kulak olan, bakıp kollayan Doreen ile Archie, paylaştık, oldu.
Saat 20:00’ye yaklaşıyordu, Mallorca ile Formentera Adaları arasındaki kanalın kuzeyinden geçerken yakışıklı bir güney-güneydoğu rüzgârı almaya başladık, yelken bastık, makineyi durdurduk. Süratimiz 8,3-8,5 notta kaldı, yelkenlerimiz şimdi 180 beygir dolayında güç üretiyor olmalı. Bu keyifli seyir gece yarısına kadar sürdü ve sonra birisi birden fanımızı durdurdu, rüzgârımız sıfıra düştü, biz de motor seyrine, döndük.
Yıllardır ülkemizde kışlayan yatlardan Alman bayraklı Heureka’dan yollanan SMS’den karşı rotada olduklarını biliyoruz.
Bütün gece motorla gittik, sabah pırıl pırıl bir güneş Akdeniz’in mor mavi sularını yüzümüze karşı şenlendirdi; deniz dört ucundan gerilmiş çarşaf gibi. Çevremizde naylon, odun, şişe, pislik, rezillik ne varsa yüzüyor, aralarından slalom yapmıyoruz ama yoğunluğu artarsa yapmak zorunluğu da doğabilir. Nereden geliyor bu kadar pislik? Bilenler bilmeyenlere söylemeli ki, önlem alınsın. Arada boy boy deniz kaplumbağaları yüzeyde kol bacak sallayarak yakınlarımızdan geçiyorlar, belki biz onları geçiyoruz, güzel bir gün. Öğle saatleriydi, Heureka yatı ile 16’inci kanalda buluşuverdik ve 30 mil açıktan karşı rotalarda geçiştik. Yatın sahibi çiftin niyeti Balearlar’da vakit geçirdikten sonra gelip daha önceleri yaptıkları gibi Kemer’de kışlamak. Bunlar da sevgili Hasan Kaçmaz’dan kopamayan Türkiye dostlarımızdan. Sadece geçen kışı Tunus’ta Manastır limanında geçirdiler, şimdi yine dönüp geliyorlar.
Bütün gün ve geceyi palpa limanlık bir havada motorla gittikten sonra Bonifacio’nun girişine 12 Haziran Perşembe günü sabah 07.00’de vardık ve saat 07.30’da görevlinin gösterdiği yere kıçtankara bağlandık. Kent, deniz seviyesinden başlayarak yukarılara, güney yakadaki sarp kayalıklara doğru yükselerek yerleşmiş. Yukarıya dimdik merdivenlerden çıkılabiliyor, tabii normal araç yolu da var. Limanı tepeden, asansör boşluğuna bakarcasına, seyredenlerin güverte kapaklarından teknelerin içlerini görmeleri olası. Palma de Mallorca’dan buraya kadar olan 355 Dm yolu 45 saate yakın bir sürede tamamlamışız, yelkenle seyrimiz sadece dört saat sürmüş.
Bonifacio Korsika Adası’nın güney sahilinde, adını verdiği asıl Bonifacio Boğazı’nın batısında kalan, içeriye kayalar arasından kıvrılarak girilen her havaya kapalı fiyord benzeri doğal bir liman, tarih boyunca balıkçılar kullanmış olmalı. Kentleşme yolunda atılan ilk adımlara M.S. 828’de Toskana Markisi’nin bir seferden dönüşünde rastlanıyor. Aradan 300 yılı aşkın zaman geçtikten sonra Cenevizliler 1195’te kenti işgal ediyor ve yerli halkı kent dışına sürüyorlar. Daha sonraları 1554 yılında, bir Fransız-Türk birleşik kuvveti kenti ele geçiriyor, fakat kısa bir süre sonra anlaşmayla yine Cenevizlilere iade ediyor. Söz konusu Fransız-Türk birleşik kuvvetinde bizim tarafı “Dragut” adıyla Akdeniz’de nam salmış korsanlarımızdan Turgut Reis temsil ediyor. İşin Osmanlı ile alakası yok.
Sadun Boro’nun “Pupa Yelken” kitabında da yazdığı gibi iki ada ve iki ülke arasındaki Bonifacio Boğazı çok güçlü rüzgârı ile biliniyor, ne var ki biz daha henüz bir şey görmedik, her yer süt liman. Planımız yakıt tazeledikten, biraz da kenti gördükten sonra tekrar yola koyulmak, belki de geceyi burada geçirir sabah yola çıkarız. Buradan sonra Sardinya Adası’nın doğu sahilinde yine bir başka doğal liman içinde Ağa Han’ın kurduğu turistik kent ve marinadan oluşan Porto Cervo’ya uğramayı planladıysak da vazgeçtik. Dün yolda geçiştiğimiz Alman yatının reisinden öğrendiğimize göre liman içinde demirlemek yasaklanmış, bağlanacak yer de kalmamış, bulunsa dahi bağlama ücretleri herhangi bir marinanın sekiz katına kadar yükseliyormuş. Bu nedenle yola çıktıktan sonraki ilk durağımız Sicilya Adası’nda Messina Boğazı’nı geçtikten sonra herhangi bir liman olacak. Uzaktan da olsa halen püskürmeye devam eden Etna Yanardağı’nı görmek istiyoruz. Kitaba göre bize en uygun liman Catania olmalı. Sonra da ver elini İyon Denizi. Kefalonya Kanalı, Patras Körfezi, Korent Kanalı, Lavrion’un altından Dora Kanalı, Çanakkale Boğazı, Marmara Denizi ve İstanbul, yuvamız Ataköy Marina; çok yolumuz kalmadı, yelken motor bir 1200 mil daha gideceğiz ve özlediğimiz dostlarımızla buluşacağız. Sevgili Murat Emiralioğlu kardeşimiz ameliyat oldu, Kemal’den sızan dedikodulara göre cip yerleştirmişler, yandık vallahi, ayağa kalkınca başımıza kimbilir neler getirecektir.
Yaklaşık dokuz ay süren bu gezimizin değerlendirmesini bir başka yazıda yapmak üzere, denizsever ve denizci dostlarımızı selamlıyoruz, sağlıcakla kalın, keyfinize göre bir sezon geçirin. Bu dünyanın en güzeli, doğaca en zengini yine de bizim ülkemiz, karşılaştırma yaptıkça üzülüp kızsak, kızıp köpürsek de mal bizim, değerini bilmek gerek.
Bonifacio’dan, Messina Boğazı’na inmek üzere 12 Haziran Perşembe günü akşamüstü saat 17:15’te ayrıldık. Buraya sabah 07:30’da gelmiştik. Hava yine rüzgârsız. Önce Bonifacio Boğazı’ndan karşıya geçtik, Sardinya Adası’nın kuzey kıyısı adalar ve irili ufaklı koylarla bezenmiş; gerçek bir denizci gezgin buralarda her günü yeniliklerle dolu 3-4 hafta geçirebilir.
Güneş batmak üzereydi, adalararası son kanalı da arkamızda bıraktık, sancak baş omuzluğumuzda, güneybatıda Ağa Han’ın marinası Porto Cervo’da bağlı mega yatların direkleri tepelerin arkasından görünüyor, içerisi tıklım tıklım dolu. Zaten gitmeyecektik ama yine de meraklanıyoruz. Yıllar önceydi, 1970’lerde, Ağa Han, güverte üstü meşhur otomobil tasarımcısı Pinin Farina, gövdesi Sparkman & Stephens tarafından çizilmiş ve Almanya’nın hâlâ dünyaca ünlü yat tersanesi Abeking & Rasmussen tezgahlarında inşa edilmiş -boy 28 metre, azami sürat 44 not, beheri 3500 BG iki adet MTU dizel motor, tam yol giderken salonunda fısıldayarak konuşmak mümkün- alüminyum gövdeli yatıyla İstanbul’a gelmiş. Tarabya Oteli’nin önüne kıçtankara bağlanmıştı. O zamanlar MTU, marka olarak yeni sayılırdı ve birliği oluşturan firmalar arasında henüz anlaşmazlıklar çıkıp, tamamı Mercedes’in eline geçmemiş ya da üstüne kalmamıştı. Ağa Han’ın geliş nedeni, Ege sahillerimizde Porto Cervo benzeri bir yatırım için yer aramak, olanakları araştırmaktı. Baktığı yerlerden birisi de Mandalya (Güllük) körfezindeki Çam Limanı’ydı. Ne olduysa oldu, yatırımdan vazgeçti, döndü gitti.
İnsan kimi zaman düşünüyor, bize hep “aman haaa, sakın siz İtalya’nın, özellikle İspanya’nın yaptığı hataları yapmayın, sahillerinizi turizm için boşu boşuna ve ucuza harcamayın, bakın orası nasıl bir keşmekeş içinde” demişlerdi de bizler hep birlikte inanmış, yanlışı kopya etmemiştik. Sonuçta İspanya bugünkü turizm azmanı güçlü İspanya oldu, biz ise denizde yaşar (liveaboards) emekli turistlerin 13 marinalı kışlağı ile yetiniyoruz. Onlar turizmi ulaştığı seviyede nasıl düzenleyeceklerini düşünürken biz hâlâ nasıl geliştireceğimizin hesapları ile uğraşıyoruz. Ola ki, birileri bizi işletip kontrpiyede bırakmak için çaba sarf etmişti. Şimdi artık atı alan Üsküdar’ı geçmiş, sen sür eşeğini Niğde’ye; kesinlikle yanılmalıyım.
Gece Sardinya Adası ile İtalya arasında çalışan, rotaları rotamızı dik açıyla kesen feribotları kollayarak mehtapta motorla seyrettik, rüzgâr maalesef nanay, geleceği de yok. Her yer yüksek basıncın etkisinde. Dolunay var, feribotların pervanelerinin karıştırdığı dümen suları gominalarca ışıl ışıl aydınlık kaynıyor, nefis bir gece ve motorla da olsa nefis bir seyir.
Bir tam gün ve gece daha bittikten sonra Cumartesi günü sabahın erken saatlerinde aralarında halen aktif olan Stromboli Yanardağı’nın da bulunduğu Aeolia Takımadaları’nın arasından geçtik. Stromboli 15 mil kadar doğumuzda, göremiyoruz ama diğerlerini görüyoruz. Turist taşıyan feribotlar Napoli dolaylarından buralara gelmekteler. Puslu ufuktan teker teker panoramamıza doğuyorlar. Bu adalar arasında da bir haftadan fazla vakit geçirmek mümkün, doğrudan marinaları yok ama korunaklı iskeleleri var.
Hayli gerilerde kaldı, 50’ler, üniversite yılları. Denizyollarının Ankara vapuru ile ve rahmetli meşhur Şefik Kaptan’ın yönetiminde İstanbul’dan Napoli’ye giderken sabah saat 02:00 sularında buralardan geçmiştik. O zamanlar uçak seferleri bugünkü gibi değildi, Avrupa’ya çoğu kez gemiyle gidilirdi. Deniz Yolları İşletmesi’nin Akdeniz’de ün saldığı yıllardı, harp sonrası, her yer yıkık, ülkeler nefessiz kalmış, biz tarafsızlığımız nedeniyle savaştan tartaklanmadan çıkmışız. Napoli yolunda, kamarota yatmadan önce talimat verince, saat yaklaşırken kapılarımızı tıklatıp uyandırır, bizler de kalkıp gezi güvertesine çıkar Stromboli’ nin belli aralıklarla indifa ederken parlayan ateşini seyrederdik.
Yine bir başka seferde ve aynı gemide bir Mayıs akşamıydı, bugün öğleye doğru varacağımız Messina Boğazı’nı, güneyden kuzeye geçerken. Şefik Kaptan beni köprüye yanına çağırtmış ve “Bak, denizi kokla, bu ayda bu bölgede portakal ağaçları çiçek açar, bütün çevre, millerce alan portakal kokar” demiş, ben de hayretler içinde, boğazı geçinceye kadar köprünün kanadında çevreyi koklaya koklaya oturmuştum.
Ankara vapurunun o seferi sanki bir tarihi olaydı. Türkiye ilk kez Avrupa’ya sümüklü böcek ihraç ediyordu. Geminin ambarları ve üst güverte sandıklar dolusu sümüklü böcek doluydu. Seferden iki gün önce, gazeteler yazmıştı, gemiye yüklenen sandıkların çıta aralıkları fazla geniş bırakıldığı için sümüklü böcekler güvertelere yayılmış, gemi tayfası da bunları tek tek toplamış, sandıkların üzerine yeni çıtalar çakarak aralıkları daraltmış ve tencereye düşmeden evvelki son yolculuklarının güven içinde geçmesini sağlamıştı; sandıklardaki yanlış, ihracatçının tecrübesizliğinden kaynaklanmıştı.
Ankara‘nın köprüüstünde ambarların tavanına kadar inen pirinç borular vardı. Ola ki ambarda yangın çıkarsa, duman bu borulardan yükselip kaptan köşküne ulaşacak, anında yangın alarmı verilecekti; gemi önceki hayatında, galiba 1928 yapısıydı. Amerikan hastane gemisiymiş. Sümüklü böcek taşınan bu seferde ambarlardan kaptan köşküne, nöbet tutanların burun direklerini kıracak berbatlıkta leş gibi bir koku yükselmekteydi; bu kadar lezzetli bir hayvancığın kapalı alanda böylesine kötü kokması anlaşılır gibi değildi. Kaptan köşkünün kanadında çevreyi seyrederken denizden portakal çiçeklerinin kokusunu teneffüs ediyor, arada başımı çevirdikçe de köşkten taşan leş gibi kokuyla midem dönüyordu.
Messina Boğazı’nda akıntı altı saatte bir yön değiştiriyor, öğleye doğru vardığımızda bizimle birlikte olacak. Bu bölgede kılıç balığı avlamak için kullanılan özel tekneler var. Balıkçı teknesi; ortasından 20-25 metre boyunda bir direk yükseliyor; ön tarafta, baş güverteden, bodoslamanın üzerinden ileri çıkan, denize paralel, tankerlerde güverteyi binadan baş kasaraya kadar ayaklar üstünde geçen kedi köprüsüne benzeyen, upuzun, vardavelalı bir yol var. Bu yol; belli aralıklarda çarmıhlarla direğe asılmış, direkten ayrıca teknenin kıçına doğru da başka çarmıhlar iniyor; yol kenarlarında tarlalarda gördüğümüz, telsiz istasyonlarının, yıkılmasın diye, çevresinden toprağa tellerle bağlanmış antenlerine benzeyen bir alamet. Direğin tepesinde iki kişi, denizin üstünü kolluyorlar, satıhta uyuyan kılıç balığını görünce, avcının birisi başta asılı yolun ucuna kadar seğirtiyor ve oradan balığı vuruyormuş.
Telefonla Messina Marina’da yer ayırtmıştık; saat 12:00’de boğazı geçtik ve gelip gördük ki, marinada mendirek yok, limanın kuzeye açık ağzına yakın bir yerine birkaç ponton yerleştirilmiş. Vakit bulursak Etna Yanardağı’na çıkmak istiyoruz, burada rota koyduk. Catania, Etna Yanardağı’na en yakın iki limandan birisi. Hava açık olursa yarın yukarı çıkarız. Bu mevsimde dahi tepede kar yağabilirmiş, sıkı giyinmek gerekebilir.
Catania’nın ticaret limanında, dört adet küçük marina var; kimisi iki, kimisi üç pontonlu; isimleri de Yat Kulüp, 1, 2, 3, ve 4 olarak konmuş. Telefon edip yer sorduk, 1 numarada varmış, ayırttık, akşam 18.00’de varmış olacağız.
Artık Akdeniz’deyiz ya, telsizden sıkça Türkçe çağrılar duyuluyor. Karadeniz’imizin namlı ailelerinin isimlerini taşıyan gemilerde çalışan personel yarenlik ediyor. Aralarında Catania’ya gelmekte olanlar da var, bakalım boyları posları nicedir, görürüz belki. Saat 18.00’de limanın mendirek başını gördük ve Yacht Club No. 1 marinamıza yaklaşmaya başladık. Marina, limanın en kuzey ucunda bir köşede. Şu anda görebildiğimiz kadarı ile Türk bayraklı iki gemi var rıhtımlarda; birisinden bizi fark ettiler, ıslıkla ve eller sallanarak selâmlaştık. Pontonda bize ayrılan yer tam boyumuza göre. İki teknenin arasına girdik, çift tonoz verdiler, kıç halatları da marinaya ait, bizimkileri kullanmadık, elektrik var, su var, hepsine bağlandık; Bonifacio’dan buraya 49 saat 5 dakikada gelmişiz, tamamı motor seyrimizin ortalama sürati 8.4 not; iyi bir rüzgârımız olsaydı kuşkusuz aynı sürede gelirdik. Marina denilen yer küçücük, tertemiz bir bağlama yeri, idare binası yarım konteynerden yapılmış, pontonlar lebalep yat dolu. Bakalım gümrük ve pasaport işlemleri ne olacak? Hiçbir şey olmadı, elimize iki buçuk kâğıt verdiler, kocaman harflerle basılı; birisi marina için, teknenin eni, boyu, derinliği, bayrağı, adı, sigortası vs. Diğeri, yarım sayfa olanı, gümrük için, sadece tekne ile ilgili bilgiler soruyor; üçüncüsü de polis için, adınız soyadınız, uyruğunuz, pasaport numaranız, bu kadar; sahil sıhhiye? O ne o? Yenir mi? Sağlık beyanı, yok canııım neden olsun ki, yok işte yok, yok. Kâğıtları marina bekçisi aldı, saat 18.00’i geçtiği için başka kimse yok, “Ben bunları yerlerine ileteceğim, soracakları bir şey olursa haber veririm, siz şehre çıkmakta serbestsiniz” dedi; kimse bir şey sormadı.
Hem şehri görmek hem de akşam yemeği için yollara düştük. Ahmet teknede kaldı; selâmlaştığımız Türk gemisinden ikinci kaptanla çarkçıbaşı gelmişler, buralarda bayrağımızı görmekten mutlu olduklarını söylemişler, nerelerden geldiğimizi duyunca da bayağı hoşlanmışlar.
Catania şehri bakımsız(mış), kitap öyle diyor ve nedenini; ikide bir patlayıp ortalığı sallayıp silkeleyen, kırıp döküp külle örten Etna’nın varlığı olarak gösteriyor. Devamlı yıkılma tehlikesi ile yaşayınca insanlar bıkkınlıktan kentlerinin temizliğini ve güzelliğini pek umursamaz olmuşlar. Bize hiç öyle gelmedi, binalar biraz kara yüzlü ama, insanlar neşeli, candan. Catania’ya Antalya’dan deniz altından telefon kablosu geliyor. Uydular döneminden önce ülkemiz Avrupa’yla bu kablo aracılığı ile konuşurdu, şimdilerde uydu trafiğini destekliyordur herhalde. Bir balıkçı lokantasında denizden ne çıkmışsa hemen hepsinden yedik. Beklemediğimiz ucuzlukta bir de fatura ödedik, biraz da şehri dolaştık, cıvıl cıvıl kaynıyor. Her yer Akdeniz kokuyor; tekneye döndük. Sabah Etna’nın yüzü açıksa yukarı, kapalıysa, haydi bakalım Ataköy, denize çıkacağız, 700 mil dolayında yolumuz kaldı.
Sabah oldu, Etna yarı belinden yukarı bulutlar altında, marinaya hesabı ödedik, bir gece için, su elektrik hepsi dahil 100 Euro aldılar. Akıntıların yarattığı anafor nedeniyle sakin havada bile liman dışında acayip karışık bir dalga var, 15-20 mil gidince kesildi. Bir ara poyrazdan rüzgâr aldık, 3-4 saat yelkenle seyrettik, sonra hava kaldı, yine motora döndük. Kefalonya Kanalı’na 200 milden fazla yolumuz var, yarın akşamüstüne doğru adayı bordalarız. Öbürgün sabah saatlerinde Trizonia Adası’nda durup yağ değiştireceğiz, bu arada bakalım Patras Körfezi’ni aşan ve Mora Yarımadası’nı kıtaya bağlayan köprü inşaatı biz görmeyeli ne kadar ilerlemiş; altından doğudan batıya geçişimiz dokuz ay geride kaldı. Hava sıcak, deniz palpa liman, güneşlenerek gidiyoruz. Akdeniz’de yelkenle seyretmek için hava beklemek gerekiyor, devamlı esen rüzgârı yok, vakti olanlar için problem değil. Kaba taslak bir programınız varsa ama, motor seyirsiz olmuyor; insan öyle uzun motor seyirlerinde Atlantik ve Karayip’teki o güzel ve devamlı rüzgârı arıyor, özlüyor. Bir kere görüp yaşadık ya, şımardık, ukala kesildik artık. Kimbilir bir gün belki yine?.. Fakat bu kez başka yerlere; Macellan Boğazı’nı çok anlatıyorlar, ne menem bir yer olsa ki? At maaartiniii Debreli Haaassaaan, dağlar inleeeesiiiin…
Yolculuğumuz dönüş heyecanı içinde geçiyor; köprü inşaatı hayli ilerlemiş, yaklaşırken haber vermek gerekiyormuş. Biz bilemedik, yer yön ve süratimizi tam tamına söyleyerek VHF’le aradılar, bir de teknenin adını zifiri karanlıkta okuyabilseler daha memnun olacaktık. Anlaşılan adamın önünde arpa radar var da görüyor; nöbetteki görevli, köprünün bir ayağını sancağımızda, yani güneyde, üç ayağını iskelemizde, yani kuzeyde, bırakarak güney geçidinden geçmemiz gerektiğini söyledi, biz de öyle yaptık. Sizler de giderseniz öyle yapacaksınız: belki de ama köprü yakında biter, geçiş yolları değişir.
Salı günleri Korent Kanalı’nın bakım günüymüş. Trizonia Adası’nda liman dışına saat 05:00’te demirleyip motorun yağını değiştirdikten sonra biraz oyalandık. Catania’dan buraya 44 saatte 340 Dm yol geldik, ortalama süratimiz bu kez 7,8 not. Deniz sakin olunca kirlilik iyice belli oluyor. Cennet gibi yerin kıyıları atıklarla ve naylon torbalarla dolu, üzülmemek mümkün değil: Akdeniz giderek kirleniyor; acı gerçek.
Telsizle Korint Kanalı idaresini aradık, kanal saat 16:00’da açılacak dediler; tam saatinde vardığımızda ise içeride şat üstünde çalışmakta olan kocaman vinci gördük, kanalın duvarlarını tıraşlayıp düzeltiyor, dipten çamur veya kum alıp algarnalara yüklüyor. Bekledik, saat 18:00’de vinç kanalın doğu ucundan çıktı, biz de batıdan girdik, kanal içinde seyrederken GPS kaput oluyor, uyduları göremediği için çalışmıyor, gereği de yok zaten. Yakıt getiren acenteye önceden telefonla 700 litre ısmarlamıştık; ufak tertemiz bir kamyonet tankeri var. Yakıtımızı aldık, kanal geçiş ücretimizi ödedik, her şey çabucak halloldu, 19:10’da palamarlarımızı çözdük ve kalktık, Ataköy’e 380 mil yolumuz kaldı; no rüzgâr, yes motor, yoldayız.
Gece oldu, Pire limanının ağzındaki trafik ayırım hattını batıdan doğuya keseceğiz, feribotun biri çıkıyor, biri giriyor, yük gemileri cabası, etraf yüzlerce lambalı balıkçı motorları ile dolu, tepemizden Atina Havaalanı’na inen uçaklar geçiyor, hayli hareketli bir yer; heyecanlı bir iki saatten sonra karşıya atladık Lavrion önlerinden geçeceğiz, içimde bir his, aklımda bir soru; acaba Yunan Sahil Güvenlik botu bizi yine çevirecek mi? Gece, daha doğrusu sabah saat 01.00: Archie ve Ahmet nöbette; uykumun içinde birtakım sesler duyuyorum, uyandım ki, durmuşuz; anaaa adamlar yine çevirmişler. Soruyorlar: kimsin, nesin, nereden geliyon, nereye gidiyon, kaç kişisin; bir kopya mürettebat listesi verdik, çok kibardılar, tekneye değmediler dahi, iyi yolculuklar dileyip, ışıksız gazlayıp kayboldular; gelirken de radarda görünmemişler, kamara üstü açıları eğik fiber tekne, radar her zaman göremeyebiliyor. Dikkatli olmak lazım, radar gece seyrinde her şey demek değil. Bu kez Pame ve dört motorlu Pamela yok. Bu bölge tehlikeli, Yunanistan’ın en büyük mülteci kampı Lavrion’da. Geçerken dikkatli olmak gerekiyor. Yolun bundan sonrası kolay artık. Dora Kanalı’nı çıktık, kafadan biraz dalga var, rüzgâr belki üç kuvvetinde. Bir ara iyice doğuya Kuşadası’na rota tutup yelkenle seyredelim dedik, olmadı, bir iki mil sürüklendikten sonra hava yine iyice kaldı. Saat 16.00’ya geliyordu, denizin ortasında durmakta olan Amerikan Sahil Güvenlik gemisi gördük, öööyle duruyor, telsizde de çıt yok, ne arıyor buralarda, savaştan dönenlerle bir ilgisi mi var? Yoksa yolunu mu şaşırdı da buralara geldi?
ÇANAKKALE BOĞAZI ve MARMARA DENİZİ…
Saatler ilerledi, önceleri Midilli’nin batı sahili, bir süre sonra da Babakale sancağımızda kaldı, geceyarısına doğruydu Bozcaada ile Eşek Adası arasındaki kanalı geçtik, Mehmetçik Feneri pruvamızda Kumkale açığına doğru seyrediyoruz, deniz iyice kaldı, saat 03.00’e gelirken Çanakkale Boğazı’na girdik. Mehmetçik Trafik Kontrol İstasyonu’nu aradık, kendimizi tanıttık, Gelibolu Yarımadası sahili boyunca çıkacağımızı bildirdik, iyi yolculuklar ve iyi nöbetler dilekleriyle ayrıldık. Sabah 07:20’de Gelibolu’yu geçtik. Saat 12:30’da da Paşalimanı Adası’nda, şimdi artık araba vapurunun yanaştığı iskelenin Kuzeyinde, sekiz metre suya demirledik. Ataköy’e varmadan önceki son gecemizde, biraz ruhlarımızı dinlendirmek, kafalarımızda 9 ayın bilançosunu çıkartmak, Cebel-i Tarık’tan bugüne boylu boyunca Akdeniz’i sonra da kuzey Ege’yi içine alan 20 günlük seyrimizden anıları paylaşmak istedik. Hem de kendimize göre düzenlediğimiz, yol boyunca da ufak tefek değişikliklerle geliştirdiğimiz ve çok kullanışlı hale getirdiğimize inandığımız Seyir Jurnalimizi bir kez daha gözden geçireceğiz, yolculuk boyunca üç cilt kullandık.
Sabah saat 05:00’te vira demir kalktık, rüzgâr yok; bu yıl havalar yine bir tuhaf geçecek anlaşılan ne meltem var ne de bir başka rüzgâr. Saat 14:00’te Yeşilköy önlerinde durup beklemeye başladık. Başta sevgili arkadaşımız, can dostumuz Yalçın Dülger olmak üzere arkadaşlarımızla Ataköy Marina mendireğinin dışında buluşacağız hem de saat 16:00’da başlayacak Marmara Yat Rallisi – MAYRA’nın startında hazır bulunacağız. Her şey programa göre oldu, karşılandık, hayli heyecanlıydık, mizanaya gezimizde uğradığımız 21 ülkenin bayraklarını donattık, MAYRA top atışıyla yola çıktı, filo gece Heybeliada’da yatacak, biz de marinaya girip yerimize bağlandık, gün 20 Haziran 2003 Cuma, saat 16:15.
Şimdiden sonra Doreen ve Archie Annan çifti Okura yatları ile artık ülkelerine dönmek üzere hazırlıklarına başlayacaklar. Yaşları kemale erdi, ülkelerini özlediler. Akdeniz’de geçirdikleri 12 yıla yakın sürede kendi yatlarıyla iki ya da üç EMYR rallisi ile üç KAYRA rallisine katıldılar, rallilerin hazırlıklarında bizlerle çalıştılar, birlikte MAT’la bir Kızıldeniz gezisi bir de Atlantik turu yaptık. Ülkemizin gerçek dostu bu çift, yatçılar için ayrıca Ukrayna sahilleri ile Karadeniz’in tamamını anlatan iki kılavuz kitap yazdılar, Karadeniz’in yat turizmine açılması için görüp öğrendiklerini adım adım anlattılar, amaca hizmet ettiler ikisini de hep saygıyla anacağım.
GERİYE BAKINCA…
Geriye bakınca gördük ki;
Yola çıktığımız 16 Eylül 2002’den bugüne 9 ay 4 gün geçmiş.
Atlantik Okyanusu’nu turladığımız bu sürenin yaklaşık 3 ayı, biri Tenerife Adası’nda, diğer ikisi Martinique Adası’nda olmak üzere limanda bekleyerek geçmiş.
Gerçekten yolda geçirdiğimiz 6 ay içinde 1902,30 saat seyretmişiz.
Toplam 12892 deniz mili yol kat etmişiz.
Akdeniz’in rüzgârsızlığı yanında Azorlar ile Cebel-i Tarık arasında aynı nedenle motor kullanmak ihtiyacımız hayli yüksek olmuş ve liman giriş çıkışları dahil toplamı 900 saate yaklaşmış.
Yelken & motor sürat ortalamamamız 6,8 not olmuş.
Toplam 86 liman veya demir yerinde kalmışız.
Değişik 21 ülke bayrağını ana direk sancak gurcatamızda taşımışız.
Bol bol gülüp neşelenmişiz, hiç ağlamamışız, üzülmemiş, ürkmemişiz.
Gerçekten tehlikeli bir an dahi yaşamamışız.
Hiç tedbirsiz davranmamışız.
Denize, doğaya, evrene, insanlara, canlılara olan saygı ve sevgimizi bir an dahi yitirmemişiz.
Dostlarımız bizi bir tek gün yalnız bırakmamışlar, onların sıcak sevgilerini hep içimizde hissetmişiz.
Şimdi kendi kendimize “bundan iyi ne ola ki” diye sormamız gerekmez mi?
Tekrar mı? Artık ar damarımız yırtıldı ya, neden olmasın? Zaman gösterir ne olacağını.
“Darısı bütün amatör denizcilerimizin başına” dileklerimizle rüzgârınız bol ve kolayına, pruvanız neta, yürekleriniz ferah olsun.